(Anlat
ey ilham perisi, cebi deliklerin öfkesini anlat.)
-1-
Taşralıyım.
Memur çocuğuyum. Donanımlı bir beyaz yakalıya dönüşüp nihayetimi görmek, hanemi
kurmak için gittiğim üniversitede henüz öğrenciyken, ebeveynlerimin her hafta
hesabıma yatırdığı haftalığımı bir defasında banka kesmişti. Hesapta görünmesi
gereken kırk liranın yerinde yeller esiyordu: “hesap işletim ücreti”. Adına
bankamatik dedikleri o iğrenç robotun önünde uluyarak ağladığımı biliyorum. Yol
param yoktu. Ve o gün sadece bu sebepten okula gidemeyecektim. Ben dersleri
kaçırmaz, “olaylara” karışmazdım. Hiç bankamatik kırmamıştım. O gün de
kırmadım. Çünkü eğer kurallara göre yaşarsak… Değil mi? Bu kısmını sen de
biliyorsun. Her şey şahane gelişirdi herhalde. Dört yılda mezun oldum ben de,
senin gibi. Aferindi bana da.
-2-
Acımadı
ki. 2007 yılında Maslak’ta ilk işime girdiğimde ilk maaşım 750 liraydı. Başvuru
formuna düşük bir rakam yazmıştım. Çünkü mezun olduğum gibi iş bulmam lazım
geliyordu. İşsizlik kol geziyordu. Çünkü ailem seni tek kuruş daha
destekleyemeyiz, gücümüz yok demişti. Altı ay orada çalıştım. Altı ay sonunda
dayanamaz hale gelmiştim: bir müşteri telefonun öbür ucunda bana sistematik
olarak bağırıyordu. Bir geçmişim yokmuş gibi veya bir insan evladı değilmişim
gibi. Telefon her çaldığında dizlerim kasılırdı. Ben azar işitmek için okumadım
o kadar diyordum. Uluyarak ağladım. İstifa ettim. Cebimde yol param yoktu.
Onurum yerli yerindeydi, bir de mesleğimi seviyordum, bir yolunu buldum velakin
sadece emek piyasası denen bu azap kuyusunda biraz daha debelenmek için.
-3-
Birine
aşık olduğumu düşünüyordum. Yani herkes birine aşık olurdu, mutlu olurdu, ben
niye olmayaydım? Bir buçuk-iki sene boyunca ilişki şiddeti yaşadım. Her gün
ağlıyordum, özgüvenim irtifa kaybediyordu. Yolda ne zaman bir kız çocuğu görsem
ağlıyordum mesela. “Takribi 20 sene sonra, senin kalbini kim kıracak?” diyordum
içimden, ağlamaya başlıyordum. Yetişkinlerin dünyası ağırdı, ilişkilerin
çehresi sonsuz mutluluktan ziyade korkunç bir iktidar biçimlerinde görünür
oluyordu. Oysa benim bir geçmişim vardı. Sevgi, iyilik nedir bilirdim az çok,
bu yaşadığım sevgi değildi, iyilik de değildi, gayet iyi biliyordum. Yaşama
inanma kaynaklarımdan biri, filmlerde pazarlanan romantik mutlu son, demek bu
kadar kolayca yıkılıyordu. Bir gün, bakınız tesadüfe, cebimde yine yol parası
yok, “onunla” buluşmuştuk. Cebimde yol parası olmadığı halde buluşmak
istemiştim ve o bunu biliyordu. Beni bazı arkadaşlarıyla tanıştırmıştı o gece.
Bakışlarında gördüm “onla” aramızdaki “statü ve yaş farkını”. Üstelik nasıl
yargılanabildiğimi. Bir geçmişim yokmuş gibi. Bir insan evladı değilmişim gibi.
Bunlar gayet özgürlüksever, düzene muhalif insanlardı ama bana bakışları öyle
söylemiyordu. Ömrüm geçse unutmam. Ben o gece o masayı birdenbire kalkarak terk
ettim. Bunlarla vedalaşmadan. “Terbiyesizce ve saygısızca”. Eve yürüyerek
gittim. Dünya üzerinde öylece yürüyen bir varlıktım, fazlaca “maddi bir
karşılığım” bulunmuyordu. Özgürdüm ama. Bir tümörü içimden sıyırmayı bir buçuk
sene denedikten sonra, en sonunda başarmıştım. Acımadı ki. Çünkü bir iktidarı
yıkmıştım.
-4-
Acımadı
ki. Bir çağdaş sanat galerisine iş görüşmesine gittim. Plazada işe girmemek
için direndiğimden yine bir süredir evden çalışıyordum ve çalıştığım yerlerden
beklediğim paralar elbette ki yatmamıştı. Bazen günlerce bekliyorsun, üç kez
soruyorsun, sorduruyorlar, ondan sonra paran yatıyor filan. Beş kuruşsuz
bekliyorsun. Yine işe gireyim bari demiştim. Düzenli gelir diyorlar. Böyle
olmuyor. Yol param yoktu. Görüşmeye gitmek için borç para aldım. Vakit ayırdım.
