Pazar,
28 Aralık 2014 19:24
“Din
Soslu, Faşizm/Bonapartizm karması AKP Rejimine Karşı Ortak Muhalefet Cephesi
Oluşturmak Şart”
Fikret
Başkaya: İstersen genel bir çerçeveden başlayalım. Bugün geçerli olan paradigma
az-çok eş zamanlı olarak, XVIII. Yüzyılın son iki on yılında tarih sahnesine
çıkan iki devrimin enterseksiyonunda oluştu. Bunlardan birincisi, İngiliz sanayi
devrimiydi. Sanayi devriminin başlangıcı için kesin bir tarih vermek zor olsa
da, belki James Watt’ın buhar makinasının telif hakkını resmen aldığı tarih
olan 1784 yılı alınabilir; Ve ikincisi de, 1789 Büyük Fransız Devrimiydi.
Bunlardan birincisi ondan sonraki ekonomik rotayı, ikincisi de politik yönetim
tarzını belirledi. Ve yaklaşık 250 yıldan az bir zamanda bu paradigma artık
iflas etmiş bulunuyor. Zira, sistem çözdüğünden daha çok sorun yaratmadan yol
alamaz durumda. Üstelik sadece sosyal kötülükleri büyütmekle, azdırmakla da
kalmıyor, ekolojik dengeleri de sarsıyor ve toplum-doğa metabolizmasında bir
kırılma yaratıyor. Velhasıl tam bir sürdürülemezlik durumu söz konusu...
Dario
Bötancourt ve Maria Garcia: “Kapitalizm yasal mafya, mafya ise yasa dışı
kapitalizmdir” demişlerdi. Dünya’nın bugünkü ahvâl-i umumiyesi ortadayken, bu
tespit gerçekten doğrulanmış gibi görünüyor. Mafyalaşmış-çeteleşmiş, her türlü
ilişkinin meta ilişkisine indirgendiği bir dünyada yaşadığımızı söylemek artık bir abartma sayılmaz...
Her şey hızlı bir çürüme halinde, araç- amaç ilişkisi ters-yüz olmuş, değer
ölçüsü ve nirengi noktası yok olmuş durumda... Velhasıl hızlı bir dibe vuruş
durumu söz konusu. Tabii bu hem bir dizi olanaklar demeye geldiği gibi, birçok
büyük riski de içeriyor... Başka türlü söylersek insanlık ve uygarlık kritik
bir eşiğe gelip dayanmış durumda... Bu konuda neler söylemek istersin?
Gün
Zileli:
Kapitalizm
öldürür. Kapitalizm öldürmeden önce çürütür. İşin kötü tarafı, çürüyen,
kapitalizmin kendisiyle birlikte toplumdur, insanlardır, insanlar arasındaki
ilişkilerdir. Kapitalizmin çürüyüp çökmesinden elbette şikâyetçi değiliz ama
çürüme genel bir hal almış durumda. Ve her tarafı çürüyen cesedin kokusu
kaplıyor. Gazete okuduğunuzda, televizyon seyrettiğinizde bu kokuyu daha
kuvvetli duyuyorsunuz. Entelektüel dünyaya yöneldiğinizde çürümenin oraya da
sirayet ettiğini görüyorsunuz. Bu alemde de paranın ve piyasanın çürütücü
etkileri ayan beyan ortada. Piyasanın “görünmez eli” gerçek entelektüel
çalışmaları devre dışı bırakıyor, onun yerine her alanda “soup opera” yazımları
ön plana çıkarıyor. Sinemada, tiyatroda, bütün sanat kollarında aynı durumu
görüyoruz.
Oldukça
karamsar bir tablo ama ne yazık ki gerçek bu? Bu durumda sanırım toplumların
çürümeye karşı güçlerinin bir şeyler yapması, bir toplumsal muhalefet gücü
olarak dünya çapında bir dayanışmaya girmesi gerekiyor. ABD’de polisin sokak
cinayetlerine karşı direnişlerin süreklilik arz etmesi umut verici. Bu
direnişler de gösteriyor ki, baskı olan yerde insanların direnişi de söz
konusu. Benim de sana sormak istediğim nokta şu: İnsan bu kritik eşikte nasıl
bir yol izlemeli? Yani şu malum soru: Ne yapmalı?
