Sunday 30 August 2015

Eren Eyüboğlu’yu Dinliyor Gözlerim - Ferit Edgü

“Göz dinler”
                                                                                                                             Paul Claudel

“Başlarsın sürer. Başlarsın bitmez. Senden sonra gelenler bir nokta koyarlar. Senin adına. Ama sen bir nokta koymak istememişsindir. Hele bir son nokta…Hiçbir zaman. Çünkü yarattığın, ardında bıraktığın yapıtlar bir sonuç değildir. Hep aramalardır. Sorduğun soruların yanıtlarıdır. Ama her verdiğin yanıt, senin için yeterli değildir. İnandırıcı değildir. Soru aynı kalsa da (ki o da değişir zaman içinde) yanıt değişir. Değişmek zorundadır. Benim için sorular da, yanıtlar da hep doğa içinde gelişti. Nasıl dile getirmeli, yani sözcüklere nasıl aktarmalı resim sanatı konusundaki sorularımı? Sanıyorum, olanaksız bu.

Kuşkusuz, Paris’te Lhote’un atölyesindeyken, (1929-1933) hocayla, atölyedeki öbür sanatçılarla, resme değin birçok konuda tartışırdık. Ancak, aynı tasayı taşıyan aynı soruları (ya da birbirine benzer) soran sanatçıların bunları kendi aralarında tartışmaları kolaydır. Çünkü, günlük dile çevirmek gibi bir ek sorunla karşı karşıya değillerdir. Hoş, sanatçıların da birbirleriyle anlaşması, her zaman, pek kolay değil.

Yaşım ilerledikçe şunu görüyorum: anlaşma ancak soyut düzeyde, yaratı düzeyinde gerçekleşebilir. Lhote’un atölyesinde yetmiş-iki-buçuk milletten sanatçı, ya da sanatçı adayı vardı. Bunların çoğunun kendi aralarında anlaşabilecekleri ortak bir dil de yoktu. Ama gene de tartışır ve anlaşırdık birbirimizle. Çünkü pek fazla sözcüğe gereksinimiz yoktu. Bizim sözcüklerimiz, cümle yapımız ve gramerimiz önümüzdeki desenler, resimlerdi.


Gençlik dönemimizdi. Sanata başlangıç dönemi…
Romanya’dan kalkıp gelmiştim Paris’e. On-sekiz yaşındaydım. Ölmeyecek kadar yiyor, yaşayacak kadar resim çalışıyordum. Resim, daha o günlerde, bir güzellik, hoşa giden bir imaj değildi benim için. Daha Romanya’da iken ikon kopyaları yaparken resmin, bir gerçeğin aynası olduğunu sezinler gibi olmuştum. Ama hangi gerçeğin? Dış dünyanın aynaya yansıyan görüntüsünün gerçeği mi? Ya da gözüm açık, bakış alanıma giren nesnelerin, canlıların resmedilişindeki gerçek mi?
Bunlar ve bunlara benzer daha nice soru.
Soruların yanıtını, çizip boyayarak bulacağımı, bulamasam da bu alanda yol alacağımı daha o günlerde anlamıştım.

Bir doğa tutkunuydum. İnsanlar, görünümler karşı konulmaz bir biçimde beni kendilerine çekiyordu. Doğrusu pek karşı koyduğum da yoktu. Ama beni böylesi çeken bu konuları kavramakta güçlük çekiyordum. O zamanlar, daha toydum, bu güçlüğün nedenlerinin pek bilincinde değildim. Daha sonra, nice sonra, anlar gibi oldum; bir insana baktığınızda, onu güzel ya da çirkin, diye niteleyebilirsiniz. Oysa, o insan ne güzeldir, ne de çirkin. İnsandır.

Ferit Edgü anlamıştı bir gün, Giacometti, genel beğeni ölçütlerine göre çirkin sayılması gereken Jean Genet’in portresi üzerine çalışırken, kendi kendine söyleniyormuş. “Oh! Ne kadar yakışıklısınız… (birkaç çizgi daha) gerçekten, ne kadar…(birkaç çizgi daha)… Tüm insanlar gibi…” Yakışıklılığı, güzelliği, alımı aşan işte bu üç sözcüktür. Sanatçının, dünyaya ve insanlara bakışını yansıtmaktadır. Güzel olan, bir yüzün bir çizgisidir. Tıpkı günlük yaşamda, bir söz, bir gülüş, bir iç çekiş, bir göz, bir kulak, bir çift dudak, bir el gibi. Klâsik anlamda bir güzellik, çekmedi beni. Ne portrelerimde, ne çıplaklarımda, ne peyzajlarımda. Hayır, bir vision yaratmanın da peşinde olmadım. Ama nasıl anlatayım gerçeği, resmin gerçeği olarak yakalamak, onu yaratmak istedim.

 Resmin gerçeği… Yan çizgi, leke, renk. Bunların birleşmesiyle yaratılan bir dil. Bu dil, sanıldığı gibi özgür bir değildir. Bilimsel kesinkes kuralları yoktur kuşkusuz, ama seçtiğiniz konular, seçtiğiniz renkler bile bağlar sizi.

Yalnız resim yapmak, resmin sorunsalı üzerinde düşünmeden çizip-boyamak rahatlıktır. Ama sanat sorularla başlar. Ve… hayır yanıtlarla değil, gene sorularla sürer. Hep böyleydi. Rönesans’tan beri. Ama günümüzde daha çok. Kuşkusuz, Malraux haklıdır: Bir ressam, resmi, doğaya bakarak değil, kendinden önceki ustaların yapıtlarına bakarak öğrenir. Başlangıçta böyledir bu ve sanırım sonunda da böyledir. Sorguya çektiğiniz, kendi resminiz kadar inandığınız ustaların resmidir. Ben böyle çözümledim.
Sen nasıl çözümlemiştin?
1950’de Paris’teyken, Matisse’ten, Picasso’dan, Braaue’tan kopyalar yaptım. Bir resmi en iyi görmenin yoludur o resmi mot-a-mot kopyee etmek.

Kitaplar mı? Kitaplar yeterli değildir bu konuda. Nasıl diyeyim, bir ressam, bir tuvalin önünde, özdeksel bir duygu duyar. Kitaptaki bir Rembrandt, bir Matisse, bir erkek için neyse Playboy’daki çıplak bir kadın, bir ressam için odur.

Resme ilk başladığımdan bu yana, üzerinde çalıştığım konuyu iyice tanımak istemişimdir. Resmin konusu resimdir. Kuşkusuz, öyledir, ama konunun da bir ağırlığı, bir anlamı vardır. Bir natüre morte ile bir portre arasındaki ayrım, yalnız resme bakan açısından da gerçektir. Nature morte ve manzaralar kişiliksiz konularmış gibi görünür. Bu nedenle bir sergide ilk satılan resimler görünümler, natüre mortlardır. Onları çıplaklar izler, Portelere karşı pek ilgi duyulmaz. Oysa bir insan yüzü kadar sanatçının duygu ve yaratı iletimini ne sağlayabilir? Bir ayva mı? Bir nar mı? Yoksa bir enginar mı? Her şeyden önce bir natüre morte, durağan bir konudur. Bir portre, bir ölünün portresi bile olsa, bir elmadan, bir ayvadan daha çok konuşur. Daha çok şey ifade eder. Bir resimdeki ayva ya da elma, kendiliğinden değil, sanatçının yetenekleri ölçüsünde bir anlam taşır kuşkusuz. Nature Morte’u küçümsemiyorum. Ama gene de bir insan yüzü, bir papatyadan ya da ayvadan farklıdır, diyorum.

Hayır, dışa dönük, doğayla cebelleşen bir ressam için bile fotoğraf değildir resim. Özel olarak söyledim cebelleşme sözcüğünü. Kim ne derse desin, fotoğrafta cebelleşme yoktur. Resimde ise yalnız cebelleşme vardır. Bir insan var karşımda, poz veriyor bana, saatlerce karşımda duruyor, yabancım olmayan, daha  önceden tanıdığım bir insan, resmetmeye kalktığımda, ne görüyorum, bambaşka bir yüz. Yıllardır ben bu yüze bakmışım, o insanla konuşmuşum, ama onu resmetmeye başladığımda bakıyorum, benim tanıdığım insan değil o.  İşte o zaman umutsuzluğa kapılıyorum: Ya o güne değin aldandım, ya şimdi aldanıyorum. Hangisi? Hiçbir zaman inandırıcı bir yanıt bulamadım.
Bir insanın, yüzü, gözü, kaşı, saçı, hiçbir şeyi değildir. Bir çıkış noktası olabilir. Bir biçim yalnızca o kadar. Kim bilir belki de bu o kadar’la yetinmeyi öğrenmek gerek.

Desen, işte bu o kadar’ı öğretir insana.
Desenden söz ettiğimde, kendimi geçmişin büyük ustalarının bir çırağıolarak görüyorum. Sağlam bir desen, yalnız resmedilecek konunun çok iyi kavrandığını gösteren bir kanıt değil, tek başına bir yapıttır. Ne yazık ki XX. yüzyıl  sanatı özellikle kübizmden sonra bir hayli boşladı deseni. Desende, yaşayan bir ânı, bir duyguyu, bir kıpırtıyı yakalayabilirsiniz. Bu anlamda, resmin, tuval resminin yalnız kompozisyonda değil, bir anlık uyanışın, duygunun yakalanışında yardımı olur. Ama daha önemlisi, desenin kendi içinde, başlıbaşına bir yapıt oluşudur. Bunu algılamak gerek. Niçin algılamak diyorum, çünkü desen bir tuval resminin, bir kompozisyonun hazırlığı değildir. Başlıbaşına bir yaratıdır. Kendi kendine yeten, ne renge, ne lekeye gereksinme duyan.
Ben her zaman önemsedim deseni. Desen, nasıl diyeyim, resmin,  bir tür, ayaklarının yere basmasıdır. Temeldir. Her ressam aynı kanıda olmayabilir. Bir diyeceğim yok. Birinde renk önemlidir. Öbüründe leke. Olabilir. Çağdaş ressamlarda öylesi eğilimlerle karşılaşıyoruz ki ne desen önemli, ne leke, ne renk. Bilmiyorum. Bu tür resim nereye değin gidebilir, bilmiyorum. Bilemediğim için de, kendi resmime, kendi sanat anlayışıma sığınmak, tek çıkar yol olarak kendi anlayışımı ileri sürmek istemiyorum. Tam tersine, onları anlamak istiyorum. Onları anlamak istemem, bir ölçüde, kendimden, kendi yapıtlarımdan kuşkuya düşmek demek. Ama kuşkuya düşmeden nasıl inanabilir insan? Nasıl güven duyabilir?

Bedri, 1960’lardan sonra zaman zaman: “Kaçırdık mı otobüsü?” diye sorardı. Bilirdim bana sorduğunda da kendine sorardı aslında o soruyu. Hiçbir zaman yanıtlayamadım Bedri’yi. Hangi otobüs?
Nerede bu bekleyenler?
Ben duraktayım, ve kendimden başka kimseleri görmüyorum.
Akşam çöküyor, boya kutum kