Bir hafta
önce siyaset gündemimiz, Zaman ve Samanyolu yöneticilerini de kapsayan
gözaltılarla sarsıldı.
O günkü
"pazar yazısı"nı erken emekli ederek kısa sürede kaleme aldığım
Geçmiş kinleri kusma değil, medya özgürlüğü için dayanışma günü başlıklı yazıyı
yayımladım.
İktidarın
Cemaat medyasına yönelik saldırılarına karşı çıktığım yazıda, "hukuksuzluk
karşısında duruma ve kuruma/kişiye göre tutum belirlenmez; adaleti savunan, her
koşulda ve herkesle ilgili olarak savunur" dedim ve şunu ekledim:
"Zaman
ve Samanyolu'na baskıları (geçmiş kinleri gerekçe göstererek) seyretmek
demokratlık olmaz. Geçmişte bazı gazeteciler BİZİM özgürlüğümüzü
savunmadılarsa, bu ONLARIN sorunudur. Bugün ONLARIN özgürlüğünü savunmak ise
BİZİM sorunumuzdur."
Yazım ve
bazı twitlerim Cemaat medyasının "kendi mahalleleri dışından yükselen
dayanışma sesleri" arasında yer buldu. Bazı gazete, televizyon ve internet
siteleri benimle söyleşi yaptı.
Bugüne
kadar birkaç tanışma ve tartışma platformu dışında bir araya gelmediğim Cemaat
medyası mensubu meslektaşlarla bu karşılaşmalarda edindiğim bazı izlenimleri ve
önemsediğim bir konuyu aktarmak istiyorum.
* *
*
Hiçbir
zaman Cemaat'e yakın durmayan bir gazetecinin şimdi gösterdiği dayanışmaya ilgi
duymaları herhalde doğaldı. Benim iktidara yönelik eleştirilerimi ve medya
özgürlüklerinin sınırlanmasına karşı çıkarken söylediklerimi memnuniyetle
destekledikleri de ortadaydı.
Herhangi
bir mahalleye ait olmama kompleksi taşımama rağmen sol kökenli bir gazeteci
olmamdan dolayı, muhtemelen Cemaat'le asla ve hiçbir düzlemde bir araya gelmek
istemeyen, mevcut aşamayı "Yesinler birbirini!" arzusuyla izleyen,
hatta AKP'nin Cemaat'i bitirmesinin "hayırlı bir iş" olacağı kanısını
taşıyan bazı solcu gazetecilerden "farklı düşünenlerin de var
olduğunu" göstermenin de önemli olduğunu düşünüyorlardı.
Son bir
yılda iktidarla sert bir mücadele içinde bulunan Cemaat'in daha önceki upuzun
dönemde AKP ile birlikte davranmış olması konusu, çok hassas ve - en azından
"şimdilerde" - fazla dile dolanmaması gereken bir mesele gibiydi.
Ancak geçen
bir yıl içinde ciddi bir öz eleştiri yapamadığını sandığım Cemaat içinde,
geçmişi sorgulayan bazı kıpırtılar da tam şu sırada ortaya çıktı. Zaman
Gazetesi Washington Temsilcisi Ali H. Aslan, bu zor günlerinde kendilerine
destek veren açıklamasından dolayı Ahmet Şık'tan "Biz senin özgürlüğüne
böyle sahip çıkamamıştık" sözleriyle ve "hakkını helal et"
diyerek fiilen özür dilemiş oldu. Twitter'dan benzer sesler yükseldi. Zaman
yazarı Kerim Balcı'dan da bir özür mesajı geldi. Daha önce Ahmet Şık'a teşekkür
edip "içerden çıktıktan sonra görüşeceğini" dile getiren Ekrem
Dumanlı dünkü konuşmasında benzer bir vurguya yer verdi.
Burada
mesele "Önce özür dile, sonra konuşalım" ya da "Bak, zorladık ve
özür dilettik" gibi anlamsız ve saçma bir yaklaşıma dayanmamalı elbette.
Tek başına "özür" kelimesi bir sembolden öte anlam taşımıyor. Asıl
mesele, Cemaat'in gerçekten de geçmişe ilişkin cesur ve kapsamlı bir öz
eleştiri yapma ihtiyacını hissedip hissetmemesiyle, bu cesaret ve içtenliğe
sahip olup olmamasıyla ilgili. Ve bu, kuşkusuz, Cemaat mensuplarının iç sorunu.
Onlar da özeleştiriyi zaaf ve hata olarak gören birçok kişi ve siyasi hareket
temsilcisi gibi, başkalarına "Siz kendinize bakın" diyerek konuyu
kapatma "özgürlüğü"ne sahip.
Bu mesele,
bugünden yarına çözülecek bir konuya benzemiyor doğal olarak. Zaman gösterecek.
Ancak yine
"doğal" olduğu kabul edilse de, üzerinde hemen şimdi durulması
gereken bir başka konu var bence.
* *
*
Cemaat
medyasından meslektaşların benimle söyleşi sırasında sordukları (ya da örneğin,
Samanyolu TV'de canlı yayını beklerken yanımdaki gazetecilerden duyduğum),
onlar açısından cevabı "çok net" bir soru vardı:
"Siz
hiç bugüne kadar böyle bir zulüm gördünüz mü?"
Bana bu
soruyu soranların gözlerine, mimik ve jestlerine dikkat etmek, onların
samimiyetine inanmak için yeterliydi. Gerçekten de AKP iktidarının
temsilcilerinin sudan gerekçeler üreterek 17 Aralık'ın intikamını almaya
çalışırken ahlak ve yasadışı davrandıklarından, bu arada gazetecileri haksızca
içeri attıklarından, onların insani ve hukuki haklarını çiğnediklerinden, ilaç
içmeleri için su bile vermediklerinden bahsederken içtenlikleri daha da
belirginleşiyordu.
Ama...
Sordukları
soruya duymak istedikleri cevabı vermem mümkün değildi.
İddialarının
tersi doğruydu zira. Hatta daha da fazlası:
"Türkiye
bugüne kadar bu tür zulümleri çok gördü. Hatta bundan çok daha fazlasını, çok
daha acımasızını defalarca gördü ve yaşadı."
Siyasetin
solundan ve sağından yüz binlerce insan geçmiş iktidarların baskı ve işkence
çarkından geçirildi. Bir kısmı o çarklarda hayatını kaybetti. Bugün bile çok
daha yoğun şiddete hedef olan muhalifler ve gazeteciler var. KCK tutukluları
gibi.
Cemaat
mensuplarının bu tutumlarında bir "yalan" ve "yapmacık"
belirtisi arama eğiliminde değilim. Bu, kendisinden farklı olanlara yeterince
ilgi duymamaktan, "ötekinin sorunu"na gereken duyarlılığı
göstermemekten kaynaklanan bir tablo da olabilir.
Samanyolu'nun
canlı yayınında da söylediğim gibi, ateş düştüğü yeri yakıyor; ama başka
ateşler ve düştükleri yerde yanan başka yürekler de var.
Muhalif
güçlerin iktidara karşı - kendi siyasi kimliklerini ve görüşlerini koruyarak -
şu ya da bu şekilde bir araya gelebilmeleri ve (en azından insan hakları ve
temel özgürlükler, bu arada medya özgürlüğü konusunda) işbirliği yapmaları için
kimsenin kendini abartıp ötekileri küçümsememesi gerek.
Kimse
"en akıllı" ve "en haklı" değil. Kimseye yönelik iktidar
baskısı bir "milat" değil. Kimse "demokrasi savaşının bir
numaralı gücü" değil.
Evet,
bugün Cemaat'in canı çok yandı; bu acıyla haykırıyorlar, tüm düşünceleri ve
duygularıyla iktidara karşı mücadeleye seferber oluyorlar.
Ama yine
de şunu göz önünde tutmalılar: Kimsenin acısı, ötekinin acısından "daha
acı" değil!
* *
*
On yıllar
boyunca ne baskılar, ne operasyonlar, ne işkenceler gördü bu ülke!
Nice isyan
yüzlerce, binlerce insanın kanı ile bastırıldı.
Zilan
Deresi de buna dahil, Dersim de...
Maraş,
Çorum ve Sıvas katliamları da...
Ermeni
kırımı da, Varlık Vergisi ve Aşkale Toplama Kampı da, 6-7 Eylül 1955 olayları
da...
1 Mayıs
1977 de, bir hafta sonra üçüncü yıldönümünde anacağımız Roboski (Uludere) de...
Binlerce
köyü boşaltılan, yakılan, silah zoruyla dışkı yedirilen Kürtler'i yok sayabilir
miyiz?
Kimisi
"faili meçhul" cinayetlere kurban giden, kimisi işkencelerde
öldürülen veya "kayboldu" denilerek üzerine çizgi atılan ya da Hrant
Dink gibi ortalık yerde haince vurulan insanları hafızamızdan çıkarabilir
miyiz?
Günümüzde
medya özgürlüğü yerlerde sürünüyor, evet. Ama 1992'de kurulup iki yıldan az
süren ömrü boyunca 20 kadar yazarını, muhabirini ve dağıtımcısını "faili
meçhul" cinayetlerde yitiren Özgür Gündem'i de unutmayalım. (Sedat
Yılmaz'ın o korkunç günleri anlatan Press filmini görmenizi tavsiye ederim.)
Baskı
demek illaki ölüm demek değil elbette. Sürgünlerden tutun, demokrasi karşıtı
yasalara ve uygulamalara kadar, kadınlara hayatın dar edilmesine, çocuk yaşta
zorla evlendirilen kızlara, bin bir çeşit saldırıya uğrayan LGBTİ bireylerine,
türlü tehditlere hedef olan ateistlere kadar...
Her
yanımız kan, kin ve korku dolu...
Onun için
şimdilerde "Siz hiç bugüne kadar böyle bir zulüm gördünüz mü?" diye soran
ve hayır cevabını duymak isteyen Cemaat mensuplarının, üzerinde kafa yorması
gereken şeyler var.
"Türkiye
bugüne kadar bu tür zulümleri çok gördü. Hatta bundan çok daha fazlasını, çok
daha acımasızını defalarca gördü ve yaşadı."
Acıları
yarıştırmıyoruz. Ama ne yazık ki böyle...
@AksayHakan
No comments:
Post a Comment