FB:
Elbette bu ölçüde bir saldırının muhatabı olan geniş kitlelerin, özellikle de
saldırıdan en çok etkilenen yeryüzünün lânetlilerinin sessiz ve tepkisiz
kalması eşyanın tabiatına aykırıdır. Nitekim, dünyanın her yerinde insanlar
ayakta. Lâkin, tepkiler şeylerin seyrini ve gerçeğini etkileyebilecek
yüksekliğe de bir türlü çıkamıyor. İşte senin sorunla ilgili can alıcı nokta
bu... Her yerde insanlar ayakta ama protestolar, itirazlar, isyanlar... bölük
pörçük ve hepsini kapsayacak ortak bir paradigma ve perspektif eksikliği var.
İkincisi, birçok karşı hareket kültüralizm batağına hapsolmuş durumda. Rejimle
pazarlık yaparak bir şeyler kazanmayı mümkün ve yeterli görüyorlar. Aslında bu,
yerel ve küresel oligarşilerin tuzağına kısılmaktan başka bir şey değil.
Mesela, Güney Afrika’da kültüralist bir rotaya savrulan ANC’nin durumu ne demek
istediğime iyi bir örnek... Biz ezilenler, biz sömürülenler demekle, biz
siyahlar, biz Aleviler, biz Kürtler, biz çevreciler, feministler, insan hakları
savunucuları, vb. demek arasında devasa bir fark var. Zira birinci durumda
sistem hedef alınmış oluyor, yani sistemi-rejimi aşma perspektifi var; ama
ikincide kısmî kazanımlar için rejimle pazarlıklar söz konusu... Tabii bu,
kısmî mücadeleler yapılmasın demek değil ama, mücadele o düzeyde kaldıkça,
kalıcı ve anlamlı bir şey kazanmak, şeylerin seyri üzerinde etkili olmak mümkün
değil. Bir de zaten egemenler cephesi tarafından araçlaştırılmış STK denilenler
var ki, onlar karşı tarafın, gericiliğin
hizmetinde ve kafa karıştırma, yanılsama yaratma konusunda da oldukça
başarılılar... Bence hepsinden önemlisi, ütopya zaafı. Zira, insanları harekete
geçiren teorik bilgi değil ütopyadır. Bu da vakitlice “yaratıcı ütopyanın”
oluşturulmasını, formülasyonunu, ve insanlar tarafından da içselleştirilmesini
gerektiriyor.
İyi
de ütopya zaafı nereden kaynaklanıyor
denirse, sanıyorum şunları söyleyebiliriz: Geride kalan yaklaşık yüz elli, iki
yüz yıllık dönemde, kapitalizme, kolonyalizme ve emperyalizme karşı yürütülen
hareketlerin, başka türlü söylersek, kapitalizmi aşmayı “yeni ve farklı bir şey
yapmayı” amaçlayan mücadelelerinin başarısızlığa uğraması, yeni bir paradigma,
perspektif ve “yaratıcı ütopya” oluşturmayı zorlaştırıyor. Mesela kolonyalizme
karşı yürütülen mücadelelerin sonuçları son derecede güdük kaldı. Aynı şekilde
kapitalizmi aşma, “yeni bir şey yapma”, sosyalizmi, dahası komünizmi kurma
hedefi olan mücadeleler de iflasla sonuçlandı. Tabii bu çok şey söylemeyi
gerektiriyor ama insanların rejim
muhalifi hareketlere fazla yüz vermemesi, uzak durmasının bence önemli bir
nedeni daha var ki, nedense pek sorun edilmiyor. Bir ideoloji veya bir teori
kitleleri harekete geçiriyor, zamanla ve hareket yükselip, etkinliği ve
görünürlüğü büyüyünce bir hareket eliti oluşuyor. Mücadele başarıya ulaştığında
o elit iktidarı ele geçiriyor ve kendini başlangıçtaki ideolojinin veya
teorinin tecellisi – timsali olarak görüyor ve/veya öyle takdim ediyor. Sonuç
itibariyle, elit devleti ele geçiriyor ve devlet oluyor, devlet de
teoriyi-ideolojiyi ele geçirip kendine benzetiyor... Netice itibariyle de başa
dönmek gibi bir durum ortaya çıkıyor... Julien Benda, geçtiğimiz yüzyılın ilk
yarısında, “Aydınların İhaneti” (La Trahison des Clercs” başlığını taşıyan bir
kitap yazmıştı. Galiba XXI’inci yüzyılın ilk yarısında da: “ ‘Devrimci’
Elitlerin İhanneti” başlığını taşıyan bir kitap yazmak gerekecek! Malûm, devlet
iki şey demektir: güvenlik-asayiş ve ekonomi yönetimi... Bu söylediğim, ister
sınıf temelli işçi mücadeleleri olsun, isterse kolonyalist egemenlikten
kurtulmak olsun ve isterse başka bir şey olsun... hepsi için geçerli. Öyle
sanıyorum ki, bundan sonra bir şeyler başarmanın koşulu, bu tür sorunları
tartışabilme yeteneğimize bağlı gibi görünüyor...
