Friday 30 January 2015

The recyclers of Port-au-Prince.Toxic dump scavengers five years after Haiti earthquake



- (Photograph by Giles Clarke/Getty Images Reportage)
In a 200-acre-plus dump 5 kilometers north of Haiti’s capital, Port-au-Prince, hundreds of men, women and children scavenge day and night through the burning wasteland. They earn $12 to $15 a day — on a good day — for recycling plastics as well as clothing, household items and aluminum (for smelting). Some 5,000 tons of waste is created each day in the Port-au-Prince area.

It is here that the majority of the rubble from the January 2010 earthquake was dumped. The quake killed more than 230,000 people in and around Port-au-Prince.

A few companies have sprung up recently to buy the recycled plastic for 10 to 14 cents per pound.

Most of the dump scavengers have major respiratory and other health issues. The landscape is filled with the smoke from burning rubber, plastics and garbage. Large pigs roam the mountains of trash, feeding off the rotting household waste. They are eventually killed and sold by the internal dump-appointed bosses.

Most alarming is the amount of unregulated medical waste dumped here from city hospitals and clinics. “We don’t know how much or what they dump,” said one of the recyclers.

Ringing the dump, still within the clouds of drifting toxic smoke, are hundreds of corrugated tin shacks, where the workers live and deal in the various recycling side businesses that the dump provides.

(Photograph by Giles Clarke/Getty Images Reportage)

Photographing this area was by far one of the more taxing projects I have attempted. Many of the dwellers have fled the city and gang affiliations and do not want to be seen. As the Haitian National Police rarely visit here, it has become a safe haven for some of Port-au-Prince’s more shady characters.

I was given patrol access in the dump over three days in January. Questions to officials were left, for the most part, unanswered, but one thing is clear: Proper incineration and waste disposal is needed, as only 10 percent of the city’s waste is collected by the state.


AYM: Cezaevinde Kitap Sınırlaması İfade Özgürlüğü İhlali Değil


AYM, bir hükümlünün cezaevindeki on kitap sınırlamasıyla ifade özgürlüğünün ihlal edildiğine yönelik başvurusunda “ifade özgürlüğünün ihlal edilmediğine” karar verdi.

Beyza Kural
İstanbul - BİA Haber Merkezi

30 Ocak 2015, Cuma


Anayasa Mahkemesi (AYM), cezaevindeki on kitap sınırlamasının “ifade özgürlüğünü ihlal etmediğine” karar verdi.

Ankara 2 Nolu F Tipi Yüksek Yüksek Güvenlikli Kapalı Ceza İnfaz Kurumu’nda hükümlü olan Özkan Kart mevzuatta sınırlama olmadığı halde odasında on kitaptan fazlasını bulunduramadığını belirterek ifade özgürlüğünün ihlal edildiği gerekçesiyle AYM’ye başvurdu.

AYM, bugün Resmi Gazete’de yayınlanan kararında ifade özgürlüğünün ihlaline yönelik iddiaların kabul edilebilir olduğunu, ancak Anayasa’nın “Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti” başlıklı 26. Maddesinde güvence altına alınan ifade özgürlüğünün ihlal edilmediğini söyledi.

Özkan Kart’ın avukatı Sinem Coşkun bianet'e yaptığı açıklamada, gerekçeli karar tebliğ edildiğinde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) başvuracaklarını belirtti.

“AİHM’e başvuru sürecini uzattı”

AYM’nin kararı başvurudan iki yıl sonra geldi. Özkan Kart okuma ihtiyaçlarının tam olarak karşılanmadığına ve yanlarında bulundurabilecekleri kitap sayısının arttırılmasına yönelik ilk olarak Ankara İnfaz Hakimliğine şikayette bulunmuştu.

Ankara İnfaz Hakimliği, Ceza İnfaz Kurumları Kütüphane ve Kitaplık Yönergesinin 30. maddesine dayanarak, hükümlülere yeterince kitap okuma imkanı verildiği ve verilen kitapların da yenisi ile değiştirilme olanağının bulunduğu gerekçesiyle şikayeti reddetti.

Bu karara yapılan itirazı da Ankara 2. Ağır Ceza Mahkemesi reddetti. Kart avukatı aracılığıyla 26 Ocak 2013’te AYM’ye başvurdu.

Avukat Sinem Coşkun, AYM’nin kararının “AİHM’e başvuru sürecini uzattığını” söyledi:

“AYM, kamuoyunca takip edilen dosyalarda özgürlükler yönünde karar veriyor ama kararlarının tamamı değerlendirildiğinde, cezaevlerindeki ifade özgürlüğü, haberleşme hürriyetine dair şikayetler gibi konularda yerel mahkemelerden farklı karar verdiğini söylemek zor.

“Kamuoyunun yakından bilgi sahip olduğu dosyalar dışında hakların özünü genişletecek yorumlar yapmadığını görüyoruz. Onay merkezi gibi işlev görüyor.

“Müvekkilim açısından AİHM’e başvuru sürecini uzatma dışında pek de bir faydası olmadı.”

On kitap sınırlandırması nedir?

On kitap sınırlandırması Tekirdağ F tipi hapishanelerinde de yaşanmıştı. Tekirdağ 2 Nolu F tipi Cezaevi’nin İdare ve Gözlem Kurulu ile Eğitim Kurulu, her tutuklu ve hükümlünün kendine ait 10 kitap ve kurum kütüphanesinden de üç kitap bulundurabileceği yönünde karar almış, karar 15 Ocak 2013’te tebliğ edilmişti.

İdare 15 Mart 2013’te mahpusların hücrelerine girerek dava dosyaları dışındaki tüm kitaplarına el koydu. Kitaplarını vermek istemeyen mahpuslar hakkında hücre cezası istemiyle soruşturma açıldı.

Tekirdağ 1 Nolu Cezaevi’nde de kitap sınırlamasına karşı mahpusların yaptığı itiraz İnfaz Hakimliği’nce reddedildi. 29 Mart 2013’teki aramada saldırı olabileceği endişesiyle cezaevine giden avukatlar, kitap sınırlamasının kaldırıldığını öğrendi. (BK) 

Kısırkaya "Hayvan Hapishanesi"


Burak Özgüner
İstanbul - BİA Haber Merkezi
16 Ocak 2015, Cuma

Başlarına geleceklerden habersiz olarak, sokaklarda her türlü şiddete maruz kalan, bir lokma ekmek için yaşam savaşı veren hayvanlar, yeni ancak “modern” bir Hayırsızada vak'ası ile karşı karşıya kalacak.

Sarıyer Kısırkaya’da 20 bin köpek kapasitelik dev bir hayvan “bakımevi” yapıldığını, 10 Ocak 2014’te, Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu’nun basına verdiği demeçten öğrendim. Bakan Eroğlu, “hayvanlar kimliklendirilecek”, “sahipsiz hayvan olmayacak”, “artık sokakta hayvan kalmayacak”, “öncelikli olarak şimdi köpekler toplanacak, sonra kediler” diyerek, yüzyıllardır sokakları bizlerle paylaşan ve sokaklarda yaşam savaşı veren kent hayvanlarının tecrit edileceğinin müjdesini (!) veriyordu. Toplama kampı yüzünden İBB ile davalık olduk.

Bu toplama kampından haberdar olduktan sonra, inşaat alanına gidip yerinde görmeye karar verdim. Kısırkaya’nın köy meydanına geldiğimizde, hemen karşımızda bulunan ve 720 hektar gibi çok büyük bir alana yayılmış olan, Kısırkaya Plajı’nın hemen yanına konumlandırılmış dev bir toplama kampının inşa edildiğini gördüm, kesinlikle Auschwitz’i andırıyordu.


Tesisi görür görmez, orada neler olup biteceğini hayal ettim ve tesisin çok kısa bir zaman içerisinde açılışının yapılacağını bizzat Bakan Eroğlu’nun ağzından duyduğum için “modern” bir tecrit alanı haline gelecek bu tesisin durdurulması için bir şeyler yapmaya karar verdim. Trilyonluk bütçeli olan bir projenin iptal edilmeyeceğini bile bile, bu ülkede hukuka, adalete inanmayan birisi olarak... Bu devasa “hapishane”nin inşasının başlangıcındaki niyet teşhir edilmeliydi, öte yandan söz konusu tesisin hayvanlara getireceği felaket konusunda kamuoyu bilgilendirilmeli, toplumsal bir tepki oluşturulmalı ve de inşaatın yürütmesinin durdurulması, iptali konusunda tüm iç hukuk yolları tüketilmeliydi. Kendi adıma, bu toplama kampının durdurulması için elimden gelen her şeyi yaptığımı düşünüyorum. Şu anda ise inşaat hemen hemen bitmiş durumda...



Hayvan Haklarını Koruma ve Geliştirme Derneği adına, söz konusu tesisin yürütmesinin durdurulması ve iptali için Bölge İdare Mahkemesi’ne başvurduk ve İstanbul 6. İdare Mahkemesi’nde şu anda görülmekte olan bir dava var. Arazi ve bölge koşulları hakkında hiçbir teknik bilgisi olmayan mahkeme, İBB’nin savunmasını aldıktan sonra, bilirkişi heyeti dahi tayin etmeden, yürütmeyi durdurma talebim için ret kararı verdi. Tüm mevzuat hükümleri, alenen yürütmeyi durdurma kararı verilmesini gerektiriyorken mahkeme bunu görmezden geldi. Ayrıca İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ı da Kamu Görevlileri Etik Kurulu’na şikâyet ettik. Ettik ancak geçtiğimiz günlerde bu şikâyetimizin akıbeti hakkında bilgi almak istememiz üzerine, ilgili kurum tarafından kendilerine böyle bir şikâyetin yapılmadığı tarafımıza bildirildi.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Veteriner Hizmetleri Müdürü Muhammet Nuri Coşkun ile, İBB barınaklarındaki sorunlar hakkında görüşmeye gittiğimizde, söz döndü dolaştı ve Kısırkaya toplama kampına geldi. Kendisi, açmış olduğum dava neticelendiğinde, kısa bir zaman içerisinde söz konusu tesisin açılışının yapılacağını söyledi ve bu merkezde hayvanlara ne gibi hizmetler verileceği hakkında bilgi verdi. Müdür Bey’in iyi niyetini sorgulamayacağım ancak İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin tüm yerel yönetim dönemlerinde, sokak hayvanına bakış açısını bilmeyen yoktur. Hayvan hakları savunucuları olarak, gerek 2004 senesinde yasalaşan Hayvanları Koruma Kanunu öncesinde gerekse kanun sonrasında, İBB’ye karşı sokak hayvanları için verdiğimiz mücadele hiç de yok sayılabilecek gibi değil. Ormanlara toplu köpek atmalar, sürgünler, sistematik hak ihlâlleri, kısırlaştırma adı altında soykırım, toplu ölümler, barınakların içler acısı hâli, toplama ekiplerinin, barınak personelinin hayvan haklarına ve mevzuata aykırı davranışları... Saymakla bitmez. İBB’ye ait Hasdal Barınağı’nda ise bir gecede 70’e yakın yavru köpeğin sadece bir şüphe uğruna boğazlanmasını da unutmadık, unutamadık!

İstanbul genelindeki İBB “bakımevleri”ni, yani barınaklarını incelediğimizde, kamuoyunda hâkim olan algının aksine, bu tesislerin hayvanlar için lüks bir pansiyon olmadığını kolaylıkla görebiliriz. İBB, 200 köpek kapasitelik barınağında dahi, barınağa kapatılan ya da kısırlaştırmak için sırasını bekleyen hayvanların takibini yapamazken, sayıları binlerle ifade edilecek hayvanların takibini nasıl yapacak? En başta aklıma takılan soru bu... Bu dev toplama kampında görev yapacak personelin, hiçbirisinin bir barınak gönüllüsü gibi hayvanlara duyarlı bir yaklaşımla yaklaşamayacağı, barınakların genelde işçiler için sürgün yeri olması dolayısıyla “iş” olarak görülen hayvan bakımının, temizliğin ve hijyenin gerektiği gibi yerine getirilemeyeceği de ortada. Kent yaşamından koparılan, insanlarla sosyalleşmiş ve yıllardır bu şekilde yaşayan binlerce köpekten bahsediyoruz. Ve İBB’nin şu anda işlettiği birçok barınak kapatılarak, bu tesislerdeki hayvanlar Kısırkaya’ya nakledilecek. Yıllardır mahkemelik durumda olan ve metan gazı depolama sahası içinde ve yüksek gerilim hatlarının altında bulunan Hasdal Barınağı da Kısırkaya’ya nakledilecekmiş. Hasdal’ın şu anki faaliyeti de zaten mevzuata uygun değil, İl Orman ve Su İşleri Müdürlüğü, mevzuattaki barınak kriterlerine göre Hasdal’ı sözde denetliyor...

Geçtiğimiz sene, 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu’nun değiştirilmesine dair kanun tasarısı meclisteki ihtisas komisyonu olan TBMM Çevre Komisyonu’nda görüşülürken, toplantılarda gözlemci ve temsilci olarak bulunan hayvan hakları savunucuları ve aktivistler olarak ciddi efor sarfettik. Orman ve Su İşleri Bakanlığı tarafından hazırlanılarak Başbakanlığa sunulan yasa tasarısında yer alan “doğal yaşam parkları” diye anılan toplama kamplarının kurulması düşüncesi, hepimizi oldukça tedirgin etmişti. “Doğal yaşam parkı” tartışmaları yaşanırken, Bakan Eroğlu, İstanbul’un her iki yakasında, Kocaeli ve Trabzon’da pilot uygulama olarak örnek bakımevleri açılacağını duyurdu. Bu tedirginlik, yerini büyük bir tepkiye bıraktı ve hayvanlardan yana saf tutan onbinlerce insan sokağa döküldü. Bu yoğun tepki karşısında, Bakanlık tasarısındaki “doğal yaşam parkı” ibaresi kaldırıldı. Zaten bu tesislerin, tasarıda tanımı dahi yapılmamıştı; toplama kamplarının nerede, ne şekilde inşa edileceğine dair en ufak bir hüküm dahi bulunmuyordu.

“Doğal yaşam parkı” ifadesi tasarıdan çıkarılmıştı ancak fiilen inşaatlar devam ediyordu. Yani Bakanlığın attığı adım hiçbir işe yaramadı, fikir neyse zikir de o oldu: Yakında dev toplama kamplarının açılışı yapılacak, sokak hayanlarının kent yaşamından, gözlerden ırak bir şekilde tecrit edileceği bir döneme girmiş olacağız. TBMM Çevre Komisyonu toplantılarının birinde, AKP Adıyaman Milletvekili Mehmet Metiner’in sokak hayvanlarının besleme odaklarında toplanması yönünde verdiği ve komisyonca kabul edilen, ancak daha sonraki komisyon toplantısında yaşanan gerginlik sonucunda da tekrar müzakere edilip farklı bir hâle bürünen ilgili tasarı maddesinden de anlaşılıyordu ki hükûmet ve devlet, sokaklarda hayvan görmek istemiyordu. Zaten bu niyetlerini de alenen ortaya koymuşlardı: Çevre Komisyonu Başkanı Erol Kaya da Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu da komisyonda çoğunlukta olan üye milletvekilleri de sokakların hayvanlardan arındırılması gerektiğini defalarca dile getirmişti. Milletvekilleri, “ne yani AB gibi biz de uyutalım mı, bunu mu istiyorsunuz, biz barındıracağız, besleyeceğiz” diyerek üstü kapalı olarak bizleri tehdit etmekten de kendilerini alıkoyamıyordu, ne de olsa erk sahibi onlardı, tüm Türkiye’deki hayvanların kaderi bu muktedirlerin elindeydi...

Rant ve kentsel dönüşüm için kılıf hazırlandı

Tüm yasama sürecini izlediğimde, hayvanlar üzerinde oynanan oyunun aslında, kentsel dönüşüm ve son dönemde ciddi bir rant getiren inşaat sektörünün bir parçası olduğunu ve endişelerimizin oldukça haklı olduğunu görüyorum. Süreci izleyecek olduğumuzda,

* 25.06.2010 tarihinde değiştirilen 6831 sayılı Orman Kanunu’na eklenen “Savunma, ulaşım, enerji, haberleşme, su, atık su, petrol, doğalgaz, altyapı, katı atık bertaraf ve düzenli depolama tesislerinin; baraj, gölet, sokak hayvanları bakımevi ve mezarlıkların; Devlete  ait sağlık, eğitim ve  spor tesislerinin ve bunlarla ilgili her  türlü yer ve binanın Devlet ormanları üzerinde bulunması veya yapılmasında kamu yararı ve zaruret olması halinde, gerçek ve tüzel kişilere bedeli mukabilinde Çevre ve Orman Bakanlığınca izin verilebilir. Devletçe yapılan ve/veya işletilenlerden bedel alınmaz.” fıkrası, ormanların bakımevi olarak kullanılmasının önünü açmış oldu (Madde 17; üçüncü fıkra). Sadece bakımevi olarak değil, birçok alanda ormanların kullanılması mümkün kılındı. 18.04.2014’de Resmî Gazete’de yayımlanan Orman Kanunu’nun 17/3 ve 18. Maddelerinin uygulama yönetmeliği de yine hayvan bakımevinin yanında patlayıcı madde deposuna kadar birçok tesisin ormanlar üzerinde yapılmasına izin veriyor.

* Orman Kanunu’na paralel olarak, 16.05.2012’de, bugün Kentsel Dönüşüm Kanunu olarak anılan, 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkındaki Kanun kabul edildi. Bu kanun, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı üzerinden, Büyükşehir Belediyesi ve Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı gibi büyükşehir alanının tümüne müdahele edecek birimleri yetkili kılarken, uygulama alanları adı verilen alanların belirlenmesini ve Hazine’ye devredilmesini TOKİ aracılığıyla gerçekleştirilmesini öngörüyor. 2012’den bu yana İstanbul’da 27 alan/ilçe afet riski altındaki alan ilan edilirken, bu alanların “iyileştirilmesi”, “tasfiyesi”, “yenilenmesi” süreci sokak hayvanlarının belediyeler eliyle zehirlenmesi,  toplatılması ve uzaklaştırılmasını da barındırıyor. Sarıyer, Kısırkaya’da inşası devam eden tesisle de, belirlenen bu afet alanlarından toplatılan, zorla yerinden edilmiş on binlerce köpeğin şehirden uzak bir alanda toplanması öngörülüyor. Böylece, TOKİ’ye ve İdare’ye bedelsiz olarak devredilmesi planan büyük bir arazide, 100 köpekli barınakların bile denetim sorununa çözüm üretemeyen yerel yönetimler devreden çıkarılarak, İBB eliyle işletilen, bütün şehir alanındaki hayvan toplamaların hızlandırılması, ulaşımı ve denetimi imkânsız bir itlaf merkezinin işler hale getirilmesi planlanıyor.

* 31.05.2012’de Resmi Gazete’de yayımlanan Afet Yasası Kanunu 3. maddesinin 6. fıkrası da Kısırkaya toplama kampının arazi seçimi ve tahsis sürecindeki mevzuata aykırı uygulamalarının birkaç yıl öncesinden yasal olarak önünün açıldığını gösteriyor.  Söz konusu fıkrada,  25.02.1998 tarihli 4342 sayılı Mera Kanunu’nun 14. maddesinin 1. fıkrasının g bendindeki alanlar, yani doğal afet bölgelerinde yerleşim yeri için ihtiyaç duyulan alanların, ek gerekçe gösterilmeksizin Bakanlık kararıyla Hazine’ye aktarılabileceği; tahsis amaçlarının herhangi bir denetim ya da kısıtlamaya tabi tutulmaksızın değiştirileileceği açıkça belirtiliyor. Dolayısıyla, tahsis amacındaki değişikliği esnek kılarak arazinin bundan sonraki kullanım amaçlarının da değişebileceğini, örneğin bu arazinin hayvan itlaf tesisi olarak kullanılmasını ve hatta tüm hayvanların yok edildikten sonra bambaşka bir tahsis amacıyla TOKİ’ye devredilmesini de yasal hale getirmiş oluyor.

* Kısırkaya’daki toplama kampının inşa edildiği alan ve yanıbaşındaki plaj, doğrudan afet alanı olarak ilan edilmiş değil. Ancak arazinin dahil olduğu geniş ormanlık alanın imara açılmış olması ve Kısırkaya Köyü’nün en yakınındaki mahallî yerleşim olan Çamlıtepe (Derbent) mahallesinin Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın 17.12.2012 tarihli ve 2200 sayılı yazısıyla “gerigörünüm ve etkilenme bölgesi sınırları içerisinde” dahil edilmesi, Kısırkaya hayvan toplama kampının inşasının, kuzeyde Kısırkaya Plajı’ndan başlayarak, Belgrad Ormanları’nın büyük kısmını içine alan ve Sarıyer merkeze doğru genişleyen, uluslararası sermaye, yatırım ve inşaat ihaleleriyle büyüyen ve bölgede yoğunlaşan sermaye birikiminden ayrı düşünülemeyeceğini bir kez daha gösteriyor.

* Bu ayın sonunda TBMM’ye gelmesi beklenen torba yasa içinde; İmar Kanunu, Yapı Denetimi Hakkında Kanun, İskân Kanunu, Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu, Çevre Kanunu, Kat Mülkiyeti Kanunu, Belediye Kanunu, Belediye Gelirleri Kanunu ve Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği Kanunu’nda değişiklik öngörülüyor. Torba yasada yer alan “3194 sayılı İmar Kanunu ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmündeki Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı” ile ilgili olarak, Mimarlar Odası “yönetimde merkezileşmeye yol açarak ve yerel yönetimlerin yerinden yönetim yetkilerini kısıtlayacak, kamusal alanlarda yapılaşmanın önünü açacak, mesleki hakların kısıtlanması yoluyla mesleki eğitim alan uzmanların sunduğu nitelikli hizmetlerin topluma ulaşmasını engelleyecek, kamusal hizmetleri özelleştirerek sermayeye rant ve kar sağlayacak koşulların oluşumunun yasal altyapısını hazırlamaktadır” açıklamasında bulunuyor. Bu kanunî düzenlemelerin Kısırkaya toplama kampı gibi alanlara da etki edeceği oldukça belli.

* 10.09.2014 tarihinde değiştirilen 4342 sayılı Mera Kanunu’na da “Bakanlar Kurulunca kentsel dönüşüm ve gelişim proje alanı olarak ilan edilen yerlerin, ilgili müdürlüğün talebi, komisyonun ve defterdarlığın uygun görüşü üzerine, valilikçe tahsis amacı değiştirilebilir” bendi eklendi (Madde 14/ı bendi). Aniden torba yasa ile değiştirilen Mera Kanunu da meraların kentsel dönüşüm projeleri kapsamında kullanılabilmesinin önünü açmış durumda. Kısırkaya toplama kampının arazisi de statüsü değiştirilen bir mera... Arazinin bir kilometre ilerisinde ise üçüncü köprü yol güzergâhı bulunuyor. Kısırkaya’ya komşu olan Gümüşdere’deki mera ve tarım alanlarına da bazı sermaye gruplarının göz diktiğini hepimiz biliyoruz.

* 2012 yılında ise Orman ve Su İşleri Bakanlığı’nca hazırlanılarak Başbakanlığa sunulan, bizlerin tüm eleştiri, görüş ve önerilerine rağmen ısrarla tatmin edici bir şekilde düzenlenmeyen Hayvanları Koruma Kanunu değişikliği tasarısı da bakımevlerinin kurulmasını kolaylaştırıyor. Özellikle Orman Kanunu’nun ve Mera Kanunu’nun değiştirilmesi, bu düzenlemelerden önce de ormanlık alanların madencilik gibi endüstri kollarında, tarım vasfını kaybetmiş arazilerin de farklı tasarruflarda kullanılmasının kanunen önünün açılması, yaban hayvanlarının yaşam ortamları, yeşil alanlar ve tarım arazileri üzerinde ciddi bir tehdit oluşturuyor.

Şu anda TBMM Genel Kurulu gündeminde bulunan yasa tasarısında, hayvan bakımevi izinlerinin belediyelerce verilmesi öngörülüyor. Malumunuz, Türkiye’de belediyeler, sayısız usulsüz, ihtilaflı, hukuk dışı birçok projeye ruhsat veriyor, adeta hayvanların doğal yaşam ortamlarını ve yaşam alanlarımızı inşaat sektörüne peşkeş çekiyor. Son dönemdeki kanunî düzenlemelerle de hayvan bakımevlerindeki hayvanlar, bu hırsın ve doyumsuzluğun kurbanı olacağa benziyor; hayvan bakımevi kelimesi de bir kılıf olarak karşımıza çıkacak. Yine aynı Bakanlığın tasarısında, tüm eleştirilerimize rağmen, hayvanat bahçelerinin de kurulması teşvik ediliyor. Özel hayvanat bahçelerinin açılabilmesi için dahi devletçe arazi tahsisi yapılabileceği öngörülüyor. Halbuki, mevcut hayvanat “hapishaneleri”ndeki durum, hayvanlar açısından içler acısı... Hayvanları birincil dereceden ilgilendiren yasama çalışmalarında dahi, hayvanların değil, insanların, imtiyaz sahibi sermaye gruplarının çıkarları gözetiliyor. Mesela İstanbul Tuzla’da 120 milyon 750 bin TL teklifle Bayraktar Kardeşler İnşaat Taahhüt Ticaret A.Ş. tarafından inşası sürdürülen ve bünyesinde bir yunus parkını da bulunduran dev marina projesinin arazi tahsisinin ne şekilde yapıldığı ayrı bir merak konusu... Sözde, hükûmet yunus parklarının, kanun değişikliği ile yasaklanacağını duyurmuştu bir de.

Tekrar konumuza, Kısırkaya Sahipsiz Hayvan Geçici Bakımevi ve Bahçeli Yaşam Alanı’na dönecek olursak; buranın çok kısa bir zaman içinde, tabelasında yazdığı gibi bir bakımevi ve yaşam alanından ziyade kontrolden, denetimden uzak bir toplama kampı, izolasyon alanı haline geleceğini düşünüyorum. Neden mi?..

100 köpeklik barınak kontrol edilemiyorken...

Yıllardan beri, Türkiye barınaklarında, sokak hayvanlarına ne türden bir mezalim yaşatıldığı ortada... 100 köpeklik bir barınakta dahi, hayvanlar aç kalıp bir köşeye sinip kalabiliyor ve çoğunlukla hiçbir görevli tarafından fark edilmiyor.

Yeterli ve gerektiği gibi tedavi yapılmadığından, sağlık personelinin meslekî deneyimsizliği, yetersizliği ve klinik imkânlar çok kısıtlı olduğundan salgın hastalıklar nedeniyle birçok hayvan hayatını kaybediyor. Kısırlaştırılan hayvanlar, buz gibi ıslak, beton zemine çuval gibi atılıyor. Mahallemizden kaybolan bir köpeği aramak için İBB barınaklarını gezdiğim sırada, anesteziden çıkmak için mücadele eden sokak köpeklerinin ölüme varabilecek kadar vahim durumunu, bir İBB barınağındaki veteriner hekime bildirdiğimde, adam sıcak ofisinden dışarı çıkma zahmetinde bile bulunmamıştı...

Ulaşım yok

İBB, her ne kadar, Kısırkaya’nın hayvanlar için çok lüks bir merkez olacağını iddia edip, tüm fizikî koşulların hayvanlar lehine oluşturulduğunu söylese de, bir kere, söz konusu tesise ulaşım yok. Şehir merkezinden Kısırkaya Köyü’ne sefer yapan otobüs, sizi köy meydanında indiriyor ve buradan İBB’nin toplama kampına ancak çok uzun bir süre yürüyerek gidebiliyorsunuz. Özellikle çetin kış koşulları düşünüldüğünde ulaşım neredeyse imkânsız.

 Arazinin su yoğunluğu oldukça fazla...

Toplama kampının arazi seçimi yönetmeliğe aykırı...


Türkiye’de hayvan bakımevlerinin ne şekilde tesis edileceği de Hayvanların Korunmasına Dair Uygulama Yönetmeliği hükümleri dahilinde ve bakanlık genelgeleri ile belirlenmiş durumda. İBB aleyhine, söz konusu tesisle ilgili açtığım davada da bu yönetmelik hükümlerini hukukî dayanak olarak göstermiştim. Kısırkaya toplama kampı, bu yönetmeliğin 22. maddesinde belirtilen koşulların neredeyse hiçbirini karşılamıyor. Yönetmelik, bakımevi arazisinin su yoğunluğu fazla olan toprak olmaması, çok yönlü rüzgâr almaması, denizden uzak olması ve dik yamaç üzerinde olmaması gerektiğini söylese de sanki İBB, yönetmeliğin tam aksi yönünde bir arazi seçmiş ve inşaata başlamış. Dev toplama kampı, Kısırkaya Plajı’nın hemen yanında yer alıyor ve faaliyete geçtiği anda, zaten şu anda yıkılmış olan Kısırkaya Plajı’nın kullanılmasına da imkân kalmayacak çünkü binlerce köpeğin gürültüsü ve vücut artıklarından kaynaklanan koku, orayı kullanılamaz hâle getirecek.

Sürekli kayan toprak...

Emine Erdoğan’ın ricacı olduğu iddiası...

Öte yandan, T24 adlı haber sitesinde 31 Ağustos 2014 tarihinde yayınlanan bir habere göre, Kısırkaya Plajı’nın yıkımında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın eşi Emine Erdoğan’ın “ricası” olduğu iddia ediliyordu:

“Eski Çevre Bakanı Erdoğan Bayraktar’ın, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın eşi Emine Erdoğan’ın ricasıyla imara açtığı Sarıyer’deki Kısırkaya köyünde İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB), plajı ‘Hayvan barınağı yapılacak’ diye yıktı. Ancak arazi, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na devredilirken bölgeye doğalgaz hattının da çekildiği ortaya çıktı.

Bir tarafı 3. havalimanı, diğer yanı 3. köprü inşaatı ile çevrili Kısırkaya köyü geçtiğimiz hafta, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın eşi Emine Erdoğan’ın da adının karıştığı bir yasal dinleme kaydıyla gündeme geldi. “

Neden meclis kararı değil encümen kararı?

Ayrıca İBB, arazi tahsisi ve bakımevi inşaatı konusundaki başvurularında kullanmak için neden meclis kararı almadı da encümen kararı aldı?.. Bunu da sorgulamak gerekiyor. Bir ya da birkaç sene sonra, yine başka bir encümen kararı alınarak bu tesisin yıkılıp söz konusu arazinin bambaşka tasarruflarda kullanılmayacağının garantisini kim verebilir? Tüm Kısırkaya halkının şiddetle karşı çıktığı, Kısırkayalı çiftçilerin meranın statüsünün değiştirilmesini kesinlikle istemediği İl Mera Komisyonu raporunda da açıkça belirtilmişken, hayvandan, doğadan, yaşamdan yana saf tutan insanlar bu toplama kampına ve bölgede bitmek bilmeyen rant projelerine ve bu projelerin etkilerine, olası sonuçlarına karşı tepkilerini her fırsatta dile getiriyorken, daha açılmadan neye hizmet edeceği belli olan bir ölüm kampı konusunda ısrarcı olmanın hiçbir iyi niyetli tarafı yok.

Tüm bu yasal düzenlemeler, Emine Erdoğan hakkındaki iddialar, İBB’nin arazi seçimi konusundaki ısrarı, bizim gibi “sade” vatandaşın anlam veremeyeceği tüm bu akılalmaz girişimler herkesin aklına, bu toplama kampının bir bahane olduğunu; asıl niyetin kısa bir süre içerisinde İstanbul’un sokak hayvanlarının kökünü kazımak olduğunu ve söz konusu arazinin imara açılarak türlü rant projelerinde kullanılacağını getiriyor. Her şey bu kadar sistemli ve planlı iken, tüm yasal düzenlemeler imar değişikliğini işaret ediyor iken maalesef ben tüm bu olan biteni iyi niyetli olarak tanımlayamıyorum. Sadece yaban ve kent hayvanlarına üzülebiliyorum, çünkü bunun adı zorunlu göç ve soykırım!

Hayvanlar nereye gidecek?..

Meclis genel kurulu gündeminde olan tasarıda yer alan “(...) kısırlaştırılan, aşılanan ve rehabilite edilen hayvanların mikroçiple kayıt altına alındıktan sonra öncelikle sahiplendirilmeleri esastır. Güçten düşmüş hayvanlar, bakımevlerinde ayrılacak özel bölümlerde hayvan refahına uygun olarak bakılır. (...) 14 üncü maddenin (p) bendinde tarif edilenler hariç olmak üzere sahiplendirilemeyenler; okul, hastane, ibadethane, çocuk oyun alanı gibi toplumun yoğun olarak kullandığı yerler hariç alındıkları ortama bırakılır.” ifadesi bana ne yazık ki yine iyi niyetli gelmiyor. Çünkü kentlerde okul, hastane, ibadethane, çocuk oyun alanı gibi yapıların olmadığı muhit ya da sokak, neredeyse yok denecek kadar az. Bu şu demek oluyor; kimi ücra sokaklarda, vitrin malzemesi olarak tek tük hayvan bırakılacak, geriye kalan kent hayvanları da tecrit altında, birbirleri ile yaşamaya mahkûm edilerek, her türlü yaşamsal ihtiyaçtan yoksun bırakılarak barındırılacak. Bu hayvanların ne kadar süre ile bu toplama kamplarında tutulacağı ise tam bir muamma. Kanun tasarısı yasalaştığı takdirde, kent hayvanlarına müebbet hapis geliyor diyebiliriz.

Yeryüzüne Özgürlük Derneği olarak, kent hareketlerine ve diğer toplumsal hareketlere mümkün olduğunca bu soykırım projesine karşı harekete geçmeleri ve birlikte hareket etmek için davette bulunuyoruz. Kısırkaya toplama kampı için TMMOB Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi, İstanbul Barosu Hayvan Hakları Komisyonu ve Sarıyer Kent Dayanışması gibi örgüt ve oluşumlar yeni yeni harekete geçmeye başladı ise de İstanbul’da sayıları 50’yi geçen hayvansever, hayvan koruma dernek ve gruplarından bu dev toplama kampı için hiçbir tepki gelmemesini de manidar buluyorum açıkçası...

“Modern” Hayırsızada vakası yolda...

Kentsel dönüşümün görünmez kurbanları olan kent hayvanları, şimdi de yasal düzenlemelerin, rantın kurbanı haline geliyor. Başlarına geleceklerden habersiz olarak, sokaklarda her türlü şiddete maruz kalan, bir lokma ekmek için yaşam savaşı veren hayvanlar, yeni ancak “modern” bir Hayırsızada vakası ile karşı karşıya kalacak. Yani 1910’dan 2015’e devletin hayvana bakış açısında zerre kadar bir değişiklik yok, tek değişiklik imha ve tecrit yöntemlerini geliştirmek; hayvanlar için yeni ve “modern” tesisler inşa ederek soykırımın boyutunu büyütmek. Yüzyıllardır insanlarla, sokaklarda sosyalleşen, hiçbir suçu olmayan hayvanların izole edilmesini ve soykırıma tâbi tutulmasını engellemek için bir şeyler düşünmemeli miyiz sizce de? (BÖ/AS)

* Türkiye’de sokak hayvanlarının ve barınakların hâli

Devlet fişlemede hız kesmedi, azınlıklara 'soy kodu' uygulaması mahkeme kararına rağmen sürüyor!


5 yaşındaki Ermeni bir öğrencinin okul kaydı, 'soy kodu'nun tutmaması nedeniyle yapılmadı

Azınlık okullarında ‘soy kodu’ fişlemesi kamuoyunda yükselen tepkilere rağmen devam ediyor. Son olarak iki öğrenci Ermeni okullarına kayıt yaptıramadı. İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğü’nden bir yetkili “Öğrencilerin soy durumuna bakıyoruz” açıklaması yaptı. Okullara alınmayan öğrencilerin velilerinin avukatı İsmail Cem Halavurt, “Bakanlık suç işliyor” dedi.

Babası Ermeni kilisesinde vaftiz olmuş, 5 yaşındaki bir öğrenci, sene başında, Ermeni anaokullarından birine kaydını yaptırdı. Okul idaresi, uygulama gereği, eğitim ve öğretim yılının ilk döneminde okula devam eden öğrencini kaydını İl Milli Eğitim Müdürlüğü’ne bildirdi. İl Milli Eğitim Müdürlüğü’nden ise,  “Öğrenci hakkında yapılan araştırma sonucunda, soyunun Ermeni olmadığı anlaşıldığından, asli kaydının yapılmasının uygun görülmediği” yönünde bir yazı geldi. Agos’tan Uygar Gültekin’in haberine göre, yazıda, öğrenci velisine gerekli tebligatların yapılması, öğrencinin kaydının silinmesi ve sonucun da İl Milli Eğitim Müdürlüğü’ne bildirilmesi isteniyordu.

