Fatih Akın
Kesik’e (The Cut, 2014) hazırlanma sürecini, filmi tasarlarken ve hayata
geçirirken katettiği yolu ve Türkiye’yle kurduğu ilişkinin filme nasıl
yansıdığını açık ve samimi bir üslupla anlatıyor.
Söyleşi: Övgü
Gökçe
Kesik
filminin çıkış noktasını konuşarak başlayalım. 1915’te yaşananlara ne zamandan
beri ilgi duyuyorsunuz? Bu konuda bir film yapmaya nasıl karar verdiniz?
Bu konu
yirmilerimde ilk defa duyduğumdan beri ilgimi çekiyor. O zamanlar “soykırım mı,
böyle bir şey olamaz” diye düşünüyordum. Sonra araştırmaya başladım. Bu konu
üzerine bulduğum her kitabı okudum, bilgimi artırdım. Hatta inkâr eden
kitapları da okudum. Bir noktadan sonra –daha film yapmaya yeni başladığım
dönemde, Kısa ve Acısız’ı çektiğim günlerde– karar verdim ki, bir gün bu
konuyla ilgili bir film yapmam gerek, hatta şart. O zamanlardan beri bu konuya
hassasiyetim var. Sonrasında Yaşamın Kıyısında’yı yaptıktan sonra, 2007’deki
Cannes Film Festivali’nin ardından Amerika’ya gittim, bu filmle ilgili
araştırma yapmak için. Oradan döndükten sonra on iki sayfalık bir hikâye
yazmıştım. Sonra çok pahalı olur düşüncesiyle vazgeçtim. 2010 yazında aynı
hikâyeyi yeniden elime aldım, Hrant Dink üzerine bir şey yapmaya karar verdim.
Hrant’ın
şöyle bir felsefesi vardı Soykırım’la ilgili: Ermenistan ve Türkiye arasında
herhangi bir sorun varsa bunu diğer ülkelerin değil, Ermenistan’la Türkiye’nin
çözmesi lazım. Fransa, Almanya, Amerika soykırımı sadece siyasi olarak
kullanıyorlar, Türkiye’ye karşı. Bizim bu sorunu kendimiz çözmemiz lazım. O
felsefeyle bir film yapmaya çalıştım, Türk parasıyla, Türk ekiple, Türk
oyuncularla, Türkiye’de… Kimi sebeplerle bu olmadı, senaryomu sert, tek taraflı
bulanlar oldu. Anladım ki Türkiye’de büyük bir çevre bu filme, benim Hrant’a
bakışıma hazır değil. O yüzden o projeden de vazgeçtim. Pahalı gelen o eski
projeyi indirdim raftan. Biraz daha araştırma yaptım. Soul Kitchen filmi iyi
gişe yapınca –benim diğer filmlerimden çok daha fazla izlendi– Kesik gibi büyük
bütçeli bir filmi gerçekleştirmek o kadar da imkânsız görünmemeye başladı.
Dedim ki kendi kendime, bu belki de hayatımda bir daha gelmeyecek bir fırsat.
Madem bu filmi yapmak istiyorum, onu yarına, öbür güne bırakmayayım, şimdi
yapayım. Çünkü sinema değişebilir, ben değişebilirim, kariyerim değişebilir ve
bu proje kalabilir. Bu fırsatı kaçırmamaya karar verdim.
Peki bu kadar
çok boyutu olan bir meselenin sinemaya özellikle aktarmak istediğiniz boyutu
neydi? Pek çok farklı şekilde anlatılabilecek binlerce öyküyle dolu bir süreç
söz konusu. Karakteri, olayı, seçerken neye odaklanacağınızı nasıl
belirlediniz?
Bu hikâyeyi
araştırırken, görsel olarak elimde çok kuvvetli bir malzeme olduğunu çok erken
fark ettim. Okuduğum hikâyelerde, o dönemde çıkan haberlerde, hakikaten çok
sinemasal, görsel, sinemaskop bir boyut olduğunu gördüm. Ondan sonra bunu bir
çerçeveye yerleştirmek gerekiyordu. Bu konuyu bir belgeselle anlatmak istesen
on iki saatlik bir belgesel olur; 1000’lerde, Türklerin Anadolu’ya gelmesiyle,
Ermenilerle karşılaşmasıyla başlamak gerekiyor aslında Soykırım’ı anlatmaya.
