Sunday, 28 December 2014

Ne Tanrı ne Devlet I Sibel Yerdeniz

23 Aralık 2014

“Aklın hükmünün olmadığı devirlerde Tiran, zafer aşkıyla şehirleri dümdüz eder; düşmanlar, halka açık meydanlarda vahşi hayvanların önüne atılır; Sultan, esirlerin koşulduğu arabalarla geçerken sokaklarda bayram edilirdi. Günümüzde tüm bunları ilkel bularak lanetliyoruz. Bu, alenen işlenmiş insanlık suçlarını kınarken yargımızda en ufak tereddüt yok. Fakat iş gelip de özgür bir ülkenin bayrağı altında uzayıp giden esir kamplarına, cezaevlerine, toplu mezarlara; bilimin akladığı ya da bazı ‘seçilmiş-üst’ insanların ‘ötekiler’ için reva gördüğü işkence, kıyım ve zulüme dayanınca, o mutlak yargı gücümüz aniden sakatlanıveriyor. Cinayete ‘makul’ bir kılıf bulunduğunda -ki bu çağımıza özgü ilginç bir aklama tekniği- bir insanın, başka bir insanı öldürmesinin haksız dehşetini görmezden geliyoruz…”*

Eski devirlerin insanlarının ne denli akıl dışı şeylere inandıklarını ve inandıkları şeyler uğruna ‘öteki’ insanlara ne denli zulmettiklerini görebilmek bugünden bakınca ne kadar kolay. Bu yüzden onları ‘ilkel’ kabul ediyoruz. Oysa, gelecekte tarih bizden nasıl bahsedecek, bilmiyoruz.

Bilmiyoruz çünkü neticede, yılbaşında şişme Noel Baba bıçaklayarak ‘kendi öz değerlerine’ sahip çıktığını düşünen üniversite gençlerinin olduğu bir ülkede yaşıyoruz.

Bilmiyoruz çünkü, 'toplumun yaşadığı manevi buhranlara çare olmak' iddiası ile sosyal kurumlara önderlik eden adamların “kadının çalışması fuhuşa zemin hazırlar; ‘CİN’lere bile açık olan internete kadının fotoğraf koyması günahtır” türünden fetvalarının havada uçuştuğu bir dönemden geçiyoruz.

Bilmiyoruz çünkü, sınırlarımızın yanı başında tekbir ile kafa kesen, kadınları köleler gibi alıp satan, çocukların masumiyetini yağmalayan, Allah ve din uğruna ‘ötekilere’ yapmadığı zulmü bırakmayan canilere hamilik eden bir politik aklın hükmü altında yaşıyoruz.

O, seçilmiş ‘en üst’ akıl ki kendisini protesto eden vatandaşının üstüne ‘Yahudi dölü!’ diye öfkeyle yürüyebiliyor. Her gün onun bilinç altından koro halinde yayın yapan yandaş gazetelerin manşetlerinde “Yahudi dölü, Ermeni piçi, Bizans artığı, kafir, terörist, çapulcu...” diye muhalif görülenlerin itham ve tehdit edildiği bir ülkede yaşıyoruz.

Baktığı her yerde bir sapkınlık ve düşman gören; gördüğü bu ‘sözde’ tehlikeleri kontrol altına almak için her türlü hukuksuzluğa meyleden; hak, adalet ve ahlak duygusunun tüm denetimlerinden kurtulmuş otoritenin, giderek çığırından çıktığı bir ülkede yaşıyoruz.

Bilmiyoruz çünkü, ana dilini konuştuğu için insanların yıllarca cezaevine atıldığı, işkence gördüğü, linç edildiği bir devlet geleneğini sürdürüyoruz. Kendisiyle aynı etnik kökene sahip olmayan, aynı şekilde düşünmeyen, aynı dili konuşmayan insanların varlığına tahammül edemeyen; onları ‘doğal düşman’ olarak kabul eden; ırkçı, saldırgan, ruh hastası insanların ‘vatanını herkesten çok sevme’ mazeretiyle haklı görüldüğü ve el üstünde tutulduğu bir ülkede yaşıyoruz.

Bilmiyoruz çünkü kendisini ‘Cumhuriyet kadını’ olarak tanımlayan bir akademisyenin öğrencilerine “Ermeni sorunu, ortaya çıkışı ve sözde kırım iddialarına karşı, Türkiye’nin soykırım yapmadığını belgelerle açıklayın,” diyerek verdiği ödevi ‘bilimsellik’ iddiasıyla savunduğu bir ülkede yaşıyoruz.

Aynı doçentin kandil duası ise şöyle: “Allah Türk’ü korusun; çünkü o dünyayı korur!..”

Hem Tanrı hem Devlet

İster yüzlerce yıl öncesine bakın, isterse günümüzün iktidarlarına; otoritenin, tahakküm kurabilmek için her zaman bir düşman, bir sapkın, ‘yaşamaya layık olmayan’ bir öteki yaratığını göreceksiniz.

Her çağ kendine özgü yaftalar üretmiş. Bunlar arasında ‘kafir’ hükmedenler için her dönem en ‘kullanışlı’ ve rağbet göreni olmuş.

Ortaçağ Avrupa’sında, Engizisyon’un en önemli amacı kafirin ‘davranışlarını düzeltmek’ idi. O çağda Engizisyon’a karşı çıkmak Kilise’ye, İsa’ya ve Tanrı’ya karşı çıkmakla eşti.

Dinin egemen olduğu bir toplumda Tanrı’ya karşı çıkmaya kim cüret edebilirdi ki? Tabii ki, sadece kafirler!

Engizisyon’a karşı işlenen suç, toplumsal bir suç olarak görülmeye başladıktan itibaren, ‘kafirler’ arasındaki farkın bir önemi kalmamış; yetki sahibi otorite ‘kafirin’ adını ve kaderini bir kez belirledikten sonra, geniş  propoganda ve insanların cahilliği gerisini getirmişti.

Her türlü doğal afetin, hastalığın, kıtlığın, talihsizliğin müsebbibi olarak görülen ve ‘şeytan’ ile iş birliği yapmakla itham edilen kadınlar (nam-ı diğer cadılar), Yahudiler,  Çingeneler, eşcinseller, akıl hastaları, hatta ‘cüzzam’ gibi fiziksel hastalığı olanlar, arka arkaya linç edildiler.

Aydınlanma sonrası dönemde pozitif bilimlerdeki ilerleme sayesinde doğa olaylarının fiziksel nedenlerinin, bilimsel yollarla açıklanmaları sonrasında ‘öteki’leri şeytanlaştıma eğilimi de yön değiştirdi: 20. yüzyıla damgasını vuran soğuk savaş dönemi de ötekini keşfetmekte gecikmedi; o dönem bütün kötülüklerin anası -hatırlayın- ‘Komünist’ler idi.

Son otuz yıldır iktidarların en çok  kullandığı yafta ise malum: Terörist!

Bir ideoloji ölür, bir başkası doğar; ortak bir düşman bulunsun yeter. Kafir gider komünist gelir; o gider terörist. O da gider bir başkası...

Bu şablon bizim ülkemizde de tam tamına kullanıldığı için yabancısı değiliz.

Ama hemen bugün, şu anda durup fark etmemiz gereken, yaşadığımız ülkenin politik atmosferinde ‘terörist’ kelimesinin yanına hızla ‘kafir’ kelimesinin de eklemlenmekte olduğu.

İnsanlık tarihi, ‘din ile devlet ortaklığı’nın her zaman baskı ve zulümle sonuçlandığını gösteren örneklerle dolu.

Tepemizde; kendi inançları, ihtiyaçları, arzuları, çıkarları için yapmaya cüret edemeyeceği hiçbir şey olmadığını her gün bir başka vesileyle öğrenmemizi sağlayan bir seçilmiş üst akıl var.

Ne diyor, bizim ‘demokrasi görünümlü’ çağdaş totaliter devlet yapımızın bu üst aklı:

“Bizim bazı sıkıntılarımız var hâlâ. Bu sıkıntıları anaokulundan başlayarak bir hayat tarzı sunarak yeneceğiz.”

Başka bir deyişle, hayatı daha ‘kaynağında’ zehirleyecekler.

Bu sığ, bu kötücül, bu kendinden menkul otorite, kendi aklı dışındaki her şeye öylesine bir refleks geliştirmiş ki, artık tarihin derinliklerinde kaybolduğunu düşündüğümüz cadı avlarını her gün yeniden sahneliyor.

Günümüz Türkiye’sinde üzerimizde bu kadar büyük söz hakkı, bu kadar geniş ve keyfi yetki kullanan bu iktidar hakkında ne düşünüyorsunuz, bilmiyorum.

Ama, ‘hem Tanrı’yı hem Devlet’i’ temsil ettiği için -kendi akıllarınca- hikmetinden sual olunmayan; elinin erdiğini köleleştirmek isteyen bir ‘Tiran’ın güdümünde yaşamaya itildiğimizi; en temel insan haklarımızın bile yağmalandığını, zaten hiç bir zaman dört başı mamur olamamış kıt kaanat özgürlüğümüzün de elimizden parça parça çekip alındığını  bir an önce görmek zorundayız.

AKP’nin bize dayatmaya çalıştığı şekliyle, ideolojisinin kökenlerini dinden -Tanrı’dan- ve Ulus-Devlet söylemlerinden alan bir toplumda otoriteye karşı gelmeye  kim cesaret edebilir?

Bugün, bu denli topluma mal olmuş bu mantıksızlıkları, aşırılıkları, hurafeleri, haksızlıkları kim ‘korkmadan’ eleştirebilir?

Benim buna yanıtım net:

Sadece bir parça aklı, sağ duyusu, cesareti ve yüreği olan sıradan vatandaşlar.

Bu yazıya girizgah olan önceki yazıma Harrison’un şu cümlesiyle başlamıştım:

“Bütün uygarlıkların tek ortak paydası ahlaktır; yani, iyi ile kötünün ayrımı…”

Cumhurbaşkanı Erdoğan yeni Türkiye’nin akil sanatçılarından Niran Ünsal’a son dönemde yaptığı açıklamalarından dolayı “Dik duruşunu bozma, seninleyiz!” demiş ya hani.

Bu durumda Kropotkin ile bitireyim:

“İnsanda ahlak duygusu, koku ve dokunma duyusu gibi doğal bir yetenektir. Bu duygudan kurtulmak istesek bile beceremeyiz. İnsan için, dört ayak üstünde yürümek, ahlak duygusundan kurtulmaktan daha kolaydır. Bu duygu, hayvanın evriminde, insanın dik durmasından önce gelir.” **

@SibelYerdeniz

* Albert Camus


** Peter Kropotkin

No comments:

Post a Comment