Bir başka öğrenci de, amca çocuklarının okuduğu ve mezun olduğu bir Ermeni okuluna kayıt yaptırdı ancak  aynı gerekçelerle İl Milli Eğitim Müdürlüğü tarafından kaydı engellendi. Bakanlık okul idaresini uyararak , öğrencinin kaydının silinmesini istedi. Benzer durumda olan başka öğrenciler de var.

Konuyla ilgili bilgi veren Milli Eğitim Müdürlüğü yetkilisi, şunları söyledi: “Öncelikle kişilerle ilgili nüfus bilgilerine, anne ve babaların soy bilgilerine bakılıyor. Soy bilgisi yoksa, zaten okul kayıt alamıyor. Bu nedenle ret cevabı gelmiştir. Biz, Ermeni, Rum, Yahudi hepsinin soy durumuna bakıyoruz. Bizim elimizde soy durumlarını gösterir bir bilgi bankası yok. Nüfus’a soruluyor.”

2013’te, Ermeni okulunda okumak isteyen bir öğrencinin de kaydı Milli Eğitim Müdürlüğü tarafından reddedilmiş ve ret belgesinde, devletin vatandaşlarını soy durumuna göre fişlediği ortaya çıkmıştı. İstanbul İl Milli Eğitim Müdür yardımcılarından birinin imzasını taşıyan resmî yazıda, 1923 yılından bu yana “vukuatlı” nüfus kayıtlarının gizli ‘soy kodu’ taşıdığı belirtiliyordu. Aynı yazıda, ‘soy kodu’na örnek olarak “Ermeni vatandaşlarımızın soy kodu 2’dir” ifadesi yer alıyordu.

Okullara bırakın

VADİP Eğitim Komisyonu Üyesi Garo Paylan, Milli Eğitim Bakanlığı’nın uygulamasına tepkili.  Uygulamadan vazgeçilmesi gerektiğini belirten Paylan, “Çocukların Ermeni olduğuna MEB’in karar vermesinin yasal hiçbir dayanağı yok. Öğrencilerin okullara kayıt olup olmayacağına dair inisiyatif, okullara bırakılmalı. Okul müdürlerimiz veya vakıflar tarafından oluşturulacak olan bir komisyon karar vermeli” önerisinde bulundu.

Mevcut durumda azınlık okullarında hangi öğrencilerin okuyabileceğine dair yasal bir düzenleme var. 5580 sayılı Özel Öğretim Kurumları Kanunu, azınlık okullarını, “Rum, Ermeni ve Musevî azınlıklar tarafından kurulmuş, Lozan Antlaşması ile güvence altına alınmış ve kendi azınlığına mensup Türkiye Cumhuriyeti uyruklu öğrencilerin devam ettiği okul öncesi eğitim, ilköğretim ve ortaöğretim özel okulları” diye tarif ediyor. Öğrencilerin okullarda okuyup okuyamayacağına, Milli Eğitim Bakanlığı karar veriyor.

Kafalar karışık

MEB’in bu uygulaması nedeniyle, Ermeni okullarında da kafalar karışmış durumda. MEB’in uygulamasındaki kriterler belirli ve açık değil. Kimin Ermeni olup olmadığına karar verme yetkisi MEB’e ait. Ermeni kiliselerinde ailesi ve kendisi vaftiz olmuş olsa dahi, kaydı kabul edilmeyen öğrenciler var. Aynı zamanda, okullarda din hanesinde İslam yazan öğrenciler de var.

MEB suç işliyor

Son gelişmenin ardından öğrenci velileri, durumu mahkemeye taşımaya hazırlanıyor. Ailelerin avukatı İsmail Cem Halavurt, MEB’in uygulamasına tepkili. Daha önce soy kodu gerekçe gösterilerek okula alınmayan ailenin de avukatlığını yapan Halavurt, “Uygulama, tamamen hukuka aykırıdır. Herhangi bir yasal dayanağı yoktur. Irkçı, ayrımcı ve keyfi uygulamadır. Eğitim hakkı kısıtlanmaktadır. Eğitim hakkını düzenleyen uluslararası sözleşmeler var. Daha önce kazandığımız davada, mahkeme, açık bir şekilde bu uygulamanın hukuka aykırı olduğuna karar vermiş ve eğitim hakkının korunması gereken en temel haklardan olduğunu kaydetmişti. İdare, bu kararın ardından yasal düzenleme yapmadığı gibi, insanları mahkeme kapılarında uğraştırıyor. Hukuka aykırı işlem yapıyor ve suç işliyor. Bu uygulama ortadan kaldırılmalıdır.”

Halavurt, okul kayıtlarında, kararın okullara bırakılacağı bir sistemin hayata geçirilebileceğine dikkat çekti: “Okullara inisiyatif verilmelidir. Okul müdürleri, hangi öğrencinin okula alınıp alınmayacağına karar vermeli ve öğrencilerin önündeki bu engel kaldırılmalı. Bu yüzden insanlara mahkeme kapıları önlerinde çile çektirilmemeli.”

(t24) 


Hükümet: Metal-İş'in grevi milli güvenliği bozuyor


Rengin Arslan
BBC Türkçe, İstanbul

Bakanlar Kurulu, Birleşik Metal İşçileri Sendikası'nın toplu sözleşme görüşmelerinin anlaşmazlıkla sonuçlanması üzerine dün başladığı grevi 60 gün erteledi.
Resmi Gazete'nin mükerrer sayısında da yayımlanan kararda grevin ertelenmesine, "milli güvenliği bozucu nitelikte" olduğu gerekçesiyle karar verildiği belirtildi.
Karar ile 60 günlük süre dün başlamış oldu.
Bakanlar Kurulu'nun Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu'na göre grev erteleme yetkisi bulunuyor.
Birleşik Metal İşçileri Sendikası'nın grevi, 24 fabrikayı ve 15 bin işçiyi kapsıyordu.
'Hükümet işçiye darbe yaptı'
Kararı BBC Türkçe'ye değerlendiren Birleşik Metal İşçileri Sendikası Başkanı Adnan Serdaroğlu ise kararı "işçiye darbe" olarak niteledi.
"Hükümet sermayeyle işbirliği içinde işçiye darbe yaptı" diyen Serdaroğlu, sözlerini şöyle sürdürdü:
"Türkiye'de yıllardır uygulanan bir yöntem erteleme. Bunu pek çok iş kolunda yaptılar. Ama metal işkolu bunun karşılığında gereken cevabı verecektir. Yıllara yayılan bir huzursuzluk, iş barışının bozulması, verimli-güvenli ortamı ortadan kaldıran bir süreci kendi kendilerine önlerine koymuşlardır.
'Bilim dışı bir karar'
Kocaeli Üniversitesi Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bölümü'nden öğretim görevlisi Doç. Dr. Aziz Çelik de hükümetin kararının "bilim dışı" olduğunu söyledi.
BBC Türkçe'ye konuşan Çelik, "Grevin güvenliği etkileyecek bir sonuç doğurması mümkün değil. Kanunun vasfına bile uyulmuyor. Benzer ürünleri üreten onlarca fabrika var. Bu ürünleri ithal etmek mümkün. Türkiye savaşta değil, deprem yok. Bir de metal sektöründeki hacme baktığımızda, bu işyerleri çalışanların toplamının sadece bir kısmını temsil ediyor” dedi.
Geçen yılın Temmuz ayında Şişecam'da çalışan işçilerin başlattığı grev de "genel sağlığı ve milli güvenliği bozucu" nitelikte olduğu gerekçesiyle ertelenmişti.
İşyerinde örgütlü Kristal-iş Sendikası bu kararı Anayasa Mahkemesi’ne taşımıştı.

Toplu sözleşme ise Ağustos ayının sonunda imzalanmış, grev süreci sona ermişti.

/Sanat ve Emek/ Parayı Veren Düdüğü Çalar: Bir Sanatçı ile Bir Banka Galerisinin Hikâyesi

Angry Sandwich People, or in a Praise of Dialectic başlıklı videodan bir kare, Chto Delat

30/1/2015 / skopbülten / Dmitry Vilensky, Çeviri: Elçin Gen

Aşağıdaki metin, Chto Delat kolektifinden Dmitry Vilensky’nin 2010 yılında kaleme aldığı Pavilion Unicredit: An Artist's Tale başlıklı yazıdan kısaltılarak çevrildi. Yazı, UniCredit bankasının Bükreş şubesinin sponsoru olduğu Pavilion galerisinde açılan Zamanın Yoldaşları başlıklı serginin öncesinde yaşananları konu alıyor.



Basit bir hikâyeyle başlayalım.

Bir zamanlar, sanatçıların, birer işçi olarak, eserlerinin sergilenmesi karşılığında ücret almaları gerektiğini düşünecek kadar saf bir sanatçı varmış. Katıldığı pek çok projede bu konuda ısrar ettiğinde yaşadığı olumsuz deneyimlere rağmen, elinden geleni yapması gerektiğini düşünüyormuş – özellikle de eserleri, sermayenin varlığının bariz biçimde hissedildiği yerlerde gösterilecekse. Olanca alçak gönüllüğüyle ücret verilip verilmeyeceğini sorduğunda genelde aldığı cevap hep “para yok” oluyormuş. Ne sanatçı ödeneği için, ne yol masrafları için, ne de üretim masrafları için... Küratörler genelde ondan  ve meslektaşlarından sadece filmlerinin kopyalarını ya da eserlerinin basılı malzemesini istiyor, gerisini kendilerinin halledeceğini söylüyorlarmış. Çoğu sanatçı, eserlerinin de yer aldığı önemli sergileri görme, böylece mesleki açıdan gelişme fırsatına bile sahip olamıyormuş.

Sanatçı, bir kolektifin üyesiymiş. Bu kolektifin bir galerisi yokmuş; videolarının çoğunu kendi kaynaklarıyla finanse ediyor (ya da doğru düzgün finanse edemiyor), günün birinde yeni bir çalışma için para bulunacağı ümidine sarılıyorlarmış. Üstelik, ürettikleri eserler kamuya açıkmış.

Birgün sanatçı, henüz tanışmadığı, hoş bir küratörden nazik bir mektup almış. Kadın mektubunda onu bir sergide videosunu göstermeye davet ediyormuş. Videonun serginin genel teması için ne kadar elzem olduğunu anlatmış. Hatta sanatçıdan, videoya eşlik edecek yeni bir çalışma daha yapmasını bile rica etmiş.

Bu daveti görünce sanatçının etekleri zil çalmış. Hemen serginin temasıyla ilgili açıklamayı okumuş ve kullanılan ifadeler, yer verilen fikirler karşısında çok heyecanlanmış. Bitmemiş bir proje olarak modernliğin özgürleştirici yönü... Devrimci düşüncenin, sosyalizmin, komünizmin günümüzde taşıdığı özgürleştirici imkânlar... Toplumun dönüşümünde sanatın rolü... Bu minvalde devam ediyormuş açıklamalar.

Sanatçı, bu meseleleri dert edinen küratörlerin ve sanat mekânlarının var olması ne müthiş, diye düşünmüş. Davet edildiği serginin açılacağı mekânın ismine bakmış: Bükreş’teki Pavilion UniCredit. Bu mekân, en radikal (hatta devrimci) çalışmaları, dünya çapındaki solcu ve toplumcu sanatçıları desteklemesiyle ünlüymüş.

Sanatçı, UniCredit bankasının Romanya şubesini Google’da taratmış ve Avrupa’daki en güçlü bankalar arasında bulunan kurumun toplumsal sorumluluk projeleriyle ve kültüre verdiği destekle de övündüğünü görmüş:

UniCredit Grubu’nu oluşturmak üzere güçlerini birleştiren bankalar, bulundukları ülkelerde kültürü ve yerel sanat faaliyetlerini desteklemek konusunda uzun bir geleneğe sahiptir. UniCredit’in geniş sanat koleksiyonu ve UniCredit & Art Project bünyesindeki onlarca  inisiyatif bu katılımın kanıtıdır.

Bulunduğumuz yerlerde yaşayan yerel topluluklarla yakınlık kurarak, kültürel gelişimlerine katkıda bulunan her türlü girişimi destekleyerek, onlarla aramızda güçlü bir bağ oluşturmaya çalışıyoruz. Müzik, edebiyat, film ve plastik sanat projelerine destek vererek kültürel çeşitliliği teşvik ediyoruz.



Sanatçımız pürist değilmiş. UniCredit’in bu kadar güzel bir politikası olduğuna göre sanatçılara ve kültürel inisiyatiflere de saygı duyuyordur, diye düşünmüş – özellikle sponsoru olduğu sanat mekânının kapısında ismi geçiyorsa. Peki sanatçılara saygısını nasıl gösterecek? Tabii ki eserlerine doğru düzgün bütçe ayırarak, konuk küratörlere ve projelerinde yer alan herkese insan gibi çalışma koşulları sağlayarak.

Sanatçı bütün bunlar üzerine düşündükten sonra Pavilion UniCredit’teki sergi davetine icabet etmeye karar vermiş. Küratöre yazdığı mektupta, kibarca, eseri için ve üyesi olduğu kolektifin video gösterimi için ücret ödenip ödenmeyeceğini sormuş.

Küratör sanatçıya epey ayrıntılı bir mektup yazmış. Sanatçılara ücret ödemek için para yokmuş: Bütün para yeni bir duvarın inşaatına, pencerelerin karartılmasına vs. gitmiş. Başka hiçbir şey için para kalmamış, ama yine de mekân harikaymış falan filan...

Sanatçı bu cevaba pek de şaşırmamış. Ama sınıf bilinci yüksek olduğu için, sanatçıların ve diğer yaratıcı ve entelektüel işçilerin yeni bir tür proletarya olarak sömürüye maruz kaldıklarını da gördüğü için, bu bildik hikâyeye rıza göstermeye devam etmenin sorumsuzluk olduğunu düşünmekten kendini alamamış.

Bunun üzerine sanatçı, küratöre yazdığı cevapta, projeye katılan (düzenleyenler de dahil) herkesin, zengin kurumsal sponsorlardan alınan mali destek konusunu gündeme getirmelerinin anlamlı olabileceği fikrini ortaya atmış. Kurumları, kulağa hoş gelen toplumsal sorumluluk kavramının içini doldurup, sanatçı çalışanlarla –yani meslektaşlarıyla– ilgili sorumluluklarını üstlenmeye davet etmek iyi bir fikir olabilir, diye yazmış. Şu bildik, eski ekol kurumsal eleştiri tarzında bir tartışmanın önünü açmakmış tek istediği. Yoksa skandal peşinde filan değilmiş, insanları biraz durup düşümeye davet etmekten başka derdi yokmuş.

Ayrıca, küratörün sergilenmesini istediği video Brecht’le ve diyalektikle ilgili olduğundan, sanatçı bu meseleyi halihazırdaki çalışma koşulları çerçevesinde gündeme getirmenin ve böylece bazı şeylerin değişebileceğini kanıtlamanın çok yerinde olacağını düşünmüş. Sergi için hazırlaması istenen ek çalışmanın da aynı şekilde bu sorunlara değinmesi gerektiğine inanıyormuş.

Konuk küratör bu fikri çok tutmuş. Zaten bunda ne terslik olabilir ki, diye yazmış. Pavilion UniCredit gibi radikal mekânlar böyle zorlu konulara bayılırlarmış. Sanatsal emeğin kırılgan koşulları hakkında bir tartışma düzenlemek bile mümkün olabilirmiş. Sonra UniCredit’in desteğiyle, onlarca parlak güvencesiz çalışanın yaptıkları iş karşılığında ücret almamaları üzerine kafa yordukları radikal bir gazete çıkarılabilirmiş. Elbette bütün bu işleri ücretsiz yapacaklarmış (veya, en azından, sanat dünyasında “huzur hakkı” diye bilinen yemek fişlerinden verilebilirmiş). Aslında çok az masraf çıkaracak, şirketlerin en sıradan akşam yemeklerinin faturası yanında devede kulak kalacak bu önemli tartışmayı finanse etmeye para yokmuş.

Sanatçının küratörle yazışmaları bu minvalde, gayet iyi gidiyormuş – ta ki sanatçının önerileri Pavilion UniCredit’tekilerin kulağına gidene kadar. Sanatçıyı (küratör vasıtasıyla) bilgilendirerek, yönetim kurullarının kuruma yönelik içerden hiçbir saldırıya (sanat eseri biçiminde bile olsa) izin vermeyeceğini bildirmişler. Ve o noktada konu kapanmış: Sanatçının, sözde serginin teması için elzem olan eseri, bir kalemde ve hiçbir tartışma olmaksızın sergiden çıkarılmış. (Sergiye alınmayan esere şuradan ulaşılabilir: http://vimeo.com/6879250)

Neden? Pavilion UniCredit yöneticileri her türlü temasa son verdikleri ve gerçek bir tartışma imkânının yolunu kapattıkları için, sanatçı nedenler konusunda sadece tahmin yürütebilirmiş. Acaba sebep, sanatçının olay çıkarmaya çalışan şöhret delisi bir egomanyak olması mıymış? Yoksa sanatçıların üretimle ilgili herhangi bir meseleyi gündeme getirmeleri yasak mıymış? Yoksa sebep, sanatçının kayıtdışı sponsorluk ekonomisini ufaktan teşhir etmeye kalkması mıymış?



                                                                       *
Bu hikâyeden çıkarılacak ders nedir?

Bunun çok tekil, kişisel deneyim ve duyguların damgasını taşıyan, genele yayılamayacak bir hikâye olduğu söylenebilir. Bu, bir dereceye kadar doğrudur. Fakat sanatçı, bu tür olayların kamuya açıklanması gerektiğine inanıyor. Şayet bugün ortada açıkça telaffuz edilmeyen bir durum varsa, o da sanatçıların çenelerini kapalı tutup neyin yapılacağı ve neyin tartışılacağı konusundaki kararı kurumlara bırakmasını gerektiriyorsa, bu yanlıştır. Sanatta, kültürde ve düşüncede radikalizm, parayı ve gücü arkasına almış kurumların mülkiyetinde olmamalı.

Kısacası kurumlar, kibirleri ve acizlikleriyle, sanatçıları suistimal etmekte serbest olmamalılar. Davranışlarının sonuçlarıyla yüzleşmeliler – Avrupa’nın en yoksul ülkesinde bulunup, arkalarına en zengin şirketlerin desteğini aldıkları zaman bile. 

Dmitry Vilensky, Saint Petersburg, 17 Şubat 2010 

Journalist faces 2 years in jail for insulting president on Facebook


Mine Bekiroğlu. (Photo: DHA)

January 28, 2015, Wednesday

A journalist in the southern province of Adana is facing two years of imprisonment after a prosecutor filed a criminal case against her for insulting President Recep Tayyip Erdoğan on Facebook, the Doğan news agency reported on Wednesday.
Mine Bekiroğlu, a 28-year-old journalist who works for a local newspaper, was detained by the Adana Police Department Cyber Crimes Unit on Feb. 15, 2014, over claims that she insulted then-Prime Minister Erdoğan on Facebook. Bekiroğlu's personal computer was seized for examination and she was released pending trial after interrogation.
The prosecutor of the case prepared an indictment against Bekiroğlu, seeking a prison sentence of between one and two years. The Adana 6th Criminal Court of Peace recently accepted the indictment. Bekiroğlu, who says her Facebook posts about Erdoğan did not include an insult but only comments and criticism, is expected to appear before the court soon.

İfade özgürlüğü ihlalinde Türkiye yine birinci


30.01.2015

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne Avrupa genelinde yapılan 2014 başvuruları açıklandı. Bilançoya göre Türkiye 2013’te olduğu gibi 2014 yılında da AİHM önünde ifade özgürlüğü ihlali nedeniyle hakkında en fazla karar açıklanan ülke oldu.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) 2014 bilançosu Strasbourg’da açıklandı. AİHM gündemindeki dava başvurusu bakımından 2013 yılını 5’inci sırada tamamlayan Türkiye, 2014 yılında Ukrayna, İtalya ve Rusya’nın ardından 4’üncü sırada yer aldı. İfade özgürlüğü alanında AİHM sicili negatif olan Türkiye, medya özgürlüğü alanında da üyesi olduğu Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi (AKPM) tarafından alınan bir kararda eleştirildi.

DW Türkçe’de yer alan habere göre, AİHM gündeminde bugün hakkında en fazla dava başvurusu bulunan ülkeler, sırasıyla Ukrayna (13 bin 650), İtalya (10 bin 100), Rusya (10 bin), Türkiye (9 bin 500), Romanya (3 bin 400), Sırbistan (2 bin 500), Gürcistan (2 bin 300), Macaristan (bin 850), Polonya (bin 800), Slovenya (bin 700), diğerleri (13 bin 100). AİHM gündeminde İngiltere’den bin 243, Fransa’dan 490, Almanya’dan ise sadece 335 dava başvurusu bulunuyor.

Başvuru sayıları

Dava başvurusu sayısı ülkelerin nüfusu dikkate alınarak hesaplandığında ise bambaşka bir tablo ortaya çıkıyor. Bu hesaplamada, Sırbistan 10 bin kişiye 3,9 başvuru ile ilk sırada geliyor. Bu ülkeyi Lihtenştayn (3,24), Ukrayna (3,14), Moldova (3,11), Hırvatistan (2,58), Karadağ (2,53) ve Macaristan (2,43) izliyor. Bu hesaplama yöntemine göre Avrupa genelinde 10 bin kişiye 0,68 dava başvurusu düşüyor. Rusya (0,62) ve Türkiye (0,21) ortalamanın altında yer alıyorlar. Bu alanda haklarında en az başvuru olan ülkeler sırasıyla İngiltere (0,11).

101 kararın 94’ü ihlal

AİHM 2014 yılında toplam 896 karar açıkladı. Hakkında en fazla karar açıklanan ülkelerin başında Rusya (129), Türkiye (101), Romanya (87), Yunanistan (54), Macaristan (50), İtalya (44) ve Ukrayna (40) geliyor. AİHM’nin 2014 yılında Türkiye hakkında açıkladığı 101 kararın 94’ünde Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) en az bir maddesinin ihlal edildiğine hükmedildi. Türkiye hakkındaki ihlal kararlarının 45’i AİHS’nin özgürlük ve güvenlik hakkıyla ilgili 5’inci maddesi oluşturuyor. Türkiye hakkında açıklanan kararlardan 44’ünde ise AİHS’nin adil yargılanmayla ilgili 6’ıncı maddesinin ihlal edildiği belirtildi. Adil yargılanmayla ilgili ihlal kararların 11’i yargı sürelerinin uzunluğundan kaynaklanıyor.

İfade özgürlüğü davalarında rekor

Türkiye 2013’te olduğu gibi 2014 yılında da AİHM önünde ifade özgürlüğü ihlali nedeniyle hakkında en fazla karar açıklanan ülke oldu. AİHM 2013 yılında Türkiye’nin 9 değişik davada vatandaşlarının ifade özgürlüğünü ihlal ettiğine hükmetmişti. Bu rakam 2014 yılında 24’e yükseldi. AİHM geçen yıl 47 Avrupa ülkesinde ifade özgürlüğünün ihlali konusunda toplam 47 karar açıkladı. Bir diğer deyişle AİHM önündeki toplam ifade özgürlüğü ihlallerinin yüzde 50’sinden fazlası Türkiye'den gelen davalardan kaynaklanıyor.

AKPM’den medya özgürlüğü eleştirisi

Öte yandan, Avrupa Konseyi Paralamenter Meclisi (AKPM) de “Avrupa'da Medya Özgürlüğünün Korunması” başlıklı bir karar tasarısını ezici oy çoğunluğuyla kabul etti. Avrupa genelinde medya özgürlüğü ve gazetecilerin güvenlik koşullarının kötüleştiğine işaret edilen kararda, bu alanda “en kaygı verici” ülkelerin Ukrayna, Rusya, Azerbaycan ve Türkiye olduğu not edildi.

(Agos) 

Özerk Zapatista eğitimi: Aşağıdan küçük okullar – Raúl Zibechi



Küçük Zapatista Okulu’nun; hâlihazırdakinin ve gelmekte olanın, bir öncesi ve bir sonrası olacak. Etkisi yıllar içinde hissedilen ancak aşağıdakilerin hayatını on yıllar boyunca şekillendiren yavaş, derinlemesine bir etki olarak belirecek. Tecrübe etmiş olduğumuz, topluluğun eğitsel özne olarak huzura çıktığı kurumsal-olmayan bir eğitimdi. Yüz yüze kendini eğitme; şairin sözleriyle, ruhu ve bedenle öğrenmeydi.[1]

Mesele campesino kültüründen ilhamını alan “pedagojisizlik”tir: En iyi tohumları seçmek, toprağı bunlarla bellemek ve yeryüzünü sulamak, böylece ne mutlak ne de planlanabilir olan filizlenme mucizesini ortaya çıkarmak.

Binden fazla öğrencinin özerk (otonom) topluluklara katılmasının yolu olan Küçük Zapatista Okulu, sınıfların ya da tahtaların, öğretmenlerin ya da profesörlerin, müfredatın ya da sınıf geçmenin olmadığı farklı bir öğrenme ve öğretme yoluydu. Gerçek öğretim, önceki iktidar ve bilgiye sahip bir eğitici ile bilinç aşılanması gereken cahil öğrenciler ikiliğini aşarak, bir özne çoğulluğu arasında arkadaşlık (hermanamiento) ikliminin yaratılmasıyla başlar.

Ben, pek çok çıraklık arasında, birkaç satırda özetlemek mümkün olmasa da, muhtemelen kıtanın güneyinin içinden geçtiği konjonktürün de etkisiyle, beş tanesine vurgu yapmak istiyorum.

Bunlardan ilki, Zapatistaların, isyan eden halkı bölmek, asimile etmek ve teslim almak için yukarıdan dayatılan bir yol olan toplumsal kontr-gerilla politikalarını boşa çıkarmasıdır. Her bir Zapatista topluluğunun yanında, ruhsatnamelerini nakit alan ve toprakta güç bela çalışan, kötü hükümete bağlı beton blok evler bulunmaktadır. Binlerce aile, hemen her yerde yaygın olduğu biçimde, boyun eğmiş ve yukarıdan gelen rüşvetleri kabul etmiştir. Fakat dikkate değer ve istisnai olan şey, diğer binlerce ailenin hiçbir şey kabul etmeksizin yaşamlarına devam etmeleridir.

Latin Amerika’nın tamamında, toplumsal politikaları etkisiz kılabilen bir başka süreçten haberdar değilim. Militan metanetler siyasal berraklıkları ve bitmek tükenmek bilmeyen feda kapasitesine ulaşan Zapatismo’nun temel erdemi de budur. İşte ilk ders: Toplumsal politikaların üstesinden gelmek mümkündür.

İkinci ders ise özerklik: Yıllar önce çeşitli hareketlerden özerklik hakkında pek çok şey dinledik; kuşkusuz bunlar oldukça değerli şeylerdi. Morelia Salyangozu’nu[2] oluşturan özerk belediyeler ve topluluklar içinde, özerk bir ekonominin, sağlığın, eğitimin ve iktidarın; bir diğer deyişle hayatın her alanını içeren bileşik bir özerkliğin inşa edildiğine tanıklık ettim. Diğer dört Salyangoz’da da aynı şeyin başarıldığı konusunda en ufak bir şüphem yok.

Ekonomiye ya da maddi hayata ilişkin birkaç kelam edeyim: Topluluklara mensup aileler, kapitalist ekonomiye “temas etmiyorlar”. Piyasayı zor da olsa hayatlarına sokmuyorlar. İyi oranda protein de içeren kendi yiyeceklerini kendileri üretiyorlar. Üretmedikleri (tuz, yağ, sabun, şeker gibi) şeyleri ise Zapatista dükkânlarından satın alıyorlar. Kahve satışına ya da büyük baş hayvanlara dayanan aile ve topluluk ihtiyaç fazlalarını kendilerinde tutuyorlar. Sağlık ya da mücadele için lazım olduğundaysa satış yapıyorlar.

Eğitim ve sağlıkta özerklik, topluluğun denetiminde. Topluluk, kendi çocuklarına eğitim ve sağlık hizmeti verecek olanları kendisi seçiyor. Her topluluğun bir okulu var, bu okul, ebeler, kırık çıkıkçılar ve şifalı bitkilerde uzmanlaşmış kişilerin bir arada çalıştığı yer de oluyor. Topluluk, diğer yetkilileri olduğu gibi bu kişileri de finanse ediyor.

Üçüncü ders kolektif çalışmaya ilişkin. Votán’ın da söylediği gibi: “Kolektif çalışma sürecin itici gücüdür”. Toplulukların, yeni bir dünya yaratmanın kaçınılmaz ilk adımı olan mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi sayesinde kendi toprakları vardır. Erkekler ve kadınlar kendi kolektif işlerine ve alanlarına sahiptir.

Kolektif çalışma, meyveleri belediyeleri ve iyi hükümet komitelerinin güçlendirecek biçimde çoğunlukla hastanelere, kliniklere, ilk ve orta eğitime yayılan otonominin tutkallarından da biridir. Erkeklerin, kadınların, çocukların ve yaşlıların kolektif çalışması olmaksızın bunca şeyin inşa edilmesi de mümkün olamazdı.

Dördüncü ders/soru, Zapatista “toplumu”nun tamamına nüfuz etmiş ve kökünü aile ilişkilerinden alan yeni siyasi kültürdür. Erkekler, kadınların üzerine düşmeye devam eden ev içi işlerde işbirliği yaparlar; kadınlar yetkili sıfatıyla topluluk dışında çalışmak durumunda kaldığında çocuklarına bakaralr. Baba-oğul ilişkileri, genel bir uyum ve keyif dâhilinde sevecen ve saygılıdır. Hanelerde tek bir şiddet ya da saldırganlık işaretine bile rastlamadım.

Zapatistaların çok büyük çoğunluğu genç ya da çok gençtir ve erkeklerle kadınların sayısı neredeyse aynıdır. Devrim bu çok genç kesim olmaksızın yapamaz ve bu konuda herhangi bir tartışmaya gerek yok. Bunlar, itaat ederek yönetenlerdir ve bu söylediğimiz laftan ibaret değildir. Bunlar, yeni siyasi kültürün anahtarlarından bir diğeri olan vücudu oluştururlar.

Beşinci nokta ise “ayna”ya dair. Topluluklar ikili aynalardır: İçinde kendimize bakabileceğimiz ve onları görebileceğimiz. Ancak kendimizi onları görürken görebileceğimiz ayna, biri ya da diğeri değil, ikisi birdendir. Bu geliş gidişte, aynı çatı altında, aynı koşullarda birlikte çalışmayı, uyumayı, aynı tuvaleti kullanmayı, aynı çamura basmayı ve aynı yağmurda ıslanmayı öğreniyoruz.

Devrimci bir hareketin bu türden bir deneyimi hayata geçirmesi bir ilk. Şu ana kadar devrimciler arasındaki anlayış, yukarısı ve aşağının birbirinden ayrılarak dondurulduğu bir biçimde akademinin entelektüel modellerini yeniden üretmekten başka bir şey yapmadı. Buradaki ise farklı bir şey. Tenimiz ve duyularımızla öğreniyoruz.

Nihayet ortada çalışmanın yöntemi ya da biçimine ilişkin bir soru duruyor. EZLN, plantasyon sahipleri tarafından dayatılan dikey ve şiddete dayalı ilişkileri temsil eden bir yoğunluğa sahip olan taşrada doğdu. Sistem karşıtı hareketlerin örgütlenme tarzını geliştirerek ailelerle tek tek ve gizli biçimde çalışmayı öğrendiler. Dünya her geçen gün daha fazla bir toplama kampını andırırken, Zapatistaların yöntemleri, yeni bir dünya yaratmaya uğraşan bizler için oldukça faydalı olabilir.

[UpsideDown World’deki İngilizcesinden Sendika.Org tarafından çevrildi]

[1] Raúl Zibechi’nin yazısının orijinali İspanyolca olarak La Jornada’da yayınlanmıştır. İngilizceye Chiapas Destek Komitesi tarafından çevrilmiştir.


[2] Salyangoz İspanyolca’da “caracol” kelimesiyle karşılanır. Caracol/Salyangozlar, Meksika yerli kültüründe “kalbe ve bilgiye açılan yolu, kalbin ve aklın dünyayı sırtlanmasını” temsil eden bu kavram aynı zamanda Meksika yerlilerinin “hayat” anlamında kullandıkları ilk kelime olma özelliğini de taşıyor. Salyangozun kabuğunun sarmallığı, helezonik yapısı ise Zapatistaların eylemlilik biçimine işaret ediyor: dönen, genişleyen ve yayılan fakat asla fasit daireler şekline bürünüp kendi içine hapsolmayan, dâhili ya da harici sınırları olmayan ve sürekli evirilen bir eylemlilik biçimine. Bugün 27 Otonom İsyankâr Zapatista Topluluğu 5 ayrı Salyangoz’da örgütlenmiş durumda.

The Man Who Single Handedly Converted A Washed Out Land Into A 1,360 Acre Forest


Shreya Pareek   

Almost three decades ago, a teenager, after noticing the deaths of a large number of reptiles due to a lack of a tree cover, started planting Bamboo in an area that had been washed away by floods. Today, that same land hosts 1,360 acres of Jungle called Molai Forest, named after Jadav “Molai” Payeng, the man who made this possible single handedly!

That forest is now home to Bengal tigers, Indian rhinoceros, over 100 deer and rabbits besides apes and several varieties of birds, including a large number of vultures. There are several thousand trees. Bamboo covers an area of over 300 hectares. A herd of around 100 elephants regularly visits the forest every year and generally stays for around six months. They have given birth to 10 calves in the forest in recent years. (Source)

 Picture courtesy- Bijit Dutta (Wikimedia Commons)




“The education system should be like this, every kid should be asked to plant two trees,” Payeng says.

He was 16 when the flood hit Assam, and Payeng observed that the flow of migratory birds was gradually declining to the forest areas and wetlands near his home and snakes were disappearing in large numbers. This disturbed him.

“I asked my elders, what would they do if all of us die one day, like these snakes. They just laughed and smirked but I knew I had to make the planet greener,” he says.

His village elders told him that with decline in forest cover and deforestation, animals lost their homes. The solution was to build new homes or forests for the animals, they said. (Source)

He alerted the forest department but they asked him to plant trees himself (which he actually did). He located a riverine island, on the banks of River Brahmaputra, and began to plant the saplings. Payeng visited the island and planted a few saplings every day for three decades.

Watering the growing area of plants posed a problem. He could not draw water from the river and water all the growing plants, as the area proved to be vast for one man.

He built a bamboo platform on the top of each sapling and placed earthen pots with small holes in them. The water would gradually drip on the plants below and water them through the week until the pots were drained of water. (Source)

Next year, in 1980, he started working with the social forestry division of Golaghat district when they launched a scheme of tree plantation on 200 hectares at Aruna Chapori situated at a distance of 5 km from Kokilamukh in Jorhat district.

Payeng was one of the labourers who worked in that 5-year-long project. He chose to stay back after the completion of the project even after other workers left. He looked after the plants and continued to plant more trees on his own, in an effort to transform the area into a forest.

Payeng belongs to a tribe called “Mishing” in Assam, India. He lives in a small hut in the forest with his wife, and his 3 children. He has cattle and buffalo on his farm and sells the milk for his livelihood, which is his only source of income.

“My friends have become engineers and are living in the city. I have sacrificed everything and this Jungle is my home now. The recognition and awards that I have received is my wealth and that makes me the happiest man in the world,” Payeng says.

Payeng was honoured at a public function arranged by the School of Environmental Sciences, Jawaharlal Nehru University on 22nd April, 2012 for his remarkable achievement.

JNU vice-chancellor Sudhir Kumar Sopory  named Jadav Payeng as “Forest Man of India”. In the month of October 2013, he was honoured at the Indian Institute of Forest Management during their annual event ‘Coalescence’. (Source)

Isn’t it amazing to see the willpower of this man who fought alone and won the battle single-handedly? Where we don’t hesitate to cut trees for our luxuries, he has sacrificed all the worldly pleasures to save the environment and the eco-system. The country needs more such superheroes who are trying to make the Earth a better place to live for one and all.

About the Author: Born with a hobby to travel, talk, express and write, Shreya gets to do all of that and is even paid for it! Interested in rural development and social issues, she dreams of actually bringing a change in society and writing a book of her own one day. When she is not preaching others about a better India she is busy watching movies and playing video games.