Soykırım nasıl oldu? Öfkeler nasıl kaynadı? Balkan Savaşları kaybedilmişti. Ben
onları seyirciye anlatmamaya, meseleyi daha Kafkaesk bir biçimde ele almaya,
tek bir bakışa yer vermeye karar verdim. Mardinli bir demirci bu olayları nasıl
karşılar, nasıl görür? Sadece o tek kişinin bakış açısında kaldım, aldığım ilk
karar buydu.
İkincisi,
çerçeve olarak, dil olarak, western türünü seçtim. Buna içgüdüsel olarak karar
verdim. İyiler var, kötüler var, atlar var, silahlar var. Amerika var,
Kızılderililer var. Okuduğum hikâyelerde de, Soykırım sonrasında birisinin bir
başkasını aradığı çok fazla örnek vardı. Kovboy filmlerinde de klasik bir
konudur bu arayış öyküsü. Bunun dışında, klasik kovboy filmleri Amerika’yı
keşfetmek üzerinedir. Benim filmlerim de genellikle hep yol filmleri ya, bir
yerden bir yere, mesela Almanya’dan Türkiye’ye gider karakterler. Bu aslında
benim bütün filmlerimde süregiden bir çizgi. Buradaki göçmenin de aklında
Amerika’ya gitmek var. Bunları araştırdıkça anladım ki Soykırım sadece
vurmakla, kesmekle bitmiyor. Ermeni Soykırımı’nda diaspora çok önemli, yani
göçmek çok önemli, temel bir anlamı var. Ermeni seyirci anlıyor bunu filmi
gördüğü zaman. Diğer seyirciler bazen şundan rahatsız oluyorlar: Film iki
bölümlü, birinci bölüm Soykırım’ı anlatıyor. Katliamları, öldürmeleri, ölüm
kamplarını, ölüm yürüyüşlerini… Ama belirli bir noktada bu bitiyor, yolculuk ve
arayış başlıyor. Sanki başka bir hikâye başlıyormuş gibi, başka türlü
anlatılmış diyorlar. Bunlar aslında benim okuduğum şeyler, bulduğum şeyler ve
diyorum ki Soykırım’ı ve sonrasını, yani Ermenilerin hikâyesinin tamamını
anlatmak istersem, olay Birinci Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle bitmiyor. Savaş
bitti, Türkler gitti, film de orada bitecek. Hikâye aslında böyle değil,
günümüze kadar devam ediyor.
Nazaret’in
yolculuğunun rotası doğudan batıya doğru ilerliyor. Filmin iki ayrı bölümü
varmış gibi görünmesinin belki de en önemli sebebi görsel olarak da, içerik
olarak da iki farklı coğrafyaya odaklanıyor olması. ‘Doğu’ ve ‘Batı’nın
geçmişteki sinemasal temsillerinden yararlandınız mı ya da bazı kalıplardan
kaçınmaya gayret ettiniz mi?
Aslında
coğrafyaları farklı olarak kategorize etmedim ben. Arada bir belgesel de
yapıyorum biliyorsunuz. Belgeselde rahat, güzel olan şey de şu: Olayları kendin
yönetmiyorsun, bulduklarını çekiyorsun. Kesik bütçesi yüksek bir film olduğu
için, bu zamana kadar sahip olduğum, kamerayı istediğim gibi kullanmak,
istediğim yere pan yapmak gibi özgürlüklerim yoktu zaten. Bütün planların çok
erkenden, aylarca evvelden çizilmesi, belirlenmesi gerekiyordu. Setleri seçtim,
bütün set mekânlarına daha önce gitmiştim zaten. Filme şehirde başlıyoruz.
Şehirden sonra kayalıklar, kayalıklardan sonra çöl, çölden sonra başka bir
şehir, başka şehirden sonra deniz, denizden sonra ada, adadan sonra cangıl,
cangıldan sonra yine bir şehir, başka bir şehir, Amerika’da. Güneş arkamızda
olsun, önemli olan alan yaratmak diye düşündük; alan ve kişi. Yalnızlığı
anlatan bir film aslında bu. Tek nedeni buydu sinemaskopu seçmemizin, alanı
daha büyük göstermek, o boş alanda tek bir kişinin yalnızlığını daha iyi
anlatmak isteğiydi.