GZ:
Evet, kültüralizm diye adlandırdığın bu sorun önemli. Bu, 1980 sonrası
neo-liberal dalganın getirip önümüze koyduğu bir sorun. Herkes kendi kimlik
sorunuyla uğraşsın gibi bir şey. 1980 öncesinin tam zıddı. Yani sarkaç bir
uçtan öbür uca gitmiş görünüyor. 1980 öncesinde de sömürüden ve “sınıf
mücadelesinden” başka bir şeyden söz edilmezdi. Kısmi sorunlar ya da kültürel
sorunlar gündeme geldiğinde hemen şu kart gösterilirdi: Sömürü düzeninin toptan
yıkılması. O zaman akan sular dururdu. Kadın sorunu mu? Sınıf mücadelesi ve
devrim bunu zaten halledecekti. Kadın sorunu devrime tabi kılınmalıydı.
Milliyetler meselesi mi? Onu da devrim halledecekti. Diğer her şey de öyle. O
zaman bu konulara ilgi azalıyordu ya da bunlara önem vermek isteyenler
kendilerini düzen içi bir talebin takipçisi suçlamasıyla karşı karşıya
buluyorlardı. Üstelik devrim denilen de ne? Bir partinin iktidarı ele
geçirmesi. İşte bu noktada da senin elitizm diye çok güzel özetlediğin durum
devreye giriyordu. Devrim adına “öncülüğü” yüklenenler eğer başarırlarsa
devleti ele geçiriyor ama aslında devlet kendi yeni elitlerini ele geçirmiş
oluyordu.
Bu
sarkaçtan kurtulmanın bir yolu olmalı. Geçmişin modası olan devlet devrimciliği
(elitizm) de yanlış, günümüzün modası olan kültüralizm de. Kapitalizmi aşmak
isteyen insanlığın hem bütünsel devrimci perspektife, hem de bu perspektifle
bağdaşma içinde olan, toplumların parçalı kesimlerinin ve sorunlarının çözümü perspektifine.
Bugün yapılamayan da bu bence. Böyle bir bakış açısına sahip, yönetici-taban
ayrımını reddeden, tüm katılımcıların en aktif katkısını ve dayanışmasını
sağlayan bir örgütlenmeye, bir örgüte ihtiyaç var gibi geliyor bana. Ne dersin?
Eğer sorunun önemli bir parçası buysa o zaman da ister istemez “nasıl?”
sorusunu sormamız gerekiyor galiba.
FB:
Alışık olduğumuz şey iflas edince, işe yaramaz hale gelince, işe yaraması
muhtemel olanı oluşturma konusunda insanlar bir süre isteksiz oluyorlar sanki.
