23 Aralık 2014
“Aklın
hükmünün olmadığı devirlerde Tiran, zafer aşkıyla şehirleri dümdüz eder;
düşmanlar, halka açık meydanlarda vahşi hayvanların önüne atılır; Sultan,
esirlerin koşulduğu arabalarla geçerken sokaklarda bayram edilirdi. Günümüzde
tüm bunları ilkel bularak lanetliyoruz. Bu, alenen işlenmiş insanlık suçlarını
kınarken yargımızda en ufak tereddüt yok. Fakat iş gelip de özgür bir ülkenin
bayrağı altında uzayıp giden esir kamplarına, cezaevlerine, toplu mezarlara;
bilimin akladığı ya da bazı ‘seçilmiş-üst’ insanların ‘ötekiler’ için reva
gördüğü işkence, kıyım ve zulüme dayanınca, o mutlak yargı gücümüz aniden
sakatlanıveriyor. Cinayete ‘makul’ bir kılıf bulunduğunda -ki bu çağımıza özgü
ilginç bir aklama tekniği- bir insanın, başka bir insanı öldürmesinin haksız
dehşetini görmezden geliyoruz…”*
Eski
devirlerin insanlarının ne denli akıl dışı şeylere inandıklarını ve inandıkları
şeyler uğruna ‘öteki’ insanlara ne denli zulmettiklerini görebilmek bugünden
bakınca ne kadar kolay. Bu yüzden onları ‘ilkel’ kabul ediyoruz. Oysa,
gelecekte tarih bizden nasıl bahsedecek, bilmiyoruz.
Bilmiyoruz
çünkü neticede, yılbaşında şişme Noel Baba bıçaklayarak ‘kendi öz değerlerine’
sahip çıktığını düşünen üniversite gençlerinin olduğu bir ülkede yaşıyoruz.
Bilmiyoruz
çünkü, 'toplumun yaşadığı manevi buhranlara çare olmak' iddiası ile sosyal
kurumlara önderlik eden adamların “kadının çalışması fuhuşa zemin hazırlar;
‘CİN’lere bile açık olan internete kadının fotoğraf koyması günahtır” türünden
fetvalarının havada uçuştuğu bir dönemden geçiyoruz.
Bilmiyoruz
çünkü, sınırlarımızın yanı başında tekbir ile kafa kesen, kadınları köleler
gibi alıp satan, çocukların masumiyetini yağmalayan, Allah ve din uğruna
‘ötekilere’ yapmadığı zulmü bırakmayan canilere hamilik eden bir politik aklın
hükmü altında yaşıyoruz.
O,
seçilmiş ‘en üst’ akıl ki kendisini protesto eden vatandaşının üstüne ‘Yahudi
dölü!’ diye öfkeyle yürüyebiliyor. Her gün onun bilinç altından koro halinde
yayın yapan yandaş gazetelerin manşetlerinde “Yahudi dölü, Ermeni piçi, Bizans
artığı, kafir, terörist, çapulcu...” diye muhalif görülenlerin itham ve tehdit
edildiği bir ülkede yaşıyoruz.
Baktığı
her yerde bir sapkınlık ve düşman gören; gördüğü bu ‘sözde’ tehlikeleri kontrol
altına almak için her türlü hukuksuzluğa meyleden; hak, adalet ve ahlak
duygusunun tüm denetimlerinden kurtulmuş otoritenin, giderek çığırından çıktığı
bir ülkede yaşıyoruz.
Bilmiyoruz
çünkü, ana dilini konuştuğu için insanların yıllarca cezaevine atıldığı,
işkence gördüğü, linç edildiği bir devlet geleneğini sürdürüyoruz. Kendisiyle
aynı etnik kökene sahip olmayan, aynı şekilde düşünmeyen, aynı dili konuşmayan
insanların varlığına tahammül edemeyen; onları ‘doğal düşman’ olarak kabul
eden; ırkçı, saldırgan, ruh hastası insanların ‘vatanını herkesten çok sevme’
mazeretiyle haklı görüldüğü ve el üstünde tutulduğu bir ülkede yaşıyoruz.
Bilmiyoruz
çünkü kendisini ‘Cumhuriyet kadını’ olarak tanımlayan bir akademisyenin
öğrencilerine “Ermeni sorunu, ortaya çıkışı ve sözde kırım iddialarına karşı,
Türkiye’nin soykırım yapmadığını belgelerle açıklayın,” diyerek verdiği ödevi
‘bilimsellik’ iddiasıyla savunduğu bir ülkede yaşıyoruz.
Aynı
doçentin kandil duası ise şöyle: “Allah Türk’ü korusun; çünkü o dünyayı
korur!..”
Hem
Tanrı hem Devlet
İster
yüzlerce yıl öncesine bakın, isterse günümüzün iktidarlarına; otoritenin,
tahakküm kurabilmek için her zaman bir düşman, bir sapkın, ‘yaşamaya layık
olmayan’ bir öteki yaratığını göreceksiniz.
Her
çağ kendine özgü yaftalar üretmiş. Bunlar arasında ‘kafir’ hükmedenler için her
dönem en ‘kullanışlı’ ve rağbet göreni olmuş.
Ortaçağ
Avrupa’sında, Engizisyon’un en önemli amacı kafirin ‘davranışlarını düzeltmek’
idi. O çağda Engizisyon’a karşı çıkmak Kilise’ye, İsa’ya ve Tanrı’ya karşı
çıkmakla eşti.