Gerçekte
olmuş bir olaydan yola çıkarken dönemin tarihsel bir portresini sunmak gibi bir
zorunluluk da doğuyor. Filmde, o dönem bu coğrafyada Osmanlı-Türk askerleri
var, Ermeniler var, Yahudiler var, Araplar daha net olarak görünüyor, Kürtler
biraz daha belirsiz. Filmde temsil edilen kesimleri ele alırken nelere dikkat
ettiniz? Temsille ilgili bu zor durumu nasıl idare ettiniz?
Aslında bunu
idare etmenin yolu, bunları hiç düşünmemek. Tabii adam zaten Arabistan’da,
karşısına çıkan insanlar da tabii ki Araplar olacak. Onların aralarında da
iyileri var, kötüleri var ve karşısına iyi bir Arap çıkıyor orada. Ama o da
çıkmasaydı senaryo orada biterdi. Adam orada ölürdü giderdi çölde açlıktan. O
yüzden bir yardım eden kişi gerekiyordu.
Mehmet
karakteri de ilginç bir karakter.
Aslında en
önemli karakter Mehmet. Aslında simgesel önemi olan tek bir karakter varsa o
Mehmet’tir. Diğerlerinde öyle simgesel bir durum yok. Seyirci bunu “aa iyi
Arap, kötü Türk” desin, bunları kötüleyelim ya da şunlara sövelim gibi bir
hesapla yapılmadı hiçbiri. Ama Mehmet farklı. Mehmet aslında hem boğazını
kesiyor, sesini yok ediyor Nazaret’in hem de ona yardım ediyor, onu kurtarıyor.
Yani öldüren kişi aynı zamanda kurtarıyor. O ilginç bir karakter. Aslında bütün
karakterlerden en ilginci o. Türkleri nasıl göstereceğim, hangi Türkleri
göstereceğim, bunu çok düşündüm. Sonuçta Türk’üm. Dedim ki, “Türk Schindler’i”
çizmek, bana yanlış gelir. İki, üç, dört, beş, daha fazla Türk olsaydı, birkaç
kişi kötü olsaydı, bir tanesi iyi olabilirdi tamam. Soykırım hikâyelerinde de
Ermenileri kurtaran Türkler her zaman geçiyor zaten. Bunu Ermeniler de biliyor.
Bana bunu Erivan’daki Soykırım Müzesi’nin müdürü Hayk Demoyan anlatmıştı.
Soykırım’dan bahsederken “bizi kurtaranlar Türklerdir. Onlar olmasaydı bizim
soyumuz biterdi” demişti. Ben de dedim ki madem böyle, adamın anlattığı gibiyse
–ki bunun örneklerini edebiyatta da gördüm ben– tek bir kişi de olsa, iyilik
yapan bir karakter gerekiyor. Ama senaryo Türklerin ağırlıkta olduğu bir
senaryo değil. Kürtler, Araplar, Ermeniler var ama fazla Türk yok. Türk olarak
ağırlıkla jandarma var, onlar da verilen emir doğrultusunda hareket ediyor.
En başta
Nazaret’in dükkânına gelen, sonra yolda karşılaştıkları fesli karakter kimdi,
çok anlaşılmıyor.
O Ermeni,
haçı var onun. O şunun içindi, zengin Ermeniler de kendini kurtarabiliyordu.
Parayla.
Peki ya
Kürtler? Özellikle de bölgeyi göz önüne alınca Kürtler’in bu meselenin
neresinde yer aldığı ve nasıl temsil edildiği filmde biraz muğlak bırakılıyor
gibi. Mehmet’le birlikte hapisten salıverilmiş olan ve Ermenileri öldürenlerin
bir kısmı Kürt olarak temsil ediliyor.
Onlar var.
Ayrıca bir de atlarla gelen eşkıyalar Kürtçe konuşuyorlar. Mehmet “sizi
öldürelim diye bizi hapisten çıkarttılar” diyor. Film olayın organize bir iş
olduğunu o anda ifade ediyor aslında. Kürtler pek fazla olaya müdahil değil. Ermeniler
göç sırasında bile isteye savunmasız bırakılmışlar. Bu da bazı olayların
yaşanmasına neden olmuş.
Peki
Mehmet’le Nazaret’in vedalaşma ânı sizin açınızdan geleceğe dair ne söylüyor?
