Tuesday 30 December 2014

Che BM Konuşması


Her şeyden önce, Küba temsilciler heyeti olarak burada tüm dünyanın sorunlarını tartışan ulusların arasına katılan üç yeni üyenin toplantımızda bulunmasından mutluluk duyduğumuzu belirtmek isteriz. Zambiya, Malavi ve Malta halkları adına Birleşmiş Milletler toplantısına katılan cumhurbaşkanlarını ve başbakanları saygıyla selamlar, bu ülkeleri, emperyalizme, ve sömürgeciliğe karşı mücadele eden bağlantısız ülkeler arasında görmeyi dileriz.

Toplantı başkanını da kutlamak isteriz. Böylesine yüce bir göreve getirilmesinin bizim için özel bir anlamı vardır; başkanlığı, Afrika halklarının parlak zaferlerine rastlamıştır. Daha dün emperyalist sömürgecilik sisteminin kölesi olan bu Afrika ülkeleri, bugün bağımsızlıklarını kazanmış, kendi kaderlerini tayin etme belirleme özgürlüğüne kavuşmuşlardır.
Sömürgeciliğin vadesi doldu. Afrika, Asya ve Latin Amerika halkları yeni düzen kuruyor, tavizsiz, kendi geleceklerini belirleme ve ülkelerini özgürce geliştirme haklarını istiyorlar. Küba heyeti, anlamaya varılamamış önemli konularda tavrını ortaya koymak amacıyla toplantıda bulunuyor. Bunu, bu kürsüden bulunmanın gerektirdiği yüksek sorumluluk duygusuyla yapacağız. Aynı zamanda, açık ve kesin konuşma gerekliliğini de gözden uzak tutmayacağız.

Bu toplantının hareketli geçmesini, hızlı yol alınmasını, komisyonların hemen çalışmaya başlamasını ve anlaşmazlıklar ortaya çıksa dahi duraklamamalarını istiyoruz. Emperyalizmin amacı ise, bu toplantıyı işlevsiz bir konuşma panayırına dönüştürmektir. Böylelikle, dünyanın sorunlarına çözüm aranması bir yana bırakılacaktır. Bunu önlemeliyiz. Gelecekte, bu toplantı yalnızca sıra numarasıyla, 19. Bileşim olarak anılmamalıdır. Bütün gücümüzle buna engel olmalıyız.

Bu davranışı, bir vazife sayıyoruz, çünkü ülkemiz çatışmaların merkezidir. Küba, küçük ülkelerin egemenlik haklarını koruyan ilkelerin her an sınandığı bir yerdir. Ülkemiz, emperyalist Amerika Birleşik Devletleri’nin birkaç adım ötesinde dünya özgürlüğünün savunulduğu bir mevzidir. Eylemlerimizle, her gün oluşturduğumuz örnekle, halkların gerçekten kurtulabileceğini ve insanlığın bugün içinde bulunduğu koşullarda bile özgür kalabileceklerini kanıtlamaklayız. Kuşkusuz, giderek güçlenen sosyalist kampın caydırıcılığı büyüktür. Bu koşulların sürekli olması için kamp içindeki birlik ve beraberliğin sağlamlaştırılması, geleceğe güven duyulması, ülke ve devrimi savunmada ölene dek savaşmaya kararlı olunması gerekmektedir. Küba, bu koşulları gerçekleştirmiştir.

Bu toplantıda ele alınacak önemli sorunlar arasından biri, bizim için özel bir anlam taşımaktadır. Değişik sosyo-ekonomik düzenlere sahip devletlerin barış içinde bir arada yaşaması ortaya konması gereken asıl sorundur. Dünyada, bu alanda büyük adımlar atıldı, ancak emperyalizm -ABD emperyalizmi- barış içinde birarada yaşama hakkının sadece en büyük güçler için geçerli olduğu kanısında. Burada sizlere, başbakanımızın Kahire’de söylediği, İkinci Bağlantısız Ülkeler Hükümet ve Devlet Başkanları Konferansı bildirisinde sarfettiği sözleri yenilemek istiyoruz: Dünya barışı güvence altına alınmak isteniyorsa, barış içinde yaşamak hakkı sadece en güçlülere tanınamaz. Barış içinde birarada yaşama ilkesine tüm devletler uymalıdır. Ülkelerin büyüklükleri, daha önce kurdukları ilişkiler ve belirli dönemlerde, bazı ülkeler arasında çıkan sorunlar bu ilkelerin uygulanmasına engel olmamalıdır.

Bugün, özlemini duyduğumuz barış içinde yaşama, çoğu kez gerçekleşememektedir. Kamboçya Krallığı, tarafsızlığını koruduğu ve Birleşik Devletler emperyalizminin hilelerine karşı durduğu boyun eğmediği için her türlü vahşice saldırıya uğradı. Bu saldırılar, Güney Vietnam’daki ABD üslerinden yönetildi. Bölünmüş bir ülke olan Laos da emperyalist saldırılardar nasibini aldı. Laos halkı hava kuvvetlerinin bombardımanları altında yokedildi, Cenevre Anlaşmaları yok sayıldı. Laos topraklarının bir bölümü, emperyalist güçlerin ani saldırısına uğramak tehlikesi altındadır. Saldırının anlamını dünyada en iyi bilen Vietnam Demokratik Cumhuriyeti, sınırlarının bir kez daha düşman güçlerce aşıldığını, bombardıman ve avcı uçaklarının taş üzerinde taş bırakmadığını , ABD savaş gemilerinin kara sularına girdiğini, deniz üslerinin yok edildiğini görüp yaşadı. Vietnam Demokratik Devleti’nin tüm toprakları şu anda Amerika Birleşik Devletleri’nin saldırı tehlikesiyle karşı karşıyadır. Çünkü, ABD, Güney Vietnam’a karşı yıllardır sürdürdüğü savaşı artık Vietnam Demokratik Cumhuriyeti’ne sıçratmak amacında. Sovyetler Birliği ve Çin Halk Cumhuriyeti, Birleşik Devletleri birçok kez uyardı. Dünya barışı tehlikededir. Üstelik, Asya’nın bu bölgesinde yaşayan milyonlarca masum insanın hayatı tehdit altındadır. Bu bölgelerde barış, işgalci ABD ‘nin kişisel isteklerine bağlıdır.

Barış içinde birarada yaşama ilkesi, Kıbrıs’ta, NATO’nun ve Türkiye hükümetinin baskıları yüzünden zor bir sınav geçirdi. Kıbrıs halkı ve hükümeti egemenliklerini kahramanca savunmak zorunda kaldılar.

Tüm Dünyada, emperyalizm barış içinde birarada yaşamayı, kendine göre, farklı şekillerde yorumlamakta, kendi bakış açısını zorla kabul ettirmeye uğraşmak. Gerçek anlamda barış içinde birarada yaşamanın ne olduğunu, sosyalist kampın müttefiği ezilen uluslar, emperyalistlere öğretmeli, bu konuda Birleşmiş Milletler de onlara yardım etmelidir.
Barış içinde birarada yaşama ilkesi iyice açıklığa kavuşturulup, düzgün bir şekilde tanımlanmalıdır. Bu ilke, sadece egemen devletler arasındaki ilişkileri içermekle kalmaz. Biz, marksistler, uluslar arasında barışın, sömürenlerin sömürülenlerle, ezenlerin ezilenlerle birarada yaşaması olmadığını savunduk. Her türlü sömürgeci baskıya karşı bağımsızlık için mücadele, Birleşmiş Milletler’in kabul ettiği bir ilkedir. Bu sebeple, bugün Portekiz Ginesiyle ve bağımsızlık mücadelelerinde katledilen Angola ve Mozambik halklarıyla dayanışmamızı açıklıyor, Kahire Bildirisi’ne uygun biçimde, tüm gücümüzle bu halkların yanında olacağımızı bildiriyoruz.

Puerto-Rico halkıyla ve onun büyük lideri, tüm ömrünü hapiste geçirdikten sonra, 72 yaşında, felçli ve konuşamaz durumdayken, serbest bırakılan Pedro Albizu Campos’la dayanışma içinde bulunduğumuzu belirtmek isteriz. Pedra Albigu Campos, hâlâ özgürlüğünü kazanamamış, fakat boyun eğmeyen Latin Amerika’nın simgesidir. Zindanda geçirdiği uzun yıllar, dayanılmaz baskılar, işkenceler, yalnızlık, halkından ve ailesinden uzak kalması, istilacıların ve uşaklarının hakaretleri iradesini sarsmaya yetmemiştir. Küba temsilciler heyeti, Küba halkı adına, Latin Amerika’mıza onur kazandıran bu büyük yurtsevere hayranlık ve minnettarlığını sunar.

Amerika Birleşik Devletleri, yıllar boyunca Puerto Rico’da yoz bir kültüryaratmaya çalıştı. Dilleri İspanyolcaydı ama, İngilizce ile karıştırılmak isteniyordu. Puerto Rico’lu askerler, emperyalist savaşlarda, örneğin Kore’de ön cephelere sürüldüler. Birkaç ay önce, ABD ordusu, silahsız ve savunmasız Panama halkına karşı katliam başlattığı sırada kendi kardeşlerine bile ateş etmek zorunda bırakıldılar. Bu olay, Yankee emperyalizminin işlediği en son cinayetlerden biridir.* Puerlo-Rico halkı, iradesine ve kültürüne karşı yapılan bu vahşice saldırılara rağmen, kültürünün Latin karakterini, ulusal duygularını korumasını bilmiştir. Yurtseverlikleri, Latin Amerika’da yaşayan kitlelerin karşı koyulmaz bağımsızlık isteklerini kanıtlamaya yeter.

Barış içinde birarada yaşama ilkesinin, İngiliz Guyanası’da olduğu gibi halkların iradesiyle dalga geçmek olmadığını belirtmek zorundayız. İngiliz Guyanası’nda Başbakan Cheddi Jagan her türlü baskı ve düzenbazlığın kurbanı oldu. Ülkesinin bağımsızlığını, zaman kazanmak için belirsiz bir tarihe ertelendi, halkın iradesi ayaklar altında çiğnendi, hileye başa geçirilen yeni hükümetin boyuneğmesi sağlandı ve ancak bu koşullar gerçekleştirildikten sonra sözkonusu Latin Amerika ülkesine güdük bir özgürlük sağlandı. Guyana’nın bağımsızlığı için izlediği yol ne olursa olsun, Küba daima yanında olacak, manevi ve askeri desteğini Guyana halkından esirgemeyecektir.

“Cheddi Jagan, İngiliz Guyanası’nda İlerici Halk Partisi 1953’te seçimi kazanarak başbakan oldu. Kısa bir süre sonra İngiltere anayasayı askıya aldı. Jagan 1957 ve 1961 de tekrar seçildi. 1964’te Forbes Burnham’in karşısında seçimi kaybetti. Guyana bağımsızlığını 1966’da kazandı.
Guadaloupe ve Martinik adalarının özerklikleri için uzun zamandır mücadele ettikleri halde henüz başarıya ulaşamadıklarını, bu durumun çok uzun süremeyeceğini edemeyeceğini de belirtmek isteriz.
Güney Afrika’da olanlara karşı tüm dünyayı tekrar uyarıyoruz. Tüm dünya uluslarının gözü önünde kaba ve zalim ırkçı yönelim kendi bildiğini okumaya devam ediyor. Başka bir ırkın daha üstün olduğuna, bunun resmi bir politika olduğuna bazı cinayetlerden kimsenin ceza almayacağına Afrika halkları, inandırılmaya çalışılıyor. Birleşmiş Milletler bu gidişe son demek için parmağını ne zaman kımıldatacak?

Kongo’daki acı olayları özellikle belirtmek istiyorum. Hiçbir ceza verilmeyen suçlarla, küstahça ve alay edercesine, insan haklarının nasıl hiçe sayıldığını çağdaş dünya, tarihinde ilk kez olarak Kongo’da gördü. Emperyalistlerin Kongo’nun zenginliklerini ele geçirmek istemeleri yüzünden bunlar meydana geldi.

Yoldaş Fidel Castro, Birleşmiş Milletler’i ilk ziyaretinin hemen ardından verdiği demeçte, bir ülkenin başka bir ülkenin zenginliklerine yan gözle bakmasının, uluslararası barışa zarar veren etken olduğunu söylemişti. Fidel Castro şu sözleriyle, bu inkar edilmez gerçeği dile getirmişti: “Soygun felsefesine son verirseniz, savaş felsefesi de ortadan kalkar.” Soyguncu bakış açısı henüz yok olmamış , hatta en güçlü zamanı yaşamaktadır. Birleşmiş Milletlerin sığınarak Lumumba’yı öldürenler, bugün beyaz ırk için binlerce kongoluyu katlediyorlar.

Patrice Lumumba’nın Birleşmiş Milletler’den bağladığı umutların nasıl haince kırılışını unutabilirmiyiz. Kongo’nun Birleşmiş Milletler birliklerince işgaliyle sonra ortaya çıkan, kirli işleri nasıl unutabiliriz? Afrikalı büyük yurtsever Patrice Lumumba’nın katillerinin Birleşmiş Milletler’in kanatları altına sığınarak katliamların umarsızca işlediklerini nasıl unutabiliriz? Sayın delegeler, Kongo’da BM otoritesini yurtseverliği için değil de emperyalistler arası mücadeleden faydalanmak amacıyla hiçe sayan, Moise Tshombe’nin, Belçika’dan aldığı destekle Katanga’yı federasyondan ayırmayı başardığını nasıl unutabiliriz? Kongo’da Birleşmiş Milleller’in görevi bitince Kalanga’dan kovulan Tshombe’nin krallar gibi Kongo’ya dönmesini ve ülkede hakimiyetini kurmasını nasıl haklı bulur ve nasıl açıklarız? Emperyalistlerin, Birleşmiş Milletleri bir piyon olarak kullandığını kim edebilir?

Özetlersek, Katanga’nın federasyondan kopuşunu engellemek için seferberlikler düzenlendi. Fakat bugün Tshombe, Kongo’da iktidarını sürdürüyor, ülkenin zenginlikleri emperyalistlere pazarlıyor. Bu hamlelerin bedelini ise başka uluslar ödedi. Anlaşılan savaş tacirleri iyi çalışmış. Küba hükümeti, bu olayda, cinayet masraflarını ödemeyi reddeden Sovyetler Birliği’nin tavrını haklı bulmakta ve desteklemekledir.

Bütün olanlar yetmiyormuş gibi, tüm dünyanın tepkisini çeken son olayların faturası bize çıkarmak istiyorlar. Cinayetleri işleyenler kimlerdir? Birleşik Devletler’in İngiliz üslerinden havalanan askeri uçaklarla bölgeye götürülen Belçikalı paraşütçüler. Daha dün, Avrupa’nın uygar bir sanayi ülkesi olan Belçika Krallığı’nın Hitler’in çeteleri tarafından İşgal edilmesinin üzüntüsünü duymuştuk. Bu küçük ulusun, Alman emperyalizmince katledildiğini öğrendiğimizde acı duymuş, bu halka karşı sempati beslemiştik. O zamanlar, emperyalizmin diğer yüzünü görmemiştik. Ülkelerinin özgürlüğünü savunurken can veren belçikalı pilotların oğulları, bugün beyaz ırkın üstünlüğünü ispatlamak için binlerce Kongoluyu acımadan öldürüyor. Tıpkı dedelerinin kanları yeterince ari olmadığı için alman çizmeleri altında çiğnendikleri gibi.

Kongo’da işlenen cinayetlerin hesabı sorulmalıdır.

Bugün, özgür insanlar olarak dünyaya daha farklı bakıyor, sömürge köleleriyken göremediklerimizi fark ediyoruz: “Batı Uygarlığı” zarif kürkünün altıda bir sırtlan ve çakal sürüsünden başka bir şey değil. “İnsancıl” amaçlar uğruna Kongo’ya gidenlere başka bir ad takılamaz. Bunlar silahsız halkların kanıyla beslenen yaratıklar. Emperyalizm insanı bu hale getiriyor, imparatorlukların “beyaz adamı”nın en önemli özelliğini bu canavarlıkları oluşturuyor.

Ezilen dünyanın tümü Kongo’da yaşanan vahşetin intikamını almaya hazırlanmalıdır. Emperyalist mekanizyla aşağılık yaratıklara dönüştürülen bu askerlerin birçoğu, belki de üstün ırkın kavramına içtenlikle inanmaktadır. Ama bu Genel Kurul toplantısında, tenleri başka güneşler altında karamış, değişik tonlarda renklenmiş halkların temsilcileri çoğunlukta. Bu kişiler, insanların farklılıklarının derilerinin renginden değil, üretim araçları sahipliğinden, üretim ilişkilerinden kaynaklandığını tam olarak anlamışlardır.
Küba temsilciler heyeti, sömürgeci beyaz azınlıklar tarafından ezilen Güney Rodezya, Güney-Batı Afrika uluslarını, Basutoland, Bechuanaland, Swaziland, Fransız Somalisi halklarını, Filistin’de yaşayan Arap halkı, Aden, Protekloryalar ve Umman halklarını, emperyalizm ve sömürgecilikle mücadele eden tüm ulusları saygıyla selamlar ve onlara olan desteğini bir kez daha bildirir. Kardeşimiz Endonezya Cumhuriyeti’nin Malezya ile ilişkilerinde ortaya çıkan anlaşmazlıklara bir an önce doğru bir çözüm bulumasını dileriz.

Sayın Başkan, bu konferansın temel konularından biri genel ve tam silahsızlanmadır. Genel ve tam silahsızlanmayı desteklediğimizi bildiririz. Ayrıca, tüm termonükleer silahların yokedilmesini istiyor, dünya halklarının bu özlemini gerçekleştirmek için, tüm dünya uluslarının temsilcilerini katılacağı bir konferans düzenlemeyi öneriyoruz. Başbakanımız Genel Kurul’un önünde yaptığı bir konuşmada silahlanma yarışının her zaman savaşa yolaçtığını belirtmiştir. Dünyada yeni nükleer güçlerin ortaya çıkması çatışma tehlikesi de büyütecektir.

Böyle bir konferansın, tüm termo-nükleer silahların ortadan kaldırılmasını sağlamak için gerekli olduğuna inanıyoruz. Tüm denemelerine yasaklanmasıdır atılacak ilk adım olmalıdır. Aynı zamanda, tüm ülkelerin, diğer devletlerin sınırlarına saygılı davranmasının, konvansiyonel silahlarla bile olsa, hiçbir saldırı hareketine girişilmemesinin zorunluluk olarak kabul edilmesi gerekliliğini açıkça bildiririz

Tam ve genel silahsızlanmaya gidilmesini, atom silahlarının yok edilmesini, yeni termo-nükleer silahların yapımının durdurulması, atom denemelerinin yasaklanmasını isteyen dünya ülkelerinin bu çağrısına katılırken ulusların toprak bütünlüğüne saygı duyulması zorunluluğunu, emperyalizmin silahlı kolunun durdurulmasının gerekliliğini de bir kez daha belirtmekte yarar görüyoruz. Konvansiyonel silahların kullanılması da daha az tehlikeli değildir, Kongo’da binlerce masum insanı atom bombasıyla öldürülmedi. Burada sunulan öneriler bir gün gerçekleşecek ve artık onlardan sözetmek gereği kalmasa bile. Amerika Birleşik Devletleri’nin saldırı üsleri ülkemizde, Puerto-Rico’da, Panama’da ve diğer Latin Amerika ülkelerinde bulunduğu sürece, Küba’nın hiçbir nükleer silahsızlanma paktına katılmayacağını hatırlatmak isteriz. Birleşik Devletler, Latin Amerika ülkelerinde konvansiyouel ve nükleer silahlar bulundurmayı, kendisi için bir hak saymakladır. Amerika Devletleri Örgütünün, Küba aleyhine aldığı son kararlar, ülkemizi savunmak için gerekli araçlara sahibolmamızı zorunlu kılmakladır. Kararların temeli, Rio Antlaşması’na göre saldırıya geçilebileceğine dayanmaktaydı.

Eğer konferans, zor olmakla birlikte bu belirtilen zor amaçlara gerçekleştirirse, tarihe geçecektir, buna içtenlikle inanıyoruz. Bu hedefe varmak için, Çin Halk Cumhuriyetinin de katılacağı büyük bir toplantı düzenlemek gereklidir. Dünya halkları için Çin Halk Cumhuriyeti’ni tanımak izlenecek bir yol olmalıdır. Bu artık inkar edilemez bir gerçektir. Çin Halk Cumhuriyeti’nin yöneticileri halklarının tek gerçek temsilcileridir. Oysaki, Birleşmiş Milletler Konferansı’nda, onların hakkı olan yerler, Birleşik Devletlerin desteklediği Taiwan bölgesini kontrolleri altında tutan bir çete tarafından işgal edilmiş bulunuyor.

Halk Çin’inin, Birleşmiş Milletler’de temsil edilmesi, yeni bir üyenin katılması anlamına gelmez. Bu, yalnızca, Çin Halk Cumhuriyetine yasal haklarının verilmesi anlamına gelir.

“İki Çin” aldatmacasını hiçbir koşulda kabul etmemeliyiz. Taiwan’daki Çan Kay-şek çetesinin Birleşmiş Milletler’de işi yoktur. İşgalciyi dışarı atmalı ve Çin halkının yasal temsilcilerini konferansa getirtmeliyiz.

Birleşik Devletler’in, Çin’in yasal yoldan temsili sorununu “önemli bir konu” diye nitelendirmesine ve bu konuda bir karar alınabilmesi için konferansta hazır bulunan üye sayısının üçte ikisinin oyuna ihtiyaç olduğunu öne sürmesine karşı akıllı davranmalıyız.
Çin Halk Cumhuriyetinin, Birleşmiş Milletlere katılmasının tüm dünyayı ilgilendiren bir olay olmasının yanında, bu Birleşmiş Milletler Örgütü için sadece bir usül sorunudur. Bu konuda doğru bir karar alındığında hak yerini bulacaktır. Hem hak yerini bulacak, hem de bu yüce meclisin, görmek için gözleri, işitmek için kulakları, konuşmak için dili olduğu, kendi başına karar verebileceği kanıtlanacaktır.

NATO’nun, üyesi olan birçok ülkeye atom silahları yerleştirmesi, özellikle Federal Almanya Cumhuriyeti’nin bu kitle imha silahlarına çok miktarda sahibolması, silahsızlanma anlaşması olabilirliğini azaltıyor. Bu sorun, iki Almanya’nın barışçı yoldan birleştirilmesinden ayrı düşünülemez. Tam bir anlaşma sağlanmadıkça, Almanya bölünmüş olarak kalacaktır. Almanya’nın birleşmesi sorunu, ancak Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nin görüşmelere direk, bütün haklara sahibolarak katılmasıyla çözümlenebilir.

Gündemde geniş yer verilen ekonomik gelişme ve uluslararası ticaret konularına kısaca değineceğiz. İçinde bulunduğumuz 1964 yılında, Cenevre Konferansı’nda, uluslararası ilişkilerin bu yönüyle ilgili pekçok sorun ele alındı. Temsilciler heyetimizin görüş ve varsayımları, ne yazık ki, ekonomik anlamda bağımlı ülkeler açısından gerçekleşmiştir.
Küba’yla ilgili olarak, sadece şunu belirtmek isteriz: Amerika Birleşik Devletleri, Cenevre konferansı’nda ortaya konulan yükümlülükleri yerine getirmediği gibi, Küba’ya ilaç satışını da yasaklamıştır. Böylece, Birleşik Devletlerin, Küba halkına karşı uyguladığı ablukanın saldırgan niteliğini gizlemek için taktığı insancıllık maskesi düşmüştür.

Ayrıca, sömürgecilikten miras kalan ve halkların gelişimini engelleyen kötülüklerin kökeninin, yalnızca politik ilişkiler olmadığını da belirtmek isteriz. Ticaret koşullarının bozulması, hammadde üreten ülkelerle, pazarı egemenliği altında tutan ve sözde değerlerin, hayal ürünü bir adaleti gerçekleştiren sanayileşmiş ülkeler arasındaki aslı da eşit olmayan mübadelenin sonucundan başka birşey değildir.

Sömürge ülkeler, kendilerini kapitalist pazarların kölesi olmaktan kurtarıp sosyalist bir blok haline gelip, sömürenlerle sömürülenler arasındaki ilişkileri baştan düzenlemedikçe, sağlam bir ekonomik gelişme sağlanmak mümkün değildir. Bazı durumlarda, gerileme olabilir, bunun dönemlerde, yoksul ülkelerin emperyalistlerin ve sömürgecilerin siyasi egemenliği altına girmesi kaçınılmazdır.

Son olarak, sayın delegeler, Karayibler bölgesinde, özellikle Nicaragua kıyılarında, Costa Rica’da, Panama Kanalı bölgesinde, Puerto Rico’ya ait Vieques Adaları’nda ve Florida’da, belki de Amerika Birleşik Devletleri topraklarında, hatta Honduras’ta bile Küba’ya saldırmak üzere hazırlıklar yapıldığını bildirmeliyiz. Bu bölgelerde Kübalı paralı askerlerle beraber başka uluslardan askerler de eğitim alıyor. Bu askeri tatbikatların barışa hizmet etmek için yapılmadığı açıktır.

Bu büyük bir rezaletin ortaya çıkmasından sonra, Costa Rica hükümeti, ülkedeki Kübalı sığınmacılara ait askeri eğitim kamplarının kapatılmasını emretmiştir. Bunun samimi bir hareket mi, yoksa eğitim gören paralı askerlerin bazı hazırlıklara girişmeleri nedeniyle alınan bir önlem mi olduğu bilmiyor. Uzun zaman önce kamuoyuna duyurduğumuz saldırı üslerinin varlığının artık kabul edileceğini umuyor, paralı askerlerin Küba’ya saldırmak üzere eğitim görmesine izin veren ve kolaylıklar sağlayan hükümetlerin taşıdığı uluslararası sorumluluğun tüm dünya kamuoyu tarafından ciddi biçimde düşünülmesini istiyoruz.

Birleşik Devletler gazetelerince Karayiblerin çeşitli bölgelerinde paralı askerlerin eğitim yapması ve ABD hükümetinin bu tür eylemlere katılmasıyla ilgili haberlerin, tamamıyla normal olaylarmış gibi okuyuculara sunulması düşündürücüdür. Latin Amerika’da da bu durumu protesto etmek için hiçbir ses yükselmiş değil. Böylece, Birleşik Devletler, rahatlıkla bölgeye müdahale edebiliyor.

Devletleri Örgütü üyesi dışişleri bakanları, Venezuela’da ele geçirilen yankee silahlarının üzerinde Küba amblemi bulunmasını “çürütülemez” bir kanıt sayıyorlar ama, Birleşik Devletler’in açıktan bir saldırıya hazırlanmasını görmezlikten geliyorlar. Hatta, Playa Giron’da Küba’ya karşı yapılan saldırıyı düzenlediğini kamuoyuna açıklayan Başkan Kennedy’nin sesini de duymuyorlar.

Bazı durumlarda, Latin Amerika ülkelerindeki egemen sınıfların gözlerini, devrimimize karşı duyduğu kin bürümüş oluyor. Bazı durumlardaysa, yasadışı yollardan kazanılan servetlerin parıltısı gözlerini kamaştırıyor.

Bildiğiniz gibi, Karayibler Krizi adıyla bilinen uluslar arası krizden sonra, Amerika Birleşik Devletleri, Sovyetler Birliği ile bazı silahların sınırlandırılmasını öngören bir anlaşma imzaladı. Ancak, Birleşik Devletlerin saldırganlığını arttırması, Playa Giron’da paralı askerlerin saldırısı ve ülkemizi işgal girişimi, bizi Küba’da savunma amacıyla bazı silahlar bulundurmaya zorluyor.

Üstelik, Birleşik Devletler, ülkemizin Birleşmiş Milletler tarafından denetlenmesini istemiştir. Küba, Birleşik Devletlerin ya da başka herhangi bir gücün, topraklarda bulunduracağımız silahları denetlemeye hak sahibi olduğunu kabul etmemektedir.

Biz sadece her iki tarafa eşit haklar tanıyan iki taraflı anlaşmalara saygı göstermeye kararlıyız. Fidel Castro’nun dediği gibi: “Egemenlik kavramı, ulusların ve bağımsız halkların hakkı olarak varoldukça, halkımızın bu haktan yoksun kalmasını kabul etmeyeceğiz. Dünya’da bu ilkeler hüküm sürdükçe, dünya tüm halklar tarafından tanınan ve kabul edilen bu kavramlara göre yönetildiği sürece, bu hakların birinden dahi bizi yoksun etme girişimlerine yanaşmayacağız, bu hakların hiçbirinden vazgeçmeyeceğiz.”

Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Thant, bize hak vermiştir. Buna karşın, Amerika Birleşik Devletleri hala keyfi ve yasadışı ayrıcalıklar peşinde. Hangi küçük ülke olursa olsun, gidip hava sahasına girmek istiyor. Ülkemizin göklerinde U-2’ler ve diğer başka casus uçakların uçtuğunu daha sık görüyoruz. Bunlar hiçbir ceza almaksızın hava sahamızı giriyorlar. Bu uçakların hava sahamıza girmemesi için, Guantanamo bölgesinde devriye botlarımıza, karasularımızdaki gemilerimize ve başka bandıralı gemilere karşı Amerika Birleşik Devletleri donanmasının saldırılarının durması için, adamıza casusların, sabotajcıların sızması, her türden silah sokulması son bulsun diye defalarda uyardık.

Sosyalizmi kurmak istiyoruz. Barış uğruna mücadele edenleri desteklediğimizi daha önce belirttik. Marksist-Leninist olmakla birlikte, bağlantısız ülkeler grubundan olduğumuzu bildirdik, çünkü bağlantısız ülkeler, tıpkı bizim gibi emperyalizme karşı mücadele içinde. Halkımız için daha iyi bir hayat sağlamak amacındayız. Bu nedenle, yankee provokasyonlarından kendimizi korumaya çalışıyoruz. Amerika Birleşik Devletleri’ni yönetenlerin yapısını biliyoruz. Barışı bize çok pahalıya ödetmeyi amaçlıyorlar. Cevabımız, hiçbir bedelin onurumuzdan daha yüksek olamayacağıdır.

Küba, ihtiyaç duyduğu silahları topraklarında bulunduracağını, dünyada ne kadar büyük olursa olsun, topraklarımıza, karasularımıza ve hava sahalarımıza girmeye hakkı olmadığını yeniden herkese duyurmak ister.

Eğer Küba, ortak nitelikte bir yükümlülüğü üzerine alırsa, buna sadakatle uyacak, ama o güne dek, tüm diğer uluslar gibi haklarını koruyacaktır. Emperyalizmin istekleri karşısında, Başbakanımız Karayiblerde barışın sürdürülmesi için gerekli şu beş noktayı belirtmiştir:

1. Ekonomik ablukanın ve Birleşik Devletler’in dünya çapında, ülkemize uyguladığı ekonomik ve ticari baskıların kalkması.
2. Birleşik Devletler ve suç ortağı diğer ülkelerin her türlü yasadışı eylemlerine, hava ve deniz yoluyla ülkeye silah ve cephane sokulmasına, paralı askerlere yaptırılacak işgal operasyonlarının hazırlanmasına, casus ve sabotajcıların ülkeye gönderilmesinin durdurulması.
3. Birleşik Devletler ve Puerto-Rico’daki üslerden yapılan saldırıların durdurulması.
4. Hava sahamıza ve karasularımıza Birleşik Devletler donanmasına ya da hava filosuna ait savaş gemilerinin ve askeri uçakların girmesinin önlenmesi.
5. Gıtantaııamo Deniz Üssü’nün kaldırılması ve ABD’nin işgali altındaki kara parçasının Küba’ya iade edilmesi.

Bu temel noktaların hiçbiri kabul edilmedi. Askeri güçlerimiz hâlâ Guantanamo Deniz Üssü’nden yapılan saldırılara hedefinde. Bu üs bir karargah konumundadır. Katiller ülkemize buradan saldırılmıştır. Uğradığımız provokasyonları saymaya süremiz yetmeyecektir. Yalnızca bir sayı vermekle yetinelim. İçinde bulunduğumuz Aralık ayının ilk günlerini de sayarsak, 1964 yılında toplam 1323 provokasyona uğradık. Bunlar arasından, önemsiz olanlar sınır ihlali, ABD işgali altındaki topraklardan çeşitli maddelerin fırlatılması, ABD personelinden erkek ve kadınların teşhirci hareketleri, sözlü saldırılar ve benzeri davranışlardır. Daha önemli olanlar arasında, küçük kalibreli silahlarla ateş açılması, topraklarımıza silah sokulmasını, ulusal bayrağımıza saygısızlık edilmesini sayabiliriz. Çok ağır provokasyonlarsa Küba tarafında yangın çıkartmak amacıyla sınırın ötesinde sabotaj yapmak, askerlerimize ateş açılmasıdır. Bu yıl 78 kez ateş edildi. Kuzey sınırından 3,5 km uzaklıktaki ABD karakollarından açılan ateşle Ramon Lopez Pena adlı bir Kübalı er öldürüldü. Bu provokatif hareket 19 Temmuz 1964 günü saat 19.07’de meydana geldi.. Başbakanımız, 26 Temmuz’da bu gibi hareketlerin tekrarı halinde, birliklerimize saldırılara karşılık verme emri verileceğini açıkladı. Aynı zamanda, ileri noktalardaki Küba birlikleri sınır çizgisinden uzaklaşma ve gerekli mevziyi inşa etme emri aldı.

340 günde 1323 kışkırtma hareketi, ortalama günde bir provokasyon demektir. Ancak bizimki gibi disiplinli ve yüksek moralli bir ordu bu tür düşmanlıklara soğukkanlılığını yitirmeden karşı koyabilir.
47 ülkenin katılmasıyla Kahire’de toplanan İkinci Bağlantısız Ülkeler Devlet ve Hükümet Başkanları Konferansı’nda oybirliğiyle şu anlaşmaya kabul edildi:
“Yabancı askeri üslerin, uluslar üzerinde bir baskı aracına dönüştüğünü, halkların kurtuluşunu ve kendi öz ideolojik, politik, ekonomik ve kültürel temelleri üzerinde gelişimlerini engellediğini endişeyle göreni konferansımız, topraklarından yabancı üslerin kaldırılması için mücadele veren ülkeleri desteklediğini açıklamak ister ve tüm devletlere, başka ülkelerde bulunan askeri birlikleri geri çekmeleri, derhal üslerini kapatmaları için çağrıda bulunmayı görev bilir.

Konferansımız, Amerika Birleşik Devletleri’nin Küba halkının ve hükümetinin kararlarına karşı gelerek ve Belgrad Konferansı Bildirisi hükümlerine aykırı olarak Guantanamo’da (Küba’da) askeri deniz üssü bulundurmasını Küba’nın egemenliğine ve toprak bütünlüğüne saldırı sayar.

Küba hükümetinin Guantanamo Deniz Üssü’nde Amerika Birleşik Devletleri ile eşit haklara sahip olmak koşuluyla çözümü onayladığını gözönüne alan Konferansımız, Birleşik Devletler’in askeri üssü kaldırmak için Küba Hükümetiyle görüşmelere başlamasını talebeder.”

Amerika Birleşik Devletleri, Kahire Konferansı’nın bu isteğini karşılıksız bıraktı. Amacı, bu bölgeyi, saldırıları sürdürmek için sonsuza dek elinde bulundurmaktı.

Halkların “Birleşik Devletler Sömürgeler Bakanlığı” adını taktığı Amerika Devletleri Örgütü, bizi saflarından çıkardıktan sonra “enerjik biçimde” suçlamış, üyelerine Küba ile diplomatik ve ticari ilişkileri çağrısını yapmıştır. Amerika Devletleri Örgütü, ne zaman ve, hangi sebeple olursa olsun ülkemize yapılan saldırıları onaylamış, böylece en temel uluslararası yasaları çiğnemiş, Birleşmiş Milletleri hiçe saymıştır. Uruguvay, Bo-livya, Şili ve Meksika bu önlemlere karşı oy kullandılar. Meksika hükümeti bu önlemlere uymayı reddetmiştir. O zamandan bu yana, Latin Amerika’da sadece Meksika ile ilişkilerimizi devam edebildi. Bu sayede, emperyalizmin saldırıları için gerekli koşullardan biri daha gerçekleşti.

Latin Amerika ile yakınlığımızın, bizi birleştiren tarihi ve kültürel bağlara dayandığını bir kez daha belirtmek isteriz. Konuştuğumuz dilin, kültürümüzün ve geçmişteki efendimizin ortak oluşu bizi ayrılmaz kılıyor. Latin Amerika’nın, ABD boyunduruğundan kurtulmasını, istememiz bu sebeptendir. Burada temsilcileri bulunan Latin Amerika ülkelerinden herhangi biri Küba ile ilişki kurmaya karar verirse, eşitlik temeline dayanması koşuluyla bunu sevinçle kabul ederiz. Küba’yı özgür bir ülke olarak tanımak bize lütufta bulunmak değildir. Küba’nın özgürlüğünü, kurtuluş mücadelesi verdiğimiz günlerinde kanımız ve canımız pahasına elde ettik. Özgürlüğü, Yankee emperyalizmine karşı kanımız ve canımız pahasına savunduk.
Başka ülkelerin iç işlerine karıştığımız yolundaki suçlamalarını reddetmekle birlikte, özgürlükleri için savaş veren halklarla olan dayanışmamızı inkar etmeyiz. Dünya kamuoyu önünde, Birleşmiş Milletler Anlaşmasında bahsi geçen egemenlik haklarına kavuşmak için mücadele veren halkları, dünyanın neresinde olursa olsunlar desteklediğimizi açıklamayı halkımız ve hükümetimiz adına borç biliriz.

Birleşik Devletler, ise ülkelerin içişlerine açıktan açığa karışmaktan rahatsızlık duymaz. Tarih boyunca Latin Amerika’da, yaptıkları başka türlü açıklanamaz. Küba da, XX.yy başlarından beri bu acı gerçeği yaşayarak gördü. Kolombiya, Venezuela, Nikaragua, genellikle Orta Amerika, Meksika, Haiti, Santo-Domingo da bu gerçeği biliyorlar.
Şu son yıllarda, bizden başkaları da saldırıya uğradı. Panama’nın kanal bölgesinde deniz erleri, savunmasız halkın üzerine soğukkanlılıkla ateş açtı. Santo Domingo’da, Trujillo’nun öldürülmesinin ardından halkın isyan etmesini önlemek için yankee donanması karasuları içine girdi, Kolombiya’da, Gaitan’in katlinden sonra başgösteren ayaklanmanın hemen ardından başkenti ele geçirdi.*

Başka ülkelerin içişlerine müdahaleler, askeri görevler görünümü altında yapılır. Askeri görevliler, çeşitli ülkelerde bu amaçla yetiştirilen askeri güçleri örgütleyerek, baskı ve Latin Amerika kıtasında son zamanlarda sık sık tekrarlanan askeri darbe hareketlerine katılırlar.
O Dominikalı diktatör Rafael Trujillo 30 Mayıs 1961 tarihinde öldürüldü. 1961 Kasımında, Trujillo’nun iki erkek kardeşinin Santo Domingo’ya dönmesiyle başlayan halk ayaklanmasının büyümesiyle birlikte, Washington, Santo-Domingo kıyılarına savaş gemilerini gönderdi. 1948 Nisanında, Kolombiya Liberal Parti lider, Jörge E, Gaitan’ın katledilmesi üzerine Bogotazo diye anılan halk isyanı başgösterdi.

Birleşik Devletler’e bağlı askeri güçler, Venezuela, Kolombiya ve Guatemala’da özgürlükleri için savaşan halklara baskı uyguladı. Venezuela’da, sadece orduya ve polise danışmanlık yapmasıyla birlikte, ayaklanan geniş bölgelerdeki köylü halka karşı uçakla katliam hareketine girişmişlerdir. Bu bölgelerde mevzilenen yankee birlikleri, doğrudan doğruya müdahaleyi artıracak her türlü baskı hareketine başvurmuşlardır.

Emperyalistler, Latin Amerika halklarını ezmeye hazırlanıyor. Artık, uluslararası bir cinayet örgütü gibi davranıyorlar. -Birleşik Devletler, sözüm ona özgür kuruluşları savunmak için ülkelerin iç işlerine karışmaktadır. Bir gün mutlaka, bu Genel Kurul daha olgun hale gelecek ve Amerika Birleşik Devletleri hükümetinden, bu ülkede yaşayan siyah derili ve Latin Amerika kökenli insanların yaşama güvencelerini isteyecektir. Bu insanların birçoğu doğuştan ABD vatandaşıdır ya da sonradan yurttaşlığa kabul edilmişlerdir. Kendi çocuklarını öldürenler, ya da derisinin renginden dolayı yurttaşlarını aşağı görenler, zencileri öldürenleri serbest bırakanlar, böylelerini koruyanlar, üstelik de özgür insanlar olarak yasal haklarını arayan siyah halkı cezalandıranlar kendilerini özgürlüğün bekçileri sayabilirler mi? Bugün, Genel Kurulun, bütün bu olaylar için açıklama isteyecek durumda olmadığını biliyoruz. Yine de, Birleşik Devletler hükümetinin özgürlük abidesi olmadığı, sadece dünya halklarına ve büyük ölçüde de kendi halkına karşı sömürü ve baskıyı sürdürmeyi amaçlayan bir ülke olduğu apaçık bir şekilde söylenmelidir.

Küba’nın ve Amerika Devletleri Örgütü’nün durumundan açıkça anlaşılmayacak bir dille bahseden bazı delegelere cevap olarak Latin Amerika halklarının bu uşak ruhlu, satılık hükümetlere ihanetlerinin hesabını birgün mutlaka soracağını açıkça bildirmek isteriz.
Sayın delegeler, kimseye zincirlerle bağlı olmayan, yabancı sermayeye bağımlılığına son vermiş, siyasetine yön verecek prokonsüllerden arınmış, özgür ve egemen bir devlet olan Küba, bu topluluğun karşısında başını dik tutarak konuşabilir ve kendisine verilen “Latin Amerika’nın özgür toprağı” adına hak kazandığını kanıtlayabilir.

Bizim örneğimiz tüm Latin Amerika Kıtası’nda etkisini gösterecektir. Şimdiden Guatemala’da, Kolombiya’da ve Venezuala’da etkimiz görülmüştür.

Artık yalnız başına kalmış halklar sözkonusu değildir, önemsiz düşmanlar, savsaklanabilecek güçler de var olamaz. İkinci Havana Bildirisi’nde belirtildiği gibi:

Latin Amerika ‘da güçsüz ülke yoktur. Bizler avın sefaleti çeken, aynı duygulan paylaşan ortak düşmanlara sahibolan, aynı güzel geleceği özleyen ve dünyanın tüm dürüst insanlarının desteğinden yararlanan ikiyüz milyon çocuklu bir ailenin evlatlarıyız.

Bu destan, acıyla dolu Latin Amerika topraklarında pek bol bulunan aç yerli halk yığınları, topraksız köylüler, sömürülen işçiler, ilerici kitleler, dürüst ve yetenekli aydınlar tarafından yazılacaktır. Emperyalizmin küçük gördüğü halklarımız, kitle halinde mücadele ve düşüncelerle, bu destanı gerçeğe dönüştüreceğinden kimsenin şüphesi olmasın. Bugüne kadar küçümsenen, önemsenmeyen halklarımız, artık emperyalistlerin uykularını bile kaçırmaktadır. Bizi hep güçsüz ve uysal bir sürü olarak gören emperyalistler, şimdi ikiyüz milyon Latin Amerikalının oluşturduğu dev sürü karşısında korkuya kapılmış, bu dev kitle içinde, yankee tekelci kapitalizminin mezar kazıcılarını görmenin endişesini yaşamaktadır.

Şimdi, Latin Amerika Kıtası’nın her tarafında, intikam zamanının geldiğini gösteren apaçık belirtiler ortaya çıkmıştır. Şimdi bu adsız kitle, bu rengarenk kıtanın her yerinde aynı acılan, aynı hayal kırıklıklarını dile getiren şarkılan söyleyen bu rengarenk Latin Amerika, yüzü gülmeyen, kaderine sessizce razı olmak zorunda bırakılan bu Latin Amerika artık tarihini kendi yazmak istiyor. Kendi tarihine geçmek, tarihini kanıyla yazmak, bu uğurda acı çekmek ve ölmek istiyor.

Bugün Latin Amerika’nın dağlarında ve ovalannda, yaylalarında ve vahşi ormanlarında, ıssız köşelerinde büyük kentlerindeki trafik karmaşasının ortasında, okyanuslarının ve nehirlerinin kıyısında, insanlar uyanıyor, kı kıpırdıyor. Kendilerine ait olan ne varsa onun uğruna canını vermeye hazır, 500 yıldır şunun bunun tarafından birer birer gasp edilen hakları yeniden almaya hazır, kaygılı eller ileriye doğru uzanıyor. Şimdi, tarih Latin Amerika’da yaşayan yoksullarını, tarihlerini kendileri yazmak kararındakileri, horlananları hesaba katmak durumundadır. Onlar şimdi yolda, yayan, hergün, yüzlerce kilometrelik bitmek tükenmek bilmeyen bir yürüyüşle yönetim “doruğuna” ulaşmaya, haklarını elde etmeye doğru gidiyorlar.

Onlar şimdi silahlı. Taşlarla, sopalarla, machetelerle, şu ya da bu yönde, hergün topraklan işgal ediyor, kendilerinin olan toprağa daha da sarılıyor, onu canları pahasına olsa dahi hiç korkmadan savunuyorlar. Onlar şimdi pankartlar, bayraklar, sloganlar taşıyor, bunları dağların rüzgarında, ovalar boyunca dalgalandırıyorlar. Adalet isteyen bu öfke dalgası, bastırılmış kinlerin, ayaklar altına alınmış hakların bu kabaran dalgası, Latin Amerika topraklarından yükselen bu devrim dalgası hiçbir zaman durmayacak, yenileri eklenerek devam edecektir. Geçen her gün, bu dalga daha da büyüyecektir. Çünkü en büyük sayıdan, her yönüyle çoğunluktan, emeğiyle zenginlikleri biriktirenlerden, değerleri yaratanlardan, tarihin tekerleklerini döndürenlerden, uyutulduktan sersemletici uzun uykudan artık uyananlardan oluşmaktadır.

Çünkü bu büyük insan kitlesi “Yeter!” demiş ve yürüyüşe geçmiştir artık. Devlerin bu yürüyüşü gerçek bağımsızlığa, uğruna birşey elde edemeden binlerce kez öldükleri gerçek özgürlüğe kavuşmalarına dek duracağını beklemeyin. Bugün ölenler, Playa Giron’daki Kübalılar gibi, biricik, gerçek, vazgeçilmez, asla geri vermeyecekleri bağımsızlıktan uğruna öleceklerdir.

Tüm bu olanlar, Sayın Delegeler, tüm kıtanın bu yeni iradesi, kitlelerimizin mücadele kararlılığının dile getiriliş şekili olan, istilacının silahlı kolunu felce uğratan çığlıkla özetlenebilir. Bu çığlık, tüm dünya halklarınca, özellikle de Sovyetler Birliği’nin liderliğindeki sosyalist kamp ülkelerinde anlaşılmış ve benimsenmiştir.


YA ÖZGÜR VATAN, YA ÖLÜM!

Monday 29 December 2014

'Kuş olsam Halep'e uçmak isterdim' Suriyeli sığınmacı çocuklar aileleriyle geldikleri Türkiye'de nasıl bir hayat sürüyorlar?


BBC Türkçe'den Öykü Altuntaş, Türkiye'deki çocuk Suriyeli sığınmacılarla görüştü ve onların öykülerini aktardı. BBC Türkçe'de 'Kuş olsam Halep'e uçmak isterdim' başlığıyla yayınlanan haber şöyle:

İstanbul Sultanbeyli'de, apartman dairesinden bozma bir okuldayım. Tahtalarda, duvarlardaki resimlerde Arapça harfler var.

Suriyeli Hamida Hoca'nın açtığı bu okul, Suriye'deki müfredatta ve Arapça eğitim veriyor. Bu gibi okullar, Geçici Eğitim Merkezi statüsünde.

Öğretmenlerin de izniyle derslere konuk oluyorum. Çocuklar ben daha kapıdan girer girmez neşeyle ayaklanıyorlar, yeni bir yüz görmek onları heyecanlandırıyor.

İlkokul öğrencilerinin imla dersindeyim, birkaç öğrenciyle beraber tahtadaki Arapça cümleleri okuyoruz.

'EN ÇOK ROMAN OKUMAYI SEVİYORUM'

Koridorda kırık dökük bir sırada oturuyorum, yanımda 11 yaşındaki Tsemn var. Tsemn Kapkara, ışıl ışıl gözleriyle bana Halep'ten Sultanbeyli'ye uzanan hikayesini anlatıyor.

Babası Halep'te, Özgür Suriye Ordusu ve rejim güçleri arasındaki çatışmaların yoğun olduğu bir bölgede, keskin nişancı saldırısına hedef olmuş; başından vurulmuş, hayatını kaybetmiş.

Annesi ve beş kardeşiyle Türkiye'ye sığınmışlar. Annesi aynı okulda İngilizce öğretmeni, kardeşlerinden bazıları da çalışıyor.

"Sokağa çıkmıyorum, Suriye'deyken de çıkmazdım" diye cevap veriyor sokakları sorduğumda. Tsemn roman okumayı çok seviyor. Evde, bazen derste bile romanları elinden düşüremediğini anlatıyor.

Büyüyünce ne olmak istediğini soruyorum ona, "Koca" diye yanıt veriyor kısaca. Gözlerini kaçırıyor benden, arkadaşı Sara "Sevdiği var" diyor Tsemn için.

'BOMBALARI DUYARDIM, GÖRMEZDİM'

Tenefüs saati. Çevrem bir anda kalabalıklaşıyor. Maria yanıbaşımda beliriyor. 8 yaşında, neşeli, dersleri için hevesli.

"Annem ve babam evde oturuyor, kardeşlerim çilingir dükkanında çalışıyor" diye anlatıyor.

Maria ve ailesi Suriye'den kaçınca önce Lübnan'a gelmişler, üç ay önce de Türkiye'ye. "Lübnan'daki öğretmenlerim bana resim defteri hediye etti, orada resim yapmaya başladım" diyor. Büyüyünce resim öğretmeni olmak istiyor.

Suriye'ye dönmek istemiyor Maria. "Savaş var orada, bombalar patlıyor" diyor.

Elleriyle patlamaları canlandırırken gözlerini kapıyor, elleri kulaklarına gidiyor. "Seslerini duyardım ama görmezdim" diye konuşuyor.

Aileler çocukları için okula ayda 50 lira ödüyorlar. Ancak okulun resmi statüsü olmadığı için diplomaları da Türkiye'de geçerli olmayacak. Yine de okul müdiresi Hamida'ya göre, bu sınıfların varlığı çocuklar için değerli bir fırsat.

ÇİZGİLERDE, RENKLERDE SAVAŞ

Suriyeli sığınmacı çocukların eğitimi konusunda faaliyet gösteren başka okullar da var. Sultanbeyli'de bir ilköğretim okulunun bir kısmı Suriyeli çocuklara ayrılmış. Birebir sohbetlerimizde çekingen görünen çocuklar, sınıfın geneline yönelttiğim sorulara hep birlikte yanıt veriyorlar. "Resim" yapmayı seviyorlarmış. Ne resmi yaptıklarını soruyorum, hep bir ağızdan "savaş" diyorlar.

TÜRKİYE'DEKİ SURİYELİ SIĞINMACILAR

AFAD verilerine göre, kayıtlı Suriyeli mülteci sığınmacı sayısı 1 milyon 600 bin. Yüzde 85'i kamp dışında yaşıyor. BM tahminlerine göre, sığınmacıların yüzde 53'ünü çocuklar oluşturuyor.

Uluslararası Af Örgütü'nden Volkan Görendağ, "Suriyeli algısı Türkiye'de olumlu değil. Basının da rolü var. Burada kalmaları Türkiyelilerin verdiği bir lütuf gibi yaklaşıyoruz. Hak bazlı yaklaşmıyoruz" diyor.

UNICEF, sığınmacıların barınma, eğitim ve sağlık hizmetleri gibi temel ihtiyaç ve haklara erişmede zorlandıklarını aktarıyor.

UNICEF İletişim Bölümü Başkanı Sema Hosta'ya göre hayati öneme sahip konuların başında eğitim ve psikososyal destek var.

Ailenin geçimi de çocukların omuzlarında. İnsan Hakları Derneği yöneticisi Kıvanç Sert, "Suriyeli çocukların ucuz işçi olarak görüldüklerini' ifade ediyor.

Sığınmacı çocuklar daha çok lokantalarda işe alınıyor, dilencilik yapıyor, katı atık toplama gibi işlerde uzun saatler çalışıyorlar. Yetişkinlere oranla daha az maaş alıyorlar.

Bir diğer sorun travma sonrası destek yetersizliği. Suriyeli çocuklarla çalışan Psikoterapist Leyla Akca, ailelerin barınma, yoksulluk gibi sorunlarla uğraşırken evde çocukları dinleyemediklerini vurguluyor.

"Savaş" ifadesi çocuk ağızlardan çıkıp sınıfın eski duvarlarında yankılanırken öğretmenleri dönüp buruk bir gülümsemeyle "İşte durum bu" diyor.

Çocuklar sokağa çıkmak istemiyor, okul bahçesinde kendi aralarında oynamayı ya da evde kalmayı tercih ediyorlar. Öğretmenlerine göre bunun nedeni korkuyor olmaları.

'KUŞ OLSAM, HALEP'E UÇMAK İSTERDİM'

10 yaşındaki Ahmad'ın öyküsünü dinliyorum. Suriye'deki gibi basketbol oynayamıyor burada, babası mecburen eve ufak bir pota kurmuş. Mühendis olmak istiyor, "Sebebi yok, öylesine" diyor muzır gülümsemesiyle.

Ahmad güvercinleri çok seviyor. Kuş olsan nereye uçmak isterdin diye soruyorum, düşünüyor biraz, "Halep'e dönmek isterdim" diyor usulca.

Kapıdan Noursalam giriyor. 9 yaşında, dinlediğim çocuklar arasında en konuşkanları. Önce Mersin'e gelmişler ailesiyle, sonra İstanbul'a. Türkçesi oldukça iyi, "Türkçe çok kolay" diyor. Babası bisiklet almış Noursalam ve erkek kardeşine.

Noursalam'a beraber resim yapmayı teklif ediyorum, kaleme sarılıyor hemen. Körüklü bir otobüs çiziyor. Üstündeki tabelaya da özenle '18Ü' yazıyor. Otobüsün nereye gittiğini soruyorum. "Üsküdar otobüsü" diye cevaplıyor.

"Biz hep Üsküdar'a gidiyoruz" diye anlatıyor Noursalam. En sevdiği şeyler, deniz ve vapur. Oraya her gidişlerinde dürüm yiyorlarmış. "Vapurla her yere gidebilirim" diyor.

'SURİYE'Yİ UNUTTUM'

Ama bu çocuklar yaşadıkları bütün sıkıntılara rağmen kendilerini diğer yaşıtlarıyla karşılaştırıldığında şanslı görebiliyorlar.

Okul hayatlarını biraz olsun normalleştiriyor ve kısmen de olsa çocukluklarını yaşamaya devam edebiliyorlar, en azından sınıflarında.

Bu okuldan çok da uzak olmayan bir yerde Ümraniye'de eğitim olanaklarından yoksun çocukları ziyaret ediyorum şimdi de.

Konuk ailelerden biri Halepli. Anne, Mardinli, arkadaşlarının Güneş Ablası. Suriye'ye gelin gitmiş. Sonra da savaştan kaçıp ailecek Türkiye'ye dönmüşler.

10 yaşındaki Ahmad, işte bu ailenin ortanca çocuklarından, "Suriye'yi terk etmeden önce üçüncü sınıfta olduğunu" anlatıyor. Oysa burada okumuyor, çalışmıyor da. "Okula gitmek istiyor musun?" diye sorduğumda "Hayır" diyor. Sebebini sorduğumda yanıt alamıyorum. Gözlerini kaçırıyor.

"Suriye'yi özlüyor musun, dönmek ister miydin?" diye soruyorum. "Özlemiyorum. Bıraktım bile, unuttum" diyor.


Ahmad bir ara durgunluğunu atıyor üstünden, kardeşinin resim defterini kaptığı gibi kahverengi bir ev çiziyor, evin çatısına da gözler. Evdekiler, "Sizin için yapıyor bu resmi" diyor.



'SOKAKLARI SEVMİYORUM'

Bir başka evdeyim. Burası 12 kişiyi barındırıyor, çok küçük, izbe, havasız. Ev sahipleri 500 TL istiyormuş; birçok Suriyeli aile gibi o eve göre fazla kira verdiklerinin de farkındalar, ancak çaresizler.

9 yaşındaki Bilal, kocaman gözlerini sürekli kaçırıyor, okula gitmiyormuş. Dışarıda arkadaşı yok, sokakta oynamayı sevmiyor ve gün boyunca evde oturuyor. Evde hiç oyuncak yok.

"Suriye'ye dönmek istemediğini" söylüyor Bilal, annesinin kucağında, korunaklı ellerinde. Annesi de başını sallıyor iki yana, "Savaş zor, çok zor" diyor.

Rui Palha


















MANTOVANI - autumn leaves ( Mantovani Spectacular)

HDP: Çocukları Gözaltına Almak için “Makul Şüphe” Kullanılıyor

HDP çocuklara yönelik baskı ve şiddetin sürdüğünü, polisin tek taraflı düzenlediği tutanaklarla gözaltı ve tutuklama yaptığını belirtti.

İstanbul - BİA Haber Merkezi

29 Aralık 2014, Pazartesi 14:57

Halkların Demokratik Partisi (HDP) 6 Ekim’den bu yana 2495 kişinin gözaltına alındığını, bu kişilerin 700’ünün tutuklandığını açıkladı, Gözaltına alınan ve tutuklananların neredeyse üçte birinin çocuklardan oluştuğuna dikkat çekti.

“Uygulamalardan da anlaşıldığı üzere, siyasi iktidarın hedef kitlesinde yaşları ne olursa olsun çocuklar büyük bir oranı kaplıyor.

“Neredeyse anne babanın etnik kimliğine, inancına, diline göre ayrımcı bir politika yürütülüyor.”

Tek taraflı tutanaklar

Çocukların kapılarının önünde ya da dışarıda dolaşırken gözaltına alınıp tutuklandığına dikkat çekilen açıklamada, bunun için “makul şüphe” gerekçesinin kullanıldığı belirtti.

“Gerçek hiçbir gerekçe olmaksızın, ‘makul şüphe’ olarak tanımlanan, ancak yasalaşmadan önce de fiilen uygulanan bir hukuk garabeti düzenleme ile yolda, sokakta, evde, işyerinde zorla yaka paça gözaltına alınanların, partimiz sempatizanlarının, seçmenlerimizin, çocukların, gençlerin suç teşkil eden hiçbir eylem olmaksızın, sadece baskı altına almak amacıyla bu muamelelere maruz kaldıklarını biliyoruz.

“Bu operasyonların tek merkezden verilmiş bir karar neticesinde olduğu ve giderek yaygınlaştığı açıktır.

“Bu tutuklama ve gözaltıların nedeni olarak polisin tek taraflı düzenlediği tutanaklardır.”

Çocuklara şiddet, baskı fişleme...

HDP’nin verdiği bilgiye göre, hâlihazırda sadece Diyarbakır D Tipi Cezaevi’nde, Mardin cezaevinden getirilen 13 çocuk ile birlikte toplam 40 çocuk bulunuyor.

Gözaltına alınan ve tutuklanan çocukların yakalandıkları andan itibaren baskı ve şiddete maruz kaldıklarının doktor raporlarıyla kanıtlandı.

“Çocuklara yönelik her gün artış gösteren ihlaller, tutuklamalar, gözaltında şiddet, baskı ve tehdit uygulamaları 2010 yılında Terörle Mücadele Kanunu’nda çocuklar lehine yapılan düzenlemeleri fiilen geçersiz kılıyor.

“Yaşları itibariyle gözaltına alınamayan çocukların da Emniyet Müdürlükleri ve Milli Eğitim işbirliğiyle fişlendikleri ortaya çıkmıştır.

“26 Aralık’ta Diyarbakır Emniyet Müdürlüğü’nün ortaya çıkan yazısıyla, son iki ay içerisinde kayıtlara ‘suça sürüklenen çocuk’ olarak geçen 200 öğrenci tespit edilip, haklarında işlem yapılması için Milli Eğitim Müdürlüğü’ne bildirilmiştir.

“Söz konusu listede 8-9 yaşındaki çocuklar da bulunuyor.”

HDP Grup Başkanvekil İdris Baluken bugün konuyla ilgili olarak Adalet Bakanı Bekir Bozdağ'ın yanıtlaması istemiyle soru önergesi verdi. (YY)

İdris Baluken'in soru önergesine buradan ulaşabilirsiniz.

Evren Haspolat: 'Bu Kadar Çok Güvenlikten Demokrasi Çıkmaz, Despotizm Çıkar'

Söyleşi: Volkan Alıcı/Arka Kapak

Zeytin ağaçlarının kesilmesine karşı direnen Yırca köylülerine ve milli maçı izleyen gazetecilere yönelik saldırılarla tartışılmaya başlanan “Özel Güvenlik“, aslında uzun yıllardır gündemimizde. Fakat konu bugüne dek genellikle hukuki alana sıkıştırılarak tartışıldı. Biz de bunun yeterli olmadığını düşünerek biraz daha derine inmek istedik. Bu özel güvenlik olgusu nereden çıktı? Polis ve özel güvenlik ilişkisine nasıl bakmalı? Bunlar gibi birçok soruyu, konuyla ilgili en kapsamlı araştırmayı yapan kişiye, Ordu Üniversitesi Ünye İktisadi Bilimler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü Öğretim Üyesi Yard. Doç. Dr. Evren Haspolat‘a sorduk.

Haspolat’ın konuyla ilgili “Neoliberalizm ve Baskı Aygıtının Dönüşümü – Türkiye’de Özel Güvenliğin Gelişimi” adlı bir kitabı da var.

İsterseniz önce meselenin temelinden başlayalım konuşmaya. Kitabınızda ‘özel güvenlik’ olgusunu neoliberalizmle ilişkilendirerek inceliyorsunuz. Bu bağı anlatabilir misiniz?

Öncelikle özel güvenlik dediğimizde neyi anlamamız gerekiyor, onu netleştirmekte fayda var. Özel güvenlik, kişilerin bedelini ödeyerek özel bir kişi ya da kurumdan satın aldıkları bir hizmet türüdür. Bu anlamda para karşılığında elde edilen bir güvenliktir. Oysa insanın devletli tarihi, aynı zamanda devlet-güvenlik bağının kurumsal ve kamusal düzeyde kurulduğu bir evredir. Çünkü devletler ortaya çıktıkları ilk andan itibaren toplumlara koruma vaat etmiş, vaatle kalmamış bunu sağlamış ve karşılığında da hem şiddet araçlarını kendi ellerinde toplamak (tekelleştirmek) için çaba harcamış hem de bu sayede toplumu kendi kurdukları düzene uymaya zorlamışlardır. Bu geleneksel devlette de böyleydi, 16. yüzyıldan itibaren şekillenmeye başlayan modern devlette de öz olarak böyle. O nedenle güvenlik söz konusu olduğunda devlet ve devlet söz konusu olduğunda da güvenlik ilk akla gelen kavram oluyor. Ancak 20. yüzyıl insanlık tarihinde bu anlamda bir kırılma anı.

Neden?

Çünkü ABD’de 1850’lerde askeri hizmetlerin bir bölümünün Pinkerton, Wells Fargo ve Brinks gibi özel firmalardan ihale yoluyla karşılanması süreci, 1960’lar ve erken 70’lerde özellikle Afrika ve Ortadoğu’da enerji ve madencilik alanlarında iş yapan İngiliz şirketlerinin, İngiliz devletinin sağlamakta yetersiz kaldığı güvenliği özel firmalardan karşılama yoluna gitmeleri ile yeni bir aşamaya geçti. İngiliz şirketlerinin şantiye ve çalışanlarını korumak için özel bazı kişi ya da kuruluşlardan para karşılığı kendilerine özel –yani kamusal, genel olmayan- bir güvenlik hizmeti satın almaya başlamaları, bugün özel güvenlik olarak bildiğimiz sürecin fitilini ateşledi. Bugün toplumlar devletlerinin içeride polis, dışarıda ordular aracılığıyla sağladığı kamusal güvenlik ile korunurken, kişiler de bu korumaya ek olarak bedelini kendileri ödeyerek devlet dışında yapılaşan özel güvenlik şirketlerinden güvenlik hizmeti satın alıyor. Bu anlamda toplumdaki bazı kişiler iki katmanlı bir güvenlik kalkanına sahip.

Belirttiğimiz bu durum ise 1970’lerin ikinci yarısından itibaren kapitalizmin kârlarının düşmesine bağlı olarak içine girdiği krizi aşmanın yolu olarak benimsenen kuralsızlaştırma, serbestleştirme, özelleştirme, piyasalaştırma ve güvencesizleştirme uygulamaları ile karakterize olan neoliberalizm evresinin bir sonucudur. 1980’den itibaren netlikle görünür olan neoliberal evrede devletin yeniden yapılandırılması denilen süreçle birlikte devlet pek çok kamu hizmetinden çekilmiş, sosyal harcamalarını kısmış, uygulamaya koyduğu yeni ekonomik program çerçevesinde gelir uçurumlarının keskinleşmesine neden olmuş, kentsel mekânlarda kamusal alanları özelleştirerek büyük özel mülklerin oluşmasını sağlamış, bütün bunları yaparken de eskiden kabahat olarak tanımladığı davranışları suç olarak yorumlamaya, polis sayılarını artırmaya, yoksulları sosyal güvenlik tedbirleri ile topluma kazandırmak yerine polis-cezaevi ikilemine sıkıştırmaya başlamıştır. İşte özel güvenlik de bu dönüşümler dizisinin bir sonucu olarak gelişti. Devlet kamusal varlıkları özelleştirir ve piyasalaştırırken, yani devletler bir anlamda ‘özelleşirken’, özel olan da servetine el koyduğu topluma karşı kendi özel güvenliğini sağlama yoluna gitti. Devletlerin içinde yaşanan bu gelişme kısa sürede devletlerarası ilişkilere ve savaşlara da yansıdı, özellikle Irak’ta 2003 sonrasında gördüğümüz gibi giderek savaşlar da devletler adına özel güvenlik şirketleri tarafından yürütülür oldu.

Türkiye’de süreç nasıl gelişti peki?


Türkiye’de özel güvenlik, fiili olarak 1970’li yıllarda bankaların polis birimlerine hibe ettikleri arabaların, yalnız bankaların güvenliğini sağlamakla görevlendirilen polis ekiplerine verilmesi ve yine bu dönemlerde kişisel koruma talep eden kişilerin, emekli subay, astsubay ya da emniyet görevlilerini başka statüler altında koruma görevlisi olarak işe alması ile başladı. Hukuksal ve kurumsal olarak ise 1981 yılında yasalaşan 2495 sayılı Bazı Kurum ve Kuruluşların Korunması ve Güvenliklerinin Sağlanması Hakkında Kanun ile oldu. Ancak bu yasa ile kurulmasına izin verilen özel güvenlik teşkilatları, yalnız kurum bünyesinde faaliyet yürütecek teşkilatlar olarak bir tür kuruma özgü güvenlik aygıtı olarak kuruldu. Az sayıdaki özel bankanın yanı sıra daha çok üniversiteler, barajlar vb. gibi kamu kurumlarının bünyesinde kuruldu. Bu anlamda bu teşkilatları çok da özel güvenlik olarak ifade etmek mümkün değil. 1980’lerin ikinci yarısından itibaren içine girilen dönem Türkiye’de 24 Ocak 1980 Kararları ve 12 Eylül Darbesi ile uygulamaya giren neoliberalizmin sonuçlarının belirginleşmeye başladığı yıllar. Tam da dünyada yaşanan genel seyir Türkiye’de de yaşanmaya başlarken kimi özel kişiler ve firmalar Ticaret Kanununa göre kurulan bazı şirketlerden güvenlik hizmeti satın almaya başladı. Bu anlamda güvenlikte şirketleşme yasadışı olarak 80’lerin ikinci yarısında başladı, on yıl kadar sonra devlet çıkardığı kimi genelgeler ile bu alanı düzenlemeye çalıştı ve 2004 yılında çıkarılan 5188 sayılı Özel Güvenlik Hizmetlerine Dair Yasa ile de şirket düzeyinde özel güvenlik yasal hale getirildi. Bu yasayla artık her isteyen ücretini ödeyebildiği sürece, bir özel güvenlik şirketinden kişisel koruma ya da ev, site, fabrika, şirket, arazi vb. mülklerini korumak için güvenlik hizmeti satın alabiliyor.

Bir yanda devletin temel güvenlik aygıtı var, yani polis; diğer yanda ise özel güvenlik güçleri. Peki, her ikisinin arasındaki ilişkiye nasıl bakmalıyız? Her geçen yıl sayısı artan özel güvenlik şirketlerinin polisin yerini aldığını, devletin güvenlik alanından çekilmeye başladığını da söyleyemeyeceğimize göre?

Artan polis sayısı ile artan özel güvenlikçi sayısı birbirine karşı ya da birinin diğerinin yerini aldığı bir süreç olarak ilerlemiyor. Tam tersine birbirini besleyen ve tamamlayan bir yapıdan söz ediyoruz. Çünkü polis, neoliberal evrede sınıf karakteri netleşen devletin iç güvenlik aygıtı olarak kamusal alanları devlet ve temsilcisi olduğu sermaye adına denetlerken, özel güvenlik de kamusal alanların dışında kalan ve ondan çok daha geniş olan özel alanları yine aynı kesimler adına denetliyor. Kaldı ki özel güvenlik yasal düzeyde devletin yarattığı ve özel alanlarda kendisi adına denetim ve silah kullanma yetkisi verdiği bir yapıdır. Yani ondan bağımsız, ona karşı bir yapı değil, bizzat onun yarattığı, kullandığı ve denetlediği bir yapıdır. Roma’da bir yüzü sağa diğer yüzü ise sola bakan, bu anlamda hem kente girenleri hem de çıkanları gözleyerek kentin güvenlik içinde yaşamasını sağlayan Tanrı Janus vardır. İşte neoliberalizm evresinin Tanrı Janus’unun bir yüzünü polis, diğer yüzünü ise özel güvenlik oluşturuyor. Gözetledikleri kesim hızla yoksulluğa itilen geniş toplum kesimleri, güvenliğini sağladıkları kesim ise bu yıkımı yaratan sermaye kesimi ve onun kurumsal düzenekleri olarak devletler, ulusal ya da uluslararası kuruluşlar.

Polis sayısındaki artış, sayısı yüz binleri bulan özel güvenlik personeli, yapımı süren yeni hapishaneler, güvenlik teknolojisine artan yatırım… Bu kadar güvenlik odaklı bir yaklaşımın nedenleri sizce ne?
Yağma ekonomisi ve onun yarattığı derin gelir uçurumları. Kısacası eşitsizlik derinleştirildikçe, kamusal varlıklara el koyarak zenginleşenler bu zenginliği yoksullardan korumak için daha çok özel güvenlikçi, daha çok polis, daha çok hapishane ve daha çok kamera ile toplumun hayatını bir açık hapishaneye çeviriyor. Açlık Oyunları filmlerinde gördüklerimiz hiç de öyle fantastik şeyler değil. Bugünkü gerçeğin metaforik bir anlatımından ibaret. O nedenle de bugün neoliberalizmin yıkımını yaşadıkça daha da otoriterleşen ülkelerden biri olarak Tayland’da, Açlık Oyunları filmindeki 3 parmaklı işaret, darbeci yönetimi protesto etmek için bir sembole dönüşmüş durumda.

Bunun toplumsal-siyasal hayattaki karşılığı nedir peki? Meseleye demokrasi-güvenlik ilişkisi açısından bakarsak, sürekli denetim ve baskı aygıtlarının denetiminde yaşayan bir toplum, ekonomik ya da demokratik hak taleplerini nasıl özgürce dile getirecek?
Getiremez. Her anı MOBESE’ler ve kapalı devre kameralar ile gözetlenen, her yaptığı işlem bilgisayarlar ve kredi kartları aracılığı ile kayıtlanan, her tepkisi polis, özel güvenlik, cop, biber gazı, TOMA ile engellenen, gerçek bilgiye ulaşmasının kanalları denetlenen sermaye medyası tarafından kapatılan, baskılanan bir toplumda ekonomik ve demokratik hak talepleri özgürce dile getirilemez. Getirildiğinde Gezi’de bu halka reva görülenler yaşanır. Ali İsmailler, Ethemler, Berkinler öldürülür. Beyin travmaları, çıkan gözler, kırılan kemikler kalır geriye. Bu kadar çok güvenlikten, demokrasi çıkmaz. Despotizm çıkar. Her despotizmde olduğu gibi demokratik hak talepleri özgürce, demokratik bir ortamda değil ölme pahasına ortaya konulur ve ölerek kazanılır. Türkiye Haziran 2013’ten beri bu sürece girmiştir. Özgürlük, ancak güvenlik adı verilen bu zapt etme kapanı kırılarak kazanılacaktır.

Yırca köylülerine ya da milli maç sonrası gazetecilere yapılan saldırılarda özel güvenlik konusu çokça tartışıldı. Sizce bu tartışmalarda neler eksik kaldı?
Bu konuda hep tek taraflı bir değerlendirme yapıldı. “Özel güvenliğin köylüleri kelepçeleme yetkisi var mı?”, “Onları darp edebilir mi?” ya da “Milli maç sonrası Volkan’ı korumak için gelen özel güvenlikçilerin gazetecilere şiddet uygulama hakları var mı?” gibi sorular yöneltildi. Tartışma bu eksende seyretti. 5188 sayılı Yasa’nın 9. maddesi aslında oldukça geniş bir çerçeveden özel güvenlikçilere korudukları mekân ya da kişi ile ilgili olarak yakalama, zor kullanma, tecavüzü def etme gibi hakları tanımış durumda. Anılan haklar, görev yeriyle sınırlı ve korunan kişi ya da yere yönelik bir saldırı ya da burada işlenen bir suçla bağlantılı olan haklardır. Bu anlamda Yırca Köyü’nde özel güvenlikçiler hem yasal olarak Kolin’in mülkü olmayan bir alanda bunu yapmıştır, çünkü acele kamulaştırma kararına yargısal boyutta itirazların sürdüğü bir süreçtir saldırının gerçekleştiği an, hem de anılan araziyi de aşarak kelepçelenen köylüler köy dışına kadar araçlarla çıkarılmıştır. Bunların tümü Türk Ceza Kanunu kapsamında suçtur. Ama özel güvenlikçiler hakkında işlem yapılmadı.

Milli maç sonrası Volkan’ı koruyan Fenerbahçe’nin özel güvenlikçilerinin gazetecilere saldırısı sonrasında ise özel güvenlikçiler hakkında kasten adam darp etmek ve mala zarar vermek suçlarından işlem başlatıldı. Nasıl sonuçlanacak bilmiyoruz. Ancak bildiğimiz bir şey var ki bugünün güvenlikçi devlet algısı içinde bu çerçevedeki her sınırı aşma vakası ceza yerine hoşgörü ve onay ile karşılık buluyor. Öncelikle yasal olarak özel güvenlikçiler Yırca’da da milli maç sonrasında da yetkilerini aşan, bu anlamda yasalara göre suç sayılan davranışlar sergiledi. Bunların tümü yargı önünde halka karşı kullandıkları şiddetin hesabını vermeliler. Ancak konunun asıl vahim boyutu şurası: Devlet ya da kamunun polisi olması gereken polis, bu süreçte ne yapıyordu? Devlet, polisi ve jandarması ile özel güvenlik halka şiddet uygularken ya milli maç sonrasında olduğu gibi sürece seyirci kalıyordu ya da Yırca’da olduğu gibi özel güvenliğe güvenlik kalkanı oluşturuyordu. O nedenle Tanrı Janus benzetmesini tekrar hatırlamak gerekirse, polisi ve jandarması ile devlet özel güvenliğe alan açıyor, özel güvenliği ve onun koruduğu sermayeyi koruyor. Bu anlamda sermaye ve sermayedarlar açısından polis-jandarma ve özel güvenlik dayanışması ile yürüyen çift yönlü bir güvenlik kalkanı yaratılırken, eşzamanlı olarak da yoksullara, halka çift boyutlu bir denetim ve baskı kapanı yaratılıyor. Konu asıl olarak devletin bu konumlanışı üzerinden tartışılmalı.

Pazartesi, Aralık 22, 2014