Dinin
egemen olduğu bir toplumda Tanrı’ya karşı çıkmaya kim cüret edebilirdi ki?
Tabii ki, sadece kafirler!
Engizisyon’a
karşı işlenen suç, toplumsal bir suç olarak görülmeye başladıktan itibaren,
‘kafirler’ arasındaki farkın bir önemi kalmamış; yetki sahibi otorite ‘kafirin’
adını ve kaderini bir kez belirledikten sonra, geniş propoganda ve insanların cahilliği gerisini
getirmişti.
Her
türlü doğal afetin, hastalığın, kıtlığın, talihsizliğin müsebbibi olarak
görülen ve ‘şeytan’ ile iş birliği yapmakla itham edilen kadınlar (nam-ı diğer
cadılar), Yahudiler, Çingeneler,
eşcinseller, akıl hastaları, hatta ‘cüzzam’ gibi fiziksel hastalığı olanlar,
arka arkaya linç edildiler.
Aydınlanma
sonrası dönemde pozitif bilimlerdeki ilerleme sayesinde doğa olaylarının fiziksel
nedenlerinin, bilimsel yollarla açıklanmaları sonrasında ‘öteki’leri
şeytanlaştıma eğilimi de yön değiştirdi: 20. yüzyıla damgasını vuran soğuk
savaş dönemi de ötekini keşfetmekte gecikmedi; o dönem bütün kötülüklerin anası
-hatırlayın- ‘Komünist’ler idi.
Son
otuz yıldır iktidarların en çok
kullandığı yafta ise malum: Terörist!
Bir
ideoloji ölür, bir başkası doğar; ortak bir düşman bulunsun yeter. Kafir gider
komünist gelir; o gider terörist. O da gider bir başkası...
Bu
şablon bizim ülkemizde de tam tamına kullanıldığı için yabancısı değiliz.
Ama
hemen bugün, şu anda durup fark etmemiz gereken, yaşadığımız ülkenin politik
atmosferinde ‘terörist’ kelimesinin yanına hızla ‘kafir’ kelimesinin de
eklemlenmekte olduğu.
İnsanlık
tarihi, ‘din ile devlet ortaklığı’nın her zaman baskı ve zulümle sonuçlandığını
gösteren örneklerle dolu.
Tepemizde;
kendi inançları, ihtiyaçları, arzuları, çıkarları için yapmaya cüret
edemeyeceği hiçbir şey olmadığını her gün bir başka vesileyle öğrenmemizi
sağlayan bir seçilmiş üst akıl var.
Ne
diyor, bizim ‘demokrasi görünümlü’ çağdaş totaliter devlet yapımızın bu üst
aklı:
“Bizim
bazı sıkıntılarımız var hâlâ. Bu sıkıntıları anaokulundan başlayarak bir hayat
tarzı sunarak yeneceğiz.”
Başka
bir deyişle, hayatı daha ‘kaynağında’ zehirleyecekler.
Bu
sığ, bu kötücül, bu kendinden menkul otorite, kendi aklı dışındaki her şeye
öylesine bir refleks geliştirmiş ki, artık tarihin derinliklerinde kaybolduğunu
düşündüğümüz cadı avlarını her gün yeniden sahneliyor.
Günümüz
Türkiye’sinde üzerimizde bu kadar büyük söz hakkı, bu kadar geniş ve keyfi
yetki kullanan bu iktidar hakkında ne düşünüyorsunuz, bilmiyorum.
Ama,
‘hem Tanrı’yı hem Devlet’i’ temsil ettiği için -kendi akıllarınca- hikmetinden
sual olunmayan; elinin erdiğini köleleştirmek isteyen bir ‘Tiran’ın güdümünde
yaşamaya itildiğimizi; en temel insan haklarımızın bile yağmalandığını, zaten
hiç bir zaman dört başı mamur olamamış kıt kaanat özgürlüğümüzün de elimizden
parça parça çekip alındığını bir an önce
görmek zorundayız.
AKP’nin
bize dayatmaya çalıştığı şekliyle, ideolojisinin kökenlerini dinden -Tanrı’dan-
ve Ulus-Devlet söylemlerinden alan bir toplumda otoriteye karşı gelmeye kim cesaret edebilir?
Bugün,
bu denli topluma mal olmuş bu mantıksızlıkları, aşırılıkları, hurafeleri,
haksızlıkları kim ‘korkmadan’ eleştirebilir?
Benim
buna yanıtım net:
Sadece
bir parça aklı, sağ duyusu, cesareti ve yüreği olan sıradan vatandaşlar.
Bu
yazıya girizgah olan önceki yazıma Harrison’un şu cümlesiyle başlamıştım:
“Bütün
uygarlıkların tek ortak paydası ahlaktır; yani, iyi ile kötünün ayrımı…”
Cumhurbaşkanı
Erdoğan yeni Türkiye’nin akil sanatçılarından Niran Ünsal’a son dönemde yaptığı
açıklamalarından dolayı “Dik duruşunu bozma, seninleyiz!” demiş ya hani.
Bu
durumda Kropotkin ile bitireyim:
“İnsanda
ahlak duygusu, koku ve dokunma duyusu gibi doğal bir yetenektir. Bu duygudan
kurtulmak istesek bile beceremeyiz. İnsan için, dört ayak üstünde yürümek,
ahlak duygusundan kurtulmaktan daha kolaydır. Bu duygu, hayvanın evriminde,
insanın dik durmasından önce gelir.” **
@SibelYerdeniz
*
Albert Camus
**
Peter Kropotkin
No comments:
Post a Comment