Özür dilemeye ve affedip affetmemeye dair bir an o.
Aslında Mehmet
benim. Ayakkabılarını veren, beni affet diyen o karakter aslında beni ifade
ediyor, benim gibi düşünenleri ifade ediyor. Aslında bu olay siyasi boyutta
değil de, teke tek çözülebilir, diye düşünüyorum. İnsanların çatıştığı
durumlarda ve savaşlarda meseleler teke tek çözülür diye düşünüyorum. Biri
diğerinden özür dileyecek ama siyasi boyutta değil. Ona pek inanmıyorum
açıkçası.
Ama sonuçta
Ermeni toplumunun böyle bir beklentisi var.
Yani, bu film
bu amaçla yapılmadı. Bunu daha evvel de söylemiştim: Tek bir film özür
dileyemez. O konu çok büyük bir konu. Siyasilere akıl vermek de istemiyorum
açıkçası.
Bu sizin bu
konuda kendi sözünüzü söyleme biçiminiz mi?
Şimdi bakın,
bir üçgenden bahsediyoruz, üçlemeden. Duvara Karşı’yla başlayan, Yaşamın
Kıyısında’ya uzanan, şimdi de Kesik’e varan bir üçleme. Bazıları soruyor, bu
film diğer filmlere hiç yakışmıyor, bunun tarzı, dili, coğrafyası, zamanı o
kadar farklı ki… Aslında bu üç film benim kendi Türkiye algımı yansıtıyor.
Duvara Karşı’da çizdiğim Türkiye çok kısıtlı bir Türkiye. Birkaç otel odasında
geçiyor, Marmara Oteli’nde, Büyük Londra’da, Beyoğlu’nda geçiyor sadece. Benim
o zamanki Türkiye’m o Türkiye’ydi. Duvara Karşı üzerinde Türk ekiplerle, Türk
oyuncularla, Meltem (Cumbul), Güven (Kıraç), Ali Akdeniz, Önder Çakar’la
çalıştığım zaman bir sürü insanla tanıştım. İşte ne bileyim, Kürtlerle
tanıştım. Siyasi nedenlerle hapiste olan Kürtlerle tanıştım, sonra onları
ziyaret eden kişilerle arkadaş oldum, azınlıklarla ilgili diğer sorunları
öğrendim. O dönemde keşfettiğim şeyleri Yaşamın Kıyısında’ya katabildim.
Yaşamın Kıyısında sadece İstanbul’da, Beyoğlu’nda geçmiyor, Trabzon’a kadar
uzanıyor. Yaşamın Kıyısında üzerinde çalışırken bir başka Türkiye’yle daha
karşılaştım. Trabzon, Ogün Samast, Hrant Dink’in vurulması, Orhan Pamuk’un
açıklamaları, Elif Şafak’ın yaşadığı sorunlar… Ve anladım ki Türkiye kendi
azınlıklarıyla ilgili siyasetini, sosyal hayattaki sorunlarını şimdiye kadar
çözememiş. Hâlâ bu konularla uğraşıyor. Evet Avrupa da bunu yapamadı ama
Türkiye’den bahsediyoruz şimdi, Türkiye’ye bakalım. Gördüm ki azınlıklarla
doğru dürüst bir denge bulamamamızın temel nedeni Soykırım ve onu toplumsal
olarak yeteri kadar yansıtmayışımız. Türkiye, Ermenistan, Soykırım oldu mu,
olmadı mı, kabul edelim mi, etmeyelim mi, tüm bunlar bence çok daha uzakta olan
şeyler. Aslında toplum olarak kendi hikâyemizi, kendi travmamızı,
yaşadıklarımızı yansıtmamız gerekiyor hepimizin. Ondan sonra siyasal olarak ne
gerekiyor, ona o zaman karar veririz. Ama kendi azınlıklarımızla ilişkimizi
anlayabilmemizin ilk şartı, kendi geçmişimizi anlamamız. Bu filme de bu nedenle
karar verdim.
Peki filmin
algılanış biçimi konusunda ne düşünüyorsunuz? Venedik sonrası neler oldu? Sizce
Türkiye vizyonu sonrasında neler olacak?