Geride kalan dönemin örgüt modelleri genel bir çerçevede ve esas itibariyle
“burjuva” örgüt modelleriydi. Bu sorunu seninle daha önce defaaten tartıştık,
gündeme getirmeye çalıştık. O zaman, bürokratikleşme riskinin bertaraf
edildiği, devrimci elitler tarafından
gasp edilmeyen bir tarz oluşturmak gerekiyor ama bunu söylemek yapmaktan daha
kolay... Hem örgüt olacak, hem etkin olacak, amaca uygun bir işleyişe sahip
olacak ve hem de kitleye yabancılaşmayacak! İşte bütün mesele bu. Bence,
“yaratıcı ütopya” ne kadar çekici ve insanları ne kadar çok cezbederse, bu
kitle katılımının ve katılımın sürekliliğinin güvencesi olabilir. Alınan tüm
kararlara herkesin dahil olduğu bir işleyiş asla imkânsız değil. Bunun için de
“alışkanlıklardan” kurtularak, geçerli geleneksel/burjuva örgüt modelini ret
ederek yola koyulmak gerekecek. Peki bu
hangi durumda gerçekleşebilir? Her bir bireyin gerçek bir yurttaş tavrı ortaya
koyduğunda, herkesin kendini her şeye ehil olarak gördüğünde... İşte işin püf
noktası burada. Bugünün “sayın seyirci” tipiyle böyle bir şey tabii ki, mümkün
olmaz. İnsanlar politikayı kaşarlanmış profesyonel politikacıların işi, onların
korunmuş alanı olarak görüyor... Durum “ben sol politika yapıyorum” denince
değişmiyor tabii... Her bir yurttaşın aktif özne durumuna gelmediği yerde, sen
istediğin kadar etkinliği artıracak model önerisi yap! Bir işe yarama şansı
yok... Tabii en azındın neyin neden yürümediğini bilmek de o kadar önemsiz
değil ama yeterli de değil, sonuç itibariyle... İnsanlar ayağa kalktıklarında
“yeni ve etkili” şeyler keşfetme imkânı da artıyor ama bu bir “kültür
devriminin” gerçekleşmesinin güvencesi değil. Buradan Türkiye’deki genel duruma
geçersek, neler söyleyeceksin?
G.Z:
Ben de aynı şeyi sana sormaya hazırlanıyordum, sen benden önce davrandın. Peki
ben bir şeyler söyleyeyim ama esas seni dinlemek isterim bu konuda. Ekonomik
alana ilişkin benim söyleyebileceğim çok fazla bir şey yok. Sanırım bu konuda
da bayır aşağı gidiyorlar ama esas toplumsal ve siyasal planda olanlara bakınca
artık “bayır aşağı” deyimi de yeterli olmuyor. Sanırım “uçurumdan aşağı” demek
daha doğru. Kendi iç çatışmaları nedeniyle ideolojik hâkimiyet balatalarını
artık tamamen işe yaramaz hale getirdiler. Artık “hukuk devleti”, “adalet”,
“yargı”, “şeffaflık”, “kuvvetler ayrılığı” gibi, burjuva devlet sisteminin
ideolojik “beyazlatıcıları” işe yaramaz halde. İnsanlar olan biteni gördükten
sonra bu sözleri duyduklarında gülümsemesinler de ne yapsınlar? Eskiden işkence
vardı. Bugün de tamamen ortadan kalkmamakla birlikte işkencenin yerini sahte
delil üreticiliği aldı. Adamın evine bir bomba koyarsınız ya da bilgisayarına
bir şey yüklersiniz, al sana delil. Ondan sonra uğraş ki, bunların benimle
ilgisi yok diye de, dışarı çık. En az beş yılını alır bu. Daha da korkuncu, bu
“1984” rejimini George Orwell adına kutsayan yazarların ortalıkta cirit
atabilmesidir. Ben şimdilik bu kadarını söylemiş olayım. Esas sen ne diyorsun
Türkiye’de olup bitenlere?
FB:
Aslında rejimin tüm cephelerde tökezlediğini söylemek mümkün. Resmi söylemle
realite arasında bariz bir uyumsuzluk var. Gerçek durum, medyanın, akademinin,
“konunun uzmanlarının”... tevatür ettiğinden çok farklı. Bir ülke iç ve dış
sömürüye ne kadar açıksa, o ölçüde emperyalist Batı’nın takdirini kazanır ve
başarı öyküleri uydurulur. Artık başarı öyküsü uydurmak zorlaşmakta. Geride
kalan 12 yılda AKP’nin “başarısı” olarak sunulanın gerisinde iki şey vardı:
Birincisi, Türkiye 2001’de derin bir krize girmişti. IMF destekli bir programla
kriz atlatıldı. (Tabii ne pahasına atlatıldığından hiç söz edilmedi!) Araç
rayına oturtuldu. Derin bir dibe vurmadan sonra yükseliş işin doğası gereğidir.
Dolayısıyla AKP kurulmuş, bakımı yapılmış bir aracın direksiyonuna oturtuldu; İkincisi,
dış kredi bulmanın, borçlanmanın çok kolay olduğu bir döneme rastlamıştı
AKP’nin kuruluşu ve iktidar oluşu. Dışardan sağlanan paraları inşaata
yatırdılar, bir de devlete ait olan (aslında kamunun, halkın olması gereken)
işletmeleri özelleştirme adı altında sermayeye peşkeş çektiler. Netice
itibariyle ekonominin iç eklemlenmesini ve performansını iyileştirecek hiçbir
şey yapmadılar ama bozacak çok şey yaptılar... Bütçeyi ve hazineyi
yağmaladılar. Siyasi partinin misyonu ve varlık nedeni de zaten bütçeyi ve
hazineyi yağlamamak ve yağmalatmaktır... Artık eskisi kadar borçlanmak zor ve
satılacak bir şey de kalmadı. Tarımı da dışa açılma saçmalığıyla iflasa
sürüklediler. Dolayısıyla genel tablo hızla grileşmekte. İşsizlik tam bir
felaket halini almış durumda ve o alanda bir iyileşme ihtimali yok. Gelir
dağılımı da skandal kelimesiyle ifade edilebilecek bir dengesizlik tablosu arz
ediyor. Nüfusun %’1’i, ülke servetinin (zenginliğinin) % 54,3’üne el koyuyor,
sonra da kişi başına işte ne bileyim, 10 bin dolar düştüğünü söylüyorlar...
Şahsen, “kişi başına düşmeyen gelir” demeyi tercih ediyorum! Sadece bu durum
rejimin meşruiyetini tartışmayı gerektirirdi. Çünkü bu bir skandal, yani
utanılacak bir durum. Tabii iktisat profesörü bizimle aynı fikirde değildir. Öğrendiği
ve öğrettiği iktisat “bilimine” göre, sermaye sahiplerinin, mülk sahibi sınıfın
servetindeki her artış “herkes için mutlaka gereklidir ve iyidir!”... İşsizlik,
yoksulluk da işçinin, emekçinin, mülksüzleştirilmiş, yaşam için gerekli asgari
araçlardan mahrum edilmiş geniş toplum kesimlerini ilgilendirir... O duruma
düşmüşlerdir, zira kafalarını kullanamamışlardır... rasyonel davranmayı
becerememişlerdir... Bu işte sistemin bir kusuru yoktur yani...
Aslında
tuhaf bir durum ortaya çıkmış görünüyor: Bir taraftan insanları işsiz, aç ve
çaresiz bırakıyorlar, öte yandan da yoksullardan alınan vergilerin (Zaten
zenginler vergi vermez, tam tersine vergileri yağmalarlar, onların vergi
vermesi bir muhasebe oyunudur sadece, zira vergi vermek demek tüketimden kısmaktır.
Siz hiç tüketimini kısan bir zengine rastladınız mı? ) oluşturduğu bütçeden
sadaka olarak cüzi miktarı yoksullara veriyorlar ama sanki kendi keselerinden
veriyormuş izlenimini de yaratarak... Yardım almak için yoksul kâğıdı
gerekiyor, yoksul kâğıdı da iktidar tarikiyle veriliyor. Ve tabii oy
karşılığında veriliyor. Oy vermeyen kâğıttan olma riskini göze almalıdır ve
çaresiz bir insan için hiç de kolay bir şey değildir... Velhasıl, AKP,
yoksulları rehin almış durumda... Tabii belirli bir eşik aşıldığında artık bu
durumu sürdürmek mümkün olmaz ve o sınıra yaklaşılmakta olduğunu
söyleyebiliriz. Lâkin içinden çıkılamaz olan sadece sosyal mahiyetteki
sorunlar, kötülükler değil. Ekolojik yıkım da pupa- yelken yol almaya devam
ediyor. Giderek çok tehlikeli bir sınıra hızla yaklaşılıyor... Nerdeyse, “imara
açılmayan”, satılmayan, bir karış toprak kalmamış gibi... Böyle bir genel
sürdürülemezlik tablosu söz konusuyken, rejimin her geçen gün faşizm sathi
mailinde hızla yol alması şaşırtıcı değil. Zira başka türlü yönetemiyorlar,
yönetemezler... Tabii faşizme koşar adım ilerlerken, “demokratikleşmeden”,
“hukuk devletinden”, “hukukun üstünlüğünden” ne kadar söz edilse yeridir...
