İtalyan
gazeteci Leopoldina Pallotta della Torre’nin 87-89 yılları arasında Duras’la
yaptığı uzun söyleşi, 2012’de tekrar yayımlanınca haliyle tartışmalar yeniden
başlamış. Hayatı boyunca yazarak, konuşarak sinema, siyaset, sanat,
eleştirmenler hakkında istediklerini söylebilmiş bir yazarın bu defaki
‘netliği’ belli ki her kesimden insanı epey kızdırmış.
Yazmak
yapılan bir’ iş’ midir yoksa kelimelerin gücüne teslim olma zaafı mıdır?
Deliliğin sınırlarında dolaşan insan kendini korumak için en bencil, ürkütücü,
şaşırtıcı, yalnızlaştırıcı, kibirli eylemlerinden birini, ‘yazmayı’ neden seçer
mesela. Sınırın öte yanına geçmemek için mi? Ya da duyguları dile olduğu gibi
aktarmanın imkansız olduğunu bilen yazar, o çaresizlikle nasıl başa çıkar?
Henüz yazılmamış bir kitapla baş başa olmanın korkusu, yalnızlığın en ilkel
haline dönmek midir? Eğer öyleyse neden bunu
sevdiklerinden bile vazgeçecek kadar çok arzular?
Kelimelerin
büyüsüyle, acısıyla, yüküyle yüzleşmeden önce ne yazacağını bilebilseydi
gerçekten yazmak ister miydi insan? Sanmıyorum. Kaderinin kulağına fısıldanması
gibi tatsız bir yolculuk olurdu bu muhtemelen. Yazarken sadece ruhundaki
yırtığın derinleşeceğini hissetmez yazar, aynı zamanda beden gücünün de
zayıflayacağını, kalbinin o süreçte büsbütün yorulacağını bilir. Evet yazmak
yazanı da okuyanı da iyileştirir aynı zamanda ama zehirli bir mürekkep misali
benliğinin bütün derin kıvrımlarıyla dokunanı yakar.
Sevilmek,
okunmak çok da umurunda değilmiş gibi konuşanlara aldırmayın. Herkesten eşit
ölçüde etkilenmezler elbet ama yazdıklarının ‘görülmeme’ ihtimaline bile
dayanamaz yazar. Yazmak bu anlamda her
defasında daha çok yara alarak canına kıymaktır. Kendi hikayesinin nerede
başladığını nerede biteceğini görebilmek için de yazar bazen insan. Ve o
‘hikaye’ hiç bitsin istemez. Yazı bunu garanti etmez, sadece vaat eder. Dile
dökülemeyecek kadar korkunç olanı harf harf kazımak için, hayata, yakınlarına,
sırlara hatta kendi hakikatine bile ihanet eder. Telin üzerinde yaşayan cambaz
misali hep risk alır. Kaçınılmaz olarak kendinden süzülenleri anlattığında
parçalanacağının ve varlığını hırpalayacağının farkındadır ama yine de yazar
işte. Bunun için plan yapmaz. Çıplak gerçekliğin keskin bıçağını boynunda
hissettiğinde bu bilince rağmen oturur yazar. Belki bu yüzden yazmayanların
hayat denilen o kaosla nasıl başa çıktığını da pek anlamaz.
İnsan
yazmadığında ne yapar?
Bu
sorunun cevabını içtenlikle merak eden Fransız yazar Marguerite Duras,
“Yazmayan insanlara karşı gizli bir hayranlığım var ve nasıl yapabildiklerini
tam bilmiyorum” diyor. Okuduğum
yazı-insan ilişkisi tarifleri arasında en ilginç ve samimi olanlardan birisiydi
sanırım.
Duras,
sinema yazarlığına yaklaşımı, söyleşilerindeki sert ifadeler, çıplak itiraflar,
hakkında çıkan skandal haberler, eleştirmenlerle kavgaları, Mitterand’la
yakınlığı ve elbette sıra dışı edebiyatıyla geçtiğimiz yüzyılın en çok
konuşulan yazarlarından biri oldu. Hala da öyle. İtalyan gazeteci Leopoldina
Pallotta della Torre’nin 87-89 yılları arasında Duras’la yaptığı uzun söyleşi,
2012’de tekrar yayımlanınca haliyle tartışmalar yeniden başlamış. Hayatı
boyunca yazarak, konuşarak, sinema,
siyaset, sanat, eleştirmenler hakkında istediklerini söylemiş bir yazarın bu
defaki ‘netliği’, belli ki her kesimden insanı epey kızdırmış.