Film
istediğim gibi gitmedi. Başka şeyler bekledim, başka şeyler oldu. Açıkçası
benim tahminim şuydu: Türkiye bu filmden memnun olmayacak. Ermeniler bu filmden
memnun kalmayacak. Eksik bulacaklar, yeteri kadar sert değil diyecekler. Batı
ise alkışlayacak. Yanlış anlamayın, bunu hesaplamadım ama böyle olmasını
bekliyordum. Türkiye’de ne olacağını bilmiyorum daha ama dünyada tam tersi
oldu. Bütün dünyadaki Ermeniler –Türkiye’deki, Fransa’daki, Amerika’daki,
Almanya’daki, Ermenistan’daki Ermeniler– bu filmi çok önemli buldular. Çok sevdiler
filmi. Onları olumlu anlamda şaşırtan şey ise bu filmi bir Türk’ün yapmış
olmasıydı.
Filmin
hazırlık sürecinde, araştırma yaparken bazı Ermeni gruplar, Cannes’da olsun ya
da başka yerlerde, benim Türk olduğumu duydukları anda bana yardım etmekten vazgeçtiler,
benden uzaklaştılar, boykot yapanlar oldu. Sadece bu nedenle, annem babam Türk
diye. Bunu anlayışla karşılıyorum. 1915 oldu, kabul etmedik, asıl onlar bizi
öldürdü gibi şeyler söyledik ve o yüzden bu tür bir duygu çıktı ortaya. Ama
Ermeniler filmi gördükten sonra Türklere duydukları bu öfke –bazı gruplardan
bahsediyorum– sanki azalıyor. Bu film bunu yapabildi. Filmin siyasi boyutu bu aslında… Siyasi değil de hümanist
boyutu. Evet, her yerde iyiler de var, kötüler de var kardeşim. Bütün olay burada.
Türklerde de kötüler var, iyiler de var. Rakel (Dink) bana şöyle demişti:
“Trabzon’dan bir kişi benim kalbimi kırdı. Yine Trabzon’dan gelen bir başka
genç kalbimi kazandı.” Anlatabiliyor muyum? İyiler var, kötüler var her yerde,
film bunu anlatıyor.
Filmin
Batı’daki algılanış biçimini nasıl değerlendiriyorsunuz? Filmdeki Ermeni
karakterlerin İngilizce konuşması konusundaki seçimin nedenlerinden birinin
Batı’ya daha rahat ulaşması isteği olduğunu söylüyorsunuz.
Batı, filmi
pek beğenmiyor. Aslında o İngilizce meselesi benim için sadece bir kapıydı.
Onlarsa bu kapıdan baktıklarında bir boşluk, bir açık gördüler ve filmin her
şeyini eleştirdiler. Bu sahnede suyu nasıl içiyor falan… Tamam, bazı hatalar
olabilir, bütün filmlerimde hatalar var. Sanki bir beklenti vardı ya, uzun
zamandan beri pişmişim, zamanım gelmişti herhalde Venedik’te, ya da genel
olarak Batı’da. Bu bazen böyle olur, çok şımartıldığın, göklere çıkarıldığın
zaman bunu artık bir indirelim denir. Her başarılı yönetmene olabilen bir şey,
başarılı olduğumu da gösteriyor bu biraz. Ama şöyle bir teorim de var. Şimdi bu
zaten çok öfkeli bir konu; Ermeniler, Türkler… Bunlar sanki şöyle düşünüyorlar:
Olaya, meseleye daha fazla öfke katman gerek. Bir filme daha fazla öfke katmak
çok kolay bir şey, bunu herkes yapabilir. Ama dünya tarihine mal olmuş bir
konudaki öfkeyi bir filmle biraz azaltmak, o çok zor bir şey. Bunun bir bedeli
var ve ben o bedeli şu anda ödüyorum. Film Türkiye’de sevilir mi, sevilmez mi
bilmiyorum ama önemli olan filmin Türkiye’de gösterilmesi.
Herhangi bir
engellemeyle karşılaşma durumunda sizin yaklaşımınız ne olur? Çünkü
biliyorsunuz son yıllarda vizyonda da festivallerde de filmlerle ilgili
engelleme vakaları yaşanıyor Türkiye’de.
Şimdiye kadar
biz bir engellemeyle karşılaşmadık. Devletin de bir engelleme girişimi olmadı
açıkçası.
No comments:
Post a Comment