Eylül 12, 2014
Farklı
olanı ötekileştirmek, kimliğinden, değerlerinden onu ayırarak homojen bir
toplum oluşturmak bir devlet politikası olarak karşımıza çıkmaktadır. Devlet
kendi eliyle, birey olgusunu yok etmeyi amaç edinirken, birey için tek çarenin
genel toplum ahlâkına ve toplum değerlerine sahip olmak olduğunu öne sürer.
Devlet,
tek-tip bireylerden oluşan bir toplum inşa etmek için farklı olanı yok saymakta
ve prototipleşmiş bireyleri barındıran topluma nefret tohumları ekerek farklı
olana karşı kini ve nefreti tetiklemektedir. Devlet tarihin hiçbir döneminde
birleştirici bir olgu olmamış, bununla da kalmayıp insanı insana düşüren,
halkları birbirine düşman eden bir kurum hâlinde karşımıza çıkmıştır.
İnsan
sahip olduğu kimliklerin kimisini doğduktan sonra, kimisini ise doğduktan çok
önce edinmiştir. Peki, neleri kimlik bağlamında değerlendirebiliriz? Cinsiyet,
cinsel yönelim, etnik kimlik, din, mezhep gibi olgular, insanın kendisine
atfettiği özelliklerin tümü birer kimliktir. İnsan, tek bir özelliğe sahip bir
canlı olmadığı ve pek çok farklı kimliğe sahip olduğu için genel toplum
değerlerine ters düştüğü anda toplum tarafından sınanmaya başlar. Toplum farklı
olan bireyin bütün özelliklerini yok sayar, onu değiştirmek/dönüştürmek için
bireyin karşısına her alanda zorluklar çıkarır, onu pes etmeye, kaynayan toplum
kazanında toplumla karışmaya, kimliklerini kaybetmeye zorlar.
Birey
ilk savaşını ailede verir. Aile, toplumun bireye biçmiş olduğu modeli, çocuğa
dayatır. Çocuk doğar doğmaz, kendisi için alınmış eşyalardan tutun odasının
rengine kadar toplumun kadın ve erkek için “uygun gördüğü” renklerle tanışır.
Çocuktan toplumun beklentisi olan kadın veya erkek cinsel kimliğine sahip
olması beklenir. Çocuk bir diğer savaşını aile içindeki otorite karşısında
verir. Klasik aile modelinde, baskın taraf olan “baba” olgusu, çocuğa her
alanda kısıtlamalar getirir ve çocuğun kendi hayatını kendisinin inşa etmesine
katiyen izin vermez. Aile toplumun en küçük faşizan kurumudur. Otorite, yani
aile büyükleri, kendi istekleri -ki çoğu zaman bu istekler toplumun istekleri
olarak karşımıza çıkar- doğrultusunda bir birey yerine kendileriyle aynı
düşüncelere, aynı yaşam tarzlarına ve aynı değerlere sahip bir“köle”
yetiştirir.
Örneğin
Seren Yüce’nin 2010 yapımı “Çoğunluk” filmindeki Mertkan karakteri buna örnek
verilebilir. Bireyin varlığını ortaya koyabilmesi için ilk adım olarak
ailesiyle girmesi gereken çatışmada erken teslim olan Mertkan, ailesinin
baskıları karşısında pasif bir tutum sergiler. Kürt kız arkadaşı Gül ile ailesi
ve dolaylı olarak toplumun baskıları sonucu yollarını ayırır. Bu baskılar
karşısında durabilen ve var olma savaşını verebilen bireyler ise kendi
kimliklerini, farklılıklarını topluma ne pahasına olursa olsun kabul etmek için
savaş verirler.
Ahmet
Yıldız, hem Kürt hem de eşcinsel kimliğiyle toplum için tehlike(!) arz eden bir
isimdi ve babası tarafından öldürüldü. Peki devlet ne yaptı? Önce göstermelik
bir dava, ardından göstermelik bir “kırmızı bülten”. Babanın nerede olduğunuysa
bilen yok. Devlet, babayı gerçekten arıyor mu? Devlet, babayı bulmak istiyor
mu? Devlet, babaya ceza vermek istiyor mu? Devlet, kendisiyle birebir aynı olan
bir babaya ceza verir mi?
Ahmet
Yıldız olayını biraz irdelediğimizde bazı soruların yanıtlarını bulmak da kolay
olacaktır. 15 Temmuz 2008’de nefret cinayetinde hayatını kaybeden Ahmet,
olaydan bir yıl önce savcılığa “eşcinsel olduğum için ailem beni öldürebilir.”
diye başvurmuştu.
Savcılık
önlem aldı mı? Tabii ki hayır! Sonuç? Cezasız bırakılan, sessizce halkın
zihninden silinmeye çalışılan bir cinayet. Toplumun “bireyi” sindirme çabaları
nasıl “Çoğunluk” filminde bizlere sunuluyorsa, sindiremediklerine “uygun
gördüğü” her türlü cezalandırma da Ahmet Yıldız olayında apaçık bir şekilde
önümüze seriliyor.
Sadece
cinsel yönelim, ötekileştirilmek için bir sebep olarak karşımıza çıkmaz. Bu
ataerkil toplumda kadın olarak var olmak da, kadın için önceden biçilmiş
rolleri yıkmak da zorlu bir yolculuk kadın için. Küçükken ailesi tarafından
eteğinin açılmasının ayıp olduğu öğretilen kadın “namus” sorunsalıyla daha
küçük yaşlarda tanışır. Bunun tam tersi olarak, erkek çocukların pipilerini
büyüklerine göstermesi çok doğal karşılanır. Zaman ilerledikçe aile içi
baskılar da biçim değiştirmeye başlar. Erkek her zaman “erkek” olarak kalırken,
kadın küçükken “kız” evlenmeden önce “genç kız”, evlendikten sonra ise toplumun
gözünde “kadın” olur. Toplum tarafından kadın için yapılan bu
sınıflandırmaların her aşamasında kadın apayrı zorluklarla mücadele etmek
zorunda bırakılır. Çocukken eteğini kapatmak, erkek çocuklarıyla çok fazla
“haşır neşir olmamak” zorundayken genç bir kadınken –toplum için “genç bir
kız”- eve erken gelmek zorunda bırakılmakta, erkekle dışarı çıkmasına yasak
getirilmektedir. Yaşı ilerleyip evlendiği zaman ise, ailenin kadına biçtiği rol
olan annelik görevine birden atanır. Toplum ve aile ondan çocuk yapmasını ve bu
çocukla ilgilenmesini, iyi bir eş olmasını, ev işlerini eksiksiz yerine
getirmesini, yani kısaca 7/24 mesai yapmasını desteklerken kadın, “babasının
gözetiminden” çıkıp “kocasının gözetimine” mahkûm edilir.
Tek-tip
bireylerden oluşan bir toplum yaratma gayesindeki ideoloji azınlıkları yok
saymış ve vahşice katletmiştir. Tarihimizee baktığımız zaman, ders kitaplarında
öğrencilerin bilincine yerleştirilmeye çalışılan kahramanlık, zafer ve düşman
üçgenindeki nefret söylemleriyle dolu yazılar aslında bilinçli yürütülen,
azınlığa ve farklı olana karşı toplumu nefret ve kinle kışkırtan bir
politikanın ürünüdür. Farklı olana karşı nefretle büyüyen nesiller,
yaşamlarının her döneminde farklı olandan rahatsız olacaktır.
Kanlı
sayfalara, acı ve gözyaşlarıyla yazılmış bir tarihe sahip olan Türkiye, bugün
de aynı politikalara devam etmektedir. İşaretlenen Alevi evleri, Kürt
cinayetleri, Roboski katliamı, hapishane yangınları, açlık grevleri ve daha
niceleri…
İnsanlığın
kurtuluşu, bireylerin elindedir. Korku duvarlarını yıkmak, adaletli, eşit ve
demokratik bir dünya inşa etmek, insanın içinde barındırdığı isyan ateşini
otoriteye ve zulme püskürtmesiyle mümkün olacaktır.
Zeynep
Yanki’nin Kaos GL Dergisi’nin “Ötekiler/Madunlar/Dışarıda Bırakılanlar”
başlıklı Mart-Nisan 2013 tarihli 129. sayısından.
Dünyalılar
No comments:
Post a Comment