On
üç tematik bölümden oluşan bu söyleşi kitabını ‘Askıya Alınmış Tutku’yu okurken
Duras’nın düşüncelerine büyük ölçüde katıldım. Arada kızıp “daha neler” derken,
yüksek sesle güldüğüm de oldu. Çocukluğundan, kadınlardan, erkeklerden,
tutkudan bahsettiği bazı bölümlerde bir yazar olarak ne kadar
derinleşebildiğini de fark ettim. Doğrusu edebiyatını – özellikle bir dönemini-
fazla teatral, biraz savruk ve dilin haz veren tabiatından uzaklaşmış
bulurum. Fazla diyaloglu romanlarında
hikayeye yabancılaşırım ama bu elliye yakın roman, oyun yazmış, gazetelerde, dergilerde okurları kışkırtan,
düşündüren makaleler yayınlamış özel bir yazarın düşüncelerini merak
etmeyeceğim anlamına gelmiyor. Tam tersine ‘yazar’ düşüncelerini, yazı
riyakarlığının tuzağına düşmeden net ifadelerle, söyleyebiliyorsa ‘yazarlık’
mertebesinde biraz daha yükselmiştir benim için. Bu ve benzeri söyleşi
kitaplarını bu anlamda kıymetli buluyorum.
Ödünç
acıyla roman yazamazsınız
Söylediklerinin
bana göre doğru, yanlış, kabul edilebilir, keskin, anlamsız olması değil ölçüm.
İstediklerini korkularına rağmen söyleyebilme cesareti. Evet bu söyleşiyi yaptığında 75 yaşını
geçmiş, kimseyi umursamadığı bir noktaya gelmiş olabilir ama yazarlık kariyeri
boyunca çok farklı davranmamış. Kaldı ki dediği gibi, insan pek çok şey
hakkında yalan söyleyebilir ama acının özü hakkında söylemez. Duras’ya küçük
bir ek yapmak gerekirse, başkalarının kelimeleriyle yazabilirsiniz,
konuşabilirsiniz ama ödünç acıyla roman yazamazsınız. İşte bu yüzden soruları
da fevkalade derinlikli olan bu söyleşiyi edebiyat, yazı seven biri olarak
okurken duygulara, yazmaya, zaaflara dair pek çok yeni yıldız parladı zihnimin
kuytusunda.
Onun
yazılamayacak, yaşanamayacak ‘haller’ hakkındaki tevekkül sahibi duruşu
ferahlattı mesela. Hindiçin’de geçirdiği özel çocukluğunu (Yıllar sonra
milyonlar satacak ‘Sevgili’ romanına konu olan dönem) anlatırken ‘hayata yabanıl bir bağlılık’ kazandığından
bahsediyordu. Erken yaşta kaybettiği babasının, nefret ettiği erkek kardeşinin
erkeklere karşı güvensizliği tetiklediğini söylüyordu. Deliliği onda sonsuza
kadar iz bırakan annesinin olağanüstü bir masal anlatıcısı olduğunu
öğrendiğimde kendi hikayelerini edebiyatın diline tercüme etmekten başka çaresi
olmadığını da anladım.
Siyasi
angajmanları reddetmesine rağmen 8 yıl süren komünist parti militanlığının
ondaki bilançosunu net ifade ediyordu: “Bir partiye katılmak için otistik,
nevrozlu, bir anlamda kör ve sağır olmak gerekiyor”. O tüm rejimler gibi
Marksizm’in de ‘bazı özgür güçler’den – hayal gücü, şiir, hatta aşk –
korktuğunu hatırlatıyordu. Özellikle bu bölümde ‘eski Marksistlerin’ ona çok
kızdığını tahmin edebiliyorum.
‘Kim
okuyor onları, sıkıcılar bence’
Duras,
kim ne dersin kendi korkularına, zaaflarına, yersizliğine rağmen özgürleşmeye
önem veren bir yazar. İnsanın kendisinden öncekilerin üsluplarından,
düşüncelerinden oparak, bunları her
seferinde yeniden icat ederek yazılabileceğine inanıyor. Çelişkilere takılmadan
yazar olunamayacağını biliyor çünkü. Gazeteciliği tarif ederken yazarlıkla
arasındaki farkı göstermek için bir yazarın, kendi kitaplarında kolayca
vazgeçebileceği ‘net’ ahlaki bir duruşu ortaya koyuyor.
Hiç
inanmamanın mümkün olmadığını, bunun büyük tutkuların sonsuzluğunu ortadan
kaldırmak olduğunu düşünüyor Duras. İnsanların ona dayattıkları delilikten
kurtulmak için büyük çaba sarf ettiğinden bahsediyor. ‘Kitabın önemli olmasının
sıkıcı olmakla karıştırıldığı’ tespitlerine katılmamak mümkün değil. Kendisine
‘entelektüel zımbırtılar’ yazıyor diyenlerle de inceden dalgasını geçiyor
tabii.
Duras,
pek çok kadın karakteri gibi yaşamayı başaramadığı bir hayatın delisi miydi,
bilmiyorum. Psikanalizle, nevrozuyla ilişkisi çok uçlu ve yeterince ‘akıllı’
bence. Deliliğinin bilince varmanın iyileşmek için yeterli olmadığının farkında
ve belki de bunu yenmek için alkolle mücadele verdiği zor zamanlarda bile
yazmaktan vazgeçememiş. Kendi deyişiyle kimsenin çözemeyeceği içimizdeki ‘tutku
mekanı’ denen yerden bir türlü kopamamış.
Kendini
yok etmek, önemini ortadan kaldırmak için varlığının yerine kitaplarını
koyabilen yazar başka yazarlara karşı da acımasız olabiliyor haliyle. Bazı
çağdaş Fransız yazarları ve ‘Yeni Roman’ akımı yazarları hakkındaki düşünceleri
biraz acımasız lakin gerçekçi: “Benim için fazla entelektüel. Bir edebiyat
teorisine tutunmak ve tüm hayal gücünü bununla yönetmek. Bense, hayır, benim
hiç böyle düşüncelerim olmadı…Kim okuyor onları. Sıkıcılar bence”. Camus’nünki gibi angaje edebiyat hakkındaki
cevabı ise fazla keskin: “Daha önce de söyledim. Çağdaşlar sıkıyor
beni…Edebiyatı, bir tezi yaymak için araç olarak düşünmeleri fikri bile beni
bunaltıyor. Sartre’ın Fransa’nın bu üzücü kültürel ve siyasi geri kalmışlığının
nedeni olduğunu düşünüyorum. Kendisini Marx’ın mirasçısı, düşüncesinin tek
gerçek tercümanı olarak kabul ediyordu”. Bu dikenli cevaplardan ‘edebiyat
ödülleri’ de nasibini alıyor tabii: “Bir eserin edebi değerinden önce kurum
önemseniyor. Yenilikçi eğilimlerin ağır basabilmesi için jüriyi yargılayabilmek
gerekiyor”. Zaten kendisi de teklifleri reddetmiş. Neden ona çok kızdıkları
anlaşılıyor değil mi artık? Ülkesindeki bütün ‘kutsal’ edebiyat tanrılarına
dair düşündüklerini bayağı bir politik doğruculuğun arkasına gizlenmeden
anlatıyor çünkü. Üstelik kitaplarının
beğenilmeme endişesini yaşadığı sürece yakasını bırakmadığını itiraf ederek.
‘İnsan
yazdığı gibi arzular’
Kim
ne derse desin okurlarıyla, sinema, tiyatro, edebiyat, sanat, siyaset dünyasından hakiki dostlarıyla, birbirine
benzemeyen sevgilileriyle, yazdıklarıyla, hırçınlığıyla kendine has
dürüstlüğüyle, zaaflarıyla özel bir kadından bahsediyor bu söyleşi kitabı.
Özellikle ‘Tuktu’ ve ‘Bir Kadın’ bölümünde edebiyattan ve şahsından iyi
anladığı belli olan kadın gazeteciye verdiği cevaplar, okuyanda eserleri kadar
iz bırakacaktır muhtemelen; “Arzu gözükmeyen bir şeydir ve bu yönüyle yazıya
benzer: İnsan yazdığı gibi arzular durmaksızın…Kaos arzunun içindedir. Haz,
ulaşmayı başardığımız o küçücük kısımdır. Aslında arzumuzun büyük kısmı orada
kalır, sonsuza dek kaybedilir”.
Duras’ın
dikenli düşüncelerine katılmasanız bile özgürleşmek için kendini, çevresini
eksiltmekten korkmayan bir yazarın müdanasız duruşunu kavrayabilmek için bile
iyi bir fırsat bu söyleşi. Netice itibarıyla “Yazarlar, asla başkalarının
onların olmasını istediği yerde olmazlar” diyen ‘net’ bir yazardan
bahsediyoruz. Yetmez mi? Bana bu kadarı bile yetti aslında. Kaybolan arzular, yakıcı tutkular has
edebiyatın meselesi ne de olsa.
____________________________________________________________
Askıya
Alınmış Tutku – Can Yayınları
Marguerite
Duras /Çev. Birsel Uzma
(T24)
No comments:
Post a Comment