Sunday, 21 December 2014

Başka ateşler ve düştükleri yerde yanan başka yürekler de var



Bir hafta önce siyaset gündemimiz, Zaman ve Samanyolu yöneticilerini de kapsayan gözaltılarla sarsıldı.

O günkü "pazar yazısı"nı erken emekli ederek kısa sürede kaleme aldığım Geçmiş kinleri kusma değil, medya özgürlüğü için dayanışma günü başlıklı yazıyı yayımladım.

İktidarın Cemaat medyasına yönelik saldırılarına karşı çıktığım yazıda, "hukuksuzluk karşısında duruma ve kuruma/kişiye göre tutum belirlenmez; adaleti savunan, her koşulda ve herkesle ilgili olarak savunur" dedim ve şunu ekledim:

"Zaman ve Samanyolu'na baskıları (geçmiş kinleri gerekçe göstererek) seyretmek demokratlık olmaz. Geçmişte bazı gazeteciler BİZİM özgürlüğümüzü savunmadılarsa, bu ONLARIN sorunudur. Bugün ONLARIN özgürlüğünü savunmak ise BİZİM sorunumuzdur."


Yazım ve bazı twitlerim Cemaat medyasının "kendi mahalleleri dışından yükselen dayanışma sesleri" arasında yer buldu. Bazı gazete, televizyon ve internet siteleri benimle söyleşi yaptı.

Bugüne kadar birkaç tanışma ve tartışma platformu dışında bir araya gelmediğim Cemaat medyası mensubu meslektaşlarla bu karşılaşmalarda edindiğim bazı izlenimleri ve önemsediğim bir konuyu aktarmak istiyorum.

*    *    *

Hiçbir zaman Cemaat'e yakın durmayan bir gazetecinin şimdi gösterdiği dayanışmaya ilgi duymaları herhalde doğaldı. Benim iktidara yönelik eleştirilerimi ve medya özgürlüklerinin sınırlanmasına karşı çıkarken söylediklerimi memnuniyetle destekledikleri de ortadaydı.

Herhangi bir mahalleye ait olmama kompleksi taşımama rağmen sol kökenli bir gazeteci olmamdan dolayı, muhtemelen Cemaat'le asla ve hiçbir düzlemde bir araya gelmek istemeyen, mevcut aşamayı "Yesinler birbirini!" arzusuyla izleyen, hatta AKP'nin Cemaat'i bitirmesinin "hayırlı bir iş" olacağı kanısını taşıyan bazı solcu gazetecilerden "farklı düşünenlerin de var olduğunu" göstermenin de önemli olduğunu düşünüyorlardı.

Son bir yılda iktidarla sert bir mücadele içinde bulunan Cemaat'in daha önceki upuzun dönemde AKP ile birlikte davranmış olması konusu, çok hassas ve - en azından "şimdilerde" - fazla dile dolanmaması gereken bir mesele gibiydi.

Ancak geçen bir yıl içinde ciddi bir öz eleştiri yapamadığını sandığım Cemaat içinde, geçmişi sorgulayan bazı kıpırtılar da tam şu sırada ortaya çıktı. Zaman Gazetesi Washington Temsilcisi Ali H. Aslan, bu zor günlerinde kendilerine destek veren açıklamasından dolayı Ahmet Şık'tan "Biz senin özgürlüğüne böyle sahip çıkamamıştık" sözleriyle ve "hakkını helal et" diyerek fiilen özür dilemiş oldu. Twitter'dan benzer sesler yükseldi. Zaman yazarı Kerim Balcı'dan da bir özür mesajı geldi. Daha önce Ahmet Şık'a teşekkür edip "içerden çıktıktan sonra görüşeceğini" dile getiren Ekrem Dumanlı dünkü konuşmasında benzer bir vurguya yer verdi.

Burada mesele "Önce özür dile, sonra konuşalım" ya da "Bak, zorladık ve özür dilettik" gibi anlamsız ve saçma bir yaklaşıma dayanmamalı elbette. Tek başına "özür" kelimesi bir sembolden öte anlam taşımıyor. Asıl mesele, Cemaat'in gerçekten de geçmişe ilişkin cesur ve kapsamlı bir öz eleştiri yapma ihtiyacını hissedip hissetmemesiyle, bu cesaret ve içtenliğe sahip olup olmamasıyla ilgili. Ve bu, kuşkusuz, Cemaat mensuplarının iç sorunu. Onlar da özeleştiriyi zaaf ve hata olarak gören birçok kişi ve siyasi hareket temsilcisi gibi, başkalarına "Siz kendinize bakın" diyerek konuyu kapatma "özgürlüğü"ne sahip.

Bu mesele, bugünden yarına çözülecek bir konuya benzemiyor doğal olarak. Zaman gösterecek.

Ancak yine "doğal" olduğu kabul edilse de, üzerinde hemen şimdi durulması gereken bir başka konu var bence.

*    *    *

Cemaat medyasından meslektaşların benimle söyleşi sırasında sordukları (ya da örneğin, Samanyolu TV'de canlı yayını beklerken yanımdaki gazetecilerden duyduğum), onlar açısından cevabı "çok net" bir soru vardı:

"Siz hiç bugüne kadar böyle bir zulüm gördünüz mü?"