GZ:
Şu “büyüme” aldatmacasına da biraz değinmek gerekiyor galiba. Büyüyen nedir?
FB:
Aslında büyüme, sermayenin büyümesi, kârın büyümesi, sömürü, yağma ve talanın
büyümesidir. Böylece mülk sahibi sınıfların (kapitalist sınıfın) topluma ait ne
varsa, ele geçirmesi mümkün oluyor. Kapitalizm koşullarında, özellikle de
şimdiki neoliberal küreselleşme çağında, “ekonomik büyüme” denilen tam bir
yıkıma dönüşüyor. Malûm, kapitalist üretim söz konusu olduğunda, insana,
topluma, doğaya zarar vermeden ilerlemek mümkün değildir. Zira üretim, insan
ihtiyaçları karşılansın diye yapılmıyor, üretimin birinci ve yegâne amacı kâr
etmek, kârı büyütmektir. Elde edilen kârın da yeniden yatırılması, sermayeye
dönüştürme zorunluluğu var ki, netice itibariyle üretmek, sermaye üretmek
şeklinde tezahür ediyor. Her ileri aşamada da zenginlik sınırlı ellerde toplanıyor
ve bu bir başarı olarak sunuluyor... Tam bir kepazelik... Bir fikir vermek
için, 85 kişinin serveti, 3,5 milyar insanın gelirine eşit... Böyle bir
dünyada, barıştan, özgürlükten, insanlıktan, refahtan bahsetmenin bir kıymet-i
harbiyesi olur mu? İşte bu durum, onca öğünülen ekonomik büyümenin sonucu.
Elbette büyüme gerekiyor, ihtiyaçların karşılanması gerekiyor ama, tam bir
kadavra medeniyeti olan kapitalizm dahilinde büyüme insana ve doğaya zarar
vermeden yol alamıyor. Canlı yaşam tehdit altında ve vakitlice harekete
geçilmezse, kurtarılacak pek bir şey kalmayabilir... Şahsen kapitalist büyümeye
“modern çağın afyonu” diyorum. Kavramın jenerik anlamında komümü ihya etmeden
insanlığın ve uygarlığın bir geleceği olmayacak. Herkesin olanı herkese iade
etmek, yanlışı düzeltmek neden mümkün olmasın. Aslında kapitalizm bir sapmaydı
ama insanlığın yegâne vazgeçilmez ufku ve alternatifsiz olduğunu söylemeye
devam ediyorlar ve buna inanan ahmakların sayısı da az değil...
G
Z: “AKP, yoksulları rehin almış durumda...”sözün bana çok ilginç geldi. Bunu
biraz daha açar mısın? Bu rehin almanın mekanizmalarını. Bir yandan da HES’lere
karşı bir köylü direnişi var. Hem de AKP’ye en çok oy çıkan yerlerde. Demek ki,
bu rehin alma denen şey o kadar da sağlam değil. Bir yerlerden yarılması
mümkün. Yüzde 10 barajlı bir seçim sisteminde oy yoluyla bu pek mümkün
görünmüyor. Önümüzde yeni bir seçim var ve muktedirler parlamentoda Anayasayı
değiştirecek çoğunluğu elde etme hesapları peşindeler. Hatta bunu Kürt
mücadelesini yanlarına alarak yapmayı planladıkları da ortada.
FB:
Aslında rejim tüm veçheleri itibariyle batağa saplanmış durumda. İktidar
partisi olan AKP, kendini kurtarmanın
peşinde ve bu amaçla yapamayacağı, göze alamayacağı bir şey yok. Hârika trajedi
yazarı Sophocles, Antigone adlı ünlü
oyununda: “ İnsan, iyiyle kötüyü birbirine karıştırdığında, Tanrılar ruhunu
öylesine feci bir felâkete sürüklerler ki, artık felâketin farkına varmak için
çok az zamanı kalmıştır” diyordu. Senin
de söylediğin gibi AKP, kendini kurtarmak için Kürt muhalefetini de yanına
çekmek istiyor. Din soslu bir dikta rejimini yerleştirmek için Kürtleri aldatma
hesapları yapıyor. Kürtler eğer “kısmî” çıkar hesabıyla bu oyuna gelirlerse,
bunun vebalinin altından bir daha asla kalkamazlar. Şahsen öyle bir ihaneti
göze alabileceklerini sanmıyorum. Gerçi
AKP’nin kendini kurtarması mümkün değil ama Türkiye’nin AKP’den kurtulması
mümkün ve bunu da vakitle yapmak gerekiyor. Tabii ondan kurtulmakla da iş
bitmiyor, bitmeyecek. Onun yerini alacak olan sadece “daha az kötü” olabilir ve
daha az kötüyle düzlüğe çıkma ihtimali yok. Bu da radikal bir paradigma ve
perspektif değişikliğini dayatıyor. O halde eğri oturup doğru konuşma zamanı
gelip çattı demektir. Bir kere bu araba bu yükü taşıyamaz durumda. O zaman yeni
bir arabayla yola devem etmek zorunluluğu var ama önce o yeni arabayı üretmek
geriyor ki, yola devam edilebilsin. Kapitalizmden kopmadan, tutarlı ve kararlı
bir kapitalizmi aşma perspektifine sahip olmadan artık karşı karşıya olduğumuz
sayısız sorunu çözmek ve yola devam etmek mümkün değil. Fakat acilen müdahaleyi
gerektiren bir durumla da karşı karşıyayız: AKP rejimi din soslu,
faşizm/bonapartizm karması, tuhaf bir rejime dönüştü-dönüşüyor... Tehlikeli
eşik hızla aşılmakta. O zaman bir ortak muhalefet cephesi oluşturmak şart.
Tarihte bu tür kritik durumlardaki basiretsizliğin yıkıcı sonuçlarına dair epey
örnek var... Onun için, aklını başına almayı gerektiren bir eşikteyiz...
“Rehin
alma” meselesine gelince, yaşam araçlarından yoksun, işsiz, aç, hiçbir gelire
sahip olmayan insanlara yardım edildiğinde, onlara bir şey verildiğinde, doğal
olarak verene kendilerini borçlu hissederler. Dolayısıyla vermek, bir bakıma
egemen olmak demektir. AKP de ülke zenginliğini yağmalar ve dar bir oligarşiye
peşkeş çekerken, geniş emekçi kesimler işsiz, yoksul, çaresiz duruma geliyor ve
açlık sınırında yaşamalarını sağlayacak yardımlar da ona oy olarak geri
dönüyor. Tabii bu durumu belirli bir eşiğin ötesinde sürdürmek mümkün değildir.
Ama HES’lere direnenlerin durumu farklı. Onlar varlık nedenlerini ortadan
kaldıran bir saldırıyla karşı karşıyalar. Suları, toprakları ellerinden
alınıyor, toprakları, suları, soludukları hava kirletiliyor ki, bu onların
(tabii hepimizin) yaşam koşullarının yok edilmesi demek. Böyle bir saldırı karşısında sessiz ve
tepkisiz kalmaları mümkün değil. Fakat bu tür mücadeleler daha kapsamlı bir
muhalefet hareketine dönüşmediği zaman, kalıcı başarı şansı yoktur.
G.Z:
Galiba daha fazla gecikmemek gerekiyor aşağıdan böyle bir muhalefet hareketi
oluşturmak için. “Felaketin farkına varmak ve önlemeye çalışmak için” bizim de
çok az zamanımız kalmış gibi görünüyor. Çok teşekkürler bu güzel söyleşi için.
F.B:
Asıl benim sana teşekkür etmem gerekiyor her halde!
No comments:
Post a Comment