Gittim. Siz hiç iş görüşmesinde mobbing yaşadınız mı? Ben yaşadım. Bir geçmişim
yokmuş gibi, yaşım 29 değilmiş gibi, görüşmeyi yapanın önünde duran şey
özgeçmişim değilmiş gibi… Görüşme esnasında birkaç sefer azarladı beni,
sorusunun cevabı verdiğim cevap değilmiş, hemen başka bir cevap bulmalıymışım!
Sonra dedi ki: “ama güler yüzlüsün bize başvurmaya devam et, ileride sana uygun
pozisyonlar açılır”. İktidar ne çabuk ve ansızın ete kemiğe bürünüyordu. Alt
tarafı bir iş görüşmesinde, bir soruda, küfür gibi kuruluveriyordu. Şaşırmakla
yetindim, bizler pek tabii terbiye sınırları dahilinde yetiştik. Sponsorların
gölgesinde sergi gezerek, sevdiğimiz sanatsal işlerden bahsederek filan işte.
Arada bir çeşmenin başını tutanlara iş başvuruları da yapıyoruz, ilgi alanımız
olduğu için. Vaat ettikleri maaşların bin katı değerinde afra tafra çekiyoruz;
işe daha girmemişiz bile, ama olsun, başvurmak da yetebiliyor herhalde bazen.
Biz götümüze yer yapabilmek için çektiğimiz kredileri filan ödemek isteriz
çünkü. Bilirler. Bildikçe üstümüze gelirler. Senelerce elimiz varlık görmez ama
dürüstüz, borcu faiziyle öderiz, misliyle öderiz. Bilirler, böylece ezmesi daha
kolay olur. Vergiye tabiyiz. Kayıt-içiyiz, uslu yurttaşlarız. Ama çok çok iyi,
güler yüzlü ve dürüst insanlar olmak gibi bir zaafımız varsa da, şeytanca bir
kibirle temas halinde olmayı hak etmiyoruzdur. Ortalık yaylım ateşi olduğundan
yere yatıp cenin pozisyonu alsak bile, o şeytani kibrin kurşunu bizi bir
yerimizden sıyırıveriyordur. Ansızın. Bu örnekte benim yol param yoktu, buna
rağmen başıma geleceklerden habersiz, görüşmeye gidiyordum. Yirmi dokuz yaşımda
“dilenci gibi” azarlanabiliyordum. Bunların ötesinde gerçi, beni azarlayanın da
herhalde kaybetmekten sürekli korktuğu bir işi, statüsü ve kibri vardı.
Etrafımızda kimlerin “başarılı” olduğuna bak ve vaat edilen o başarıdan tiksin
diye yazdım bunu. Ben on beş dakika içinde tiksinmiştim çünkü. Korkma genelle.
Başarı ağlatılmamak ve ağlatabilmek üzerinden şekillenmişse, bu onların düzeni,
onların olsun.
-5-
Cebimde
yol param yoktu. Ama elbette bir yerden bir yere gitmem lazımdı. Sürekli bir
yerden bir yere gitmemiz gerekir zira büyümüşüzdür ve hayat omuzumuza “bazı
sorumluluklar” yüklemiştir. Gelgelelim “o hayat” bize zenginlikler getirmezken
aksi gibi yolları da paralı yapmıştır. Yürüyordum, yerde on lira gördüm.
Eğildim aldım onu yerden, hayat bana sadaka veriyordu, öyle mi? İnat değil mi,
istemiyordum efendim. Köşeyi döndüm, on lirayı attım elimden.
-6-
Bankamatikte
para yok, çekemem. Kredi kartı borçlusuyum, nakit avans yasak. Dolmuşa bindim.
Paralar çıkarılıyor, elden ele uzatılıyor. Çantamın içinde yirmi beş kuruş,
cüzdanımın bozukluk gözünde de iki lira olduğundan eminim. Bu para beni eve
götürecek tek güç, denkleştirmeye çalışıyorum. Ama tüm aramalarıma rağmen yirmi
beş kuruşu bir türlü bulamıyorum. Bulamazsam diyorum, aynı ilkokuldaki gibi
olacak. [Babam kitap parasını vermemişti, öğretmen kitapları dağıtırken beni
atlamıştı, demişti ki, “sen ödememiştin, sana yok”. İyi ve uslu bir öğrenci
değilmişim gibi. Ben sekiz yaşımda utanmamalıymışım bundan, sonradan öğrendim
ki parasız eğitim bir hakmış.] Yirmi beş kuruşu ararken önümdeki koltuğun
altında bir lira para görüyorum. Hayat benimle düpedüz dalga geçiyor, “bak
onunla tamamla işte yol paranın üstünü” diyor. İnsanlar görür benim olmayan bir
parayı yerden aldığımı, ne rezillik diyorum. Biz terbiyeliliklerle, el alem ne
derlerle, utangaçlıklarla, mülkiyet bilinciyle filan yetiştik. Benim bir
geçmişim var. Daha fazla karıştırıyorum çantamı, buluyorum yirmi beş kuruşu.
Utanmıyorum. Utanılacak bir şey yok. Bana bu yirmi beş kuruşu aratan düzeni
tanıyorum çünkü. Her ay faturalarıma yansıyan “ot bok bedeli, sümük filan
vergisi” diyorum en basitinden bunun sorumlusu. Ben yirmi beş kuruşla yol
parası denklerken milyonların kimin cebinde olduğunu biliyorum.
-7-
Eski
İçişleri Bakanı (ve evrensel hırsız), biz Gezi direnişçileri için şöyle bir
küfür etmişti: “Bunları kulağından tutar, geçmişini xxx yapar, atarım.”
Etrafına
baksana. Gündelik hayat sana tam da bu küfrün muadili binlerce ufak hadise
getiriyor. Biz “sicili temizlerin” “geçmişini xxx yapmaya” çalışanlar var.
Resmen bir geçmişimiz yokmuş gibi davranıyorlar, insan değilmişiz gibi. Çünkü
faşizm gündeliğin içine de özenle yerleştirilmiştir. Durmadan çalıştığımız,
bize verilen her görevi yaptığımız halde, cebi deliklerdensek, üzerine
mütemadiyen hakaret görür durumdaysak, bir yerlerden ağlayarak çıkıyorsak,
güçsüz hissediyorsak, bize ağır geliyorsa, travmalar üst üste geliyorsa,
gündelik olanın bayağılığı, onur kırıcılığı birikiyorsa, iktidar biçimleri
dakikalar içinde kurulup herkesi karşı karşıya getirecek kadar çok
içselleştirilmişse, bu dünyayı tersinden görmeye, kendimizi ve kendimiz
gibileri aramaya mecburuz.
En
basitinden Ofsayt Osman “insanlık öldü mü?” diye sorduğunda gözleri dolanları
bulalım. Kimseye kıyamayanları. Geceleri “ne olacak halimiz” diye uykusu
kaçanları bulalım. Sabrının son deminde sokağa dökülenleri, tanıdık tanımadık,
can havliyle yanındakine sarılanları bulalım. Dostluğu, dayanışmayı bulalım.
Ortak zeminlerimizi ve müşterek yaralarımızı. Zehirli gaz altında önünde düşene
elini uzatanları bulalım. Mutlaka vardır bizim gibiler. Mutlaka bir geçmişleri
vardır onların da, hikayeleri, bildikleri, hayatla baş etme biçimleri. Midesi
iktidarı kaldırmayanlar vardır.
Birbirimizi
bulalım. Ama bir araya geldiğimizde, biz sakın intihar etmeyelim. Rahatlamak
için bankamatik kıralım mesela? Veya birini gözaltına alınırken alalım polisin
elinden, birleşip? Baksana örülecek anlamlar var; birbirimizi tanımıyoruz daha,
ama çok benziyor yaşadıklarımız, sıkıntılarımız.
Ayrıca,
“İnat değil mi? Yıkılmıyoruz.”
Bizi
bizim elimizle öldüremezler. Yok öyle kolaycılık. Geçmişimiz var.
Özdeşliklerimiz var. Düşene o tekmeyi vurmasınlar diye başında nöbete durmak
gibi görevlerimiz var. Direniş yenilgiye uğrar diyene inanma. Her direniş
dünyayı ve hayatları bir yerinden değiştirmiştir. Görmek için içimizdeki
iktidarı yıkmaya devam edelim, her şey daha da berraklaşacaktır.
Hem
o Eski İçişleri Bakanının dediği şeyi kendi geçmişimize yapmış olmamak için
intihar etmeyelim asıl. Her gün irili ufaklı biçimlerde maruz kaldığımız ama
hep bir zihniyet bütünlüğüne işaret eden iktidara direnmenin en basit ve en
güçlendirici yöntemi, içimizdeki iktidarı da terk etmek. O halde kendimize ne
diye kıyacakmışız? Biz bu kendimize ne ettik ki bu kadar?
Onun
yerine içindeki iktidarı terk etmişleri arayalım, bulalım, birlikte eyleyelim.
Acı
sözler duyuyoruz, sürünüyoruz, mobbing yaşıyoruz, şiddet görüyoruz, kalbimiz,
onurumuz kırılıyor, bizim gibi insanların bazen bize düşman olduğunu görüyoruz.
İşyerlerinden evlere, evlerden işyerlerine tekdüze işkenceler dizisi bu hayat.
Biz buralardan geçiyoruz. Ortak bir geçmişten gelirken ortak bir şimdiki zamanı
paylaşıyoruz. Ama bütün bunlar hayatın bizi bir göreve çağırıyor olmasına
bağlanır. Çünkü o maneviyat örülmeye biz doğmadan önce başlanmıştır. Salt
kaygıdan ibaret bencil organizmalar değiliz biz. Teslimiyet yok, atalet yok.
Depresyon lüksümüz hiç yok. Depresyon değil, öfkedir o, depresyon olsa
duramazsın.
Hikaye
başka. Bizim zamanımız da gelecek. Şenlikli olacak.
Varsın
o zaman da yol param olmasın, evimden çıkar devrime yürüyerek giderim.
(Franksiyon)
No comments:
Post a Comment