Bana bu soruyu soranların gözlerine, mimik ve jestlerine dikkat etmek, onların samimiyetine inanmak için yeterliydi. Gerçekten de AKP iktidarının temsilcilerinin sudan gerekçeler üreterek 17 Aralık'ın intikamını almaya çalışırken ahlak ve yasadışı davrandıklarından, bu arada gazetecileri haksızca içeri attıklarından, onların insani ve hukuki haklarını çiğnediklerinden, ilaç içmeleri için su bile vermediklerinden bahsederken içtenlikleri daha da belirginleşiyordu.

Ama...

Sordukları soruya duymak istedikleri cevabı vermem mümkün değildi.

İddialarının tersi doğruydu zira. Hatta daha da fazlası:

"Türkiye bugüne kadar bu tür zulümleri çok gördü. Hatta bundan çok daha fazlasını, çok daha acımasızını defalarca gördü ve yaşadı."

Siyasetin solundan ve sağından yüz binlerce insan geçmiş iktidarların baskı ve işkence çarkından geçirildi. Bir kısmı o çarklarda hayatını kaybetti. Bugün bile çok daha yoğun şiddete hedef olan muhalifler ve gazeteciler var. KCK tutukluları gibi.

Cemaat mensuplarının bu tutumlarında bir "yalan" ve "yapmacık" belirtisi arama eğiliminde değilim. Bu, kendisinden farklı olanlara yeterince ilgi duymamaktan, "ötekinin sorunu"na gereken duyarlılığı göstermemekten kaynaklanan bir tablo da olabilir.

Samanyolu'nun canlı yayınında da söylediğim gibi, ateş düştüğü yeri yakıyor; ama başka ateşler ve düştükleri yerde yanan başka yürekler de var.

Muhalif güçlerin iktidara karşı - kendi siyasi kimliklerini ve görüşlerini koruyarak - şu ya da bu şekilde bir araya gelebilmeleri ve (en azından insan hakları ve temel özgürlükler, bu arada medya özgürlüğü konusunda) işbirliği yapmaları için kimsenin kendini abartıp ötekileri küçümsememesi gerek.

Kimse "en akıllı" ve "en haklı" değil. Kimseye yönelik iktidar baskısı bir "milat" değil. Kimse "demokrasi savaşının bir numaralı gücü" değil.

Evet, bugün Cemaat'in canı çok yandı; bu acıyla haykırıyorlar, tüm düşünceleri ve duygularıyla iktidara karşı mücadeleye seferber oluyorlar.

Ama yine de şunu göz önünde tutmalılar: Kimsenin acısı, ötekinin acısından "daha acı" değil!

*    *    *

On yıllar boyunca ne baskılar, ne operasyonlar, ne işkenceler gördü bu ülke!

Nice isyan yüzlerce, binlerce insanın kanı ile bastırıldı.

Zilan Deresi de buna dahil, Dersim de...

Maraş, Çorum ve Sıvas katliamları da...

Ermeni kırımı da, Varlık Vergisi ve Aşkale Toplama Kampı da, 6-7 Eylül 1955 olayları da...

1 Mayıs 1977 de, bir hafta sonra üçüncü yıldönümünde anacağımız Roboski (Uludere) de...

Binlerce köyü boşaltılan, yakılan, silah zoruyla dışkı yedirilen Kürtler'i yok sayabilir miyiz?

Kimisi "faili meçhul" cinayetlere kurban giden, kimisi işkencelerde öldürülen veya "kayboldu" denilerek üzerine çizgi atılan ya da Hrant Dink gibi ortalık yerde haince vurulan insanları hafızamızdan çıkarabilir miyiz?

Günümüzde medya özgürlüğü yerlerde sürünüyor, evet. Ama 1992'de kurulup iki yıldan az süren ömrü boyunca 20 kadar yazarını, muhabirini ve dağıtımcısını "faili meçhul" cinayetlerde yitiren Özgür Gündem'i de unutmayalım. (Sedat Yılmaz'ın o korkunç günleri anlatan Press filmini görmenizi tavsiye ederim.)

Baskı demek illaki ölüm demek değil elbette. Sürgünlerden tutun, demokrasi karşıtı yasalara ve uygulamalara kadar, kadınlara hayatın dar edilmesine, çocuk yaşta zorla evlendirilen kızlara, bin bir çeşit saldırıya uğrayan LGBTİ bireylerine, türlü tehditlere hedef olan ateistlere kadar...

Her yanımız kan, kin ve korku dolu...

Onun için şimdilerde "Siz hiç bugüne kadar böyle bir zulüm gördünüz mü?" diye soran ve hayır cevabını duymak isteyen Cemaat mensuplarının, üzerinde kafa yorması gereken şeyler var.

"Türkiye bugüne kadar bu tür zulümleri çok gördü. Hatta bundan çok daha fazlasını, çok daha acımasızını defalarca gördü ve yaşadı."

Acıları yarıştırmıyoruz. Ama ne yazık ki böyle...

@AksayHakan
 

No comments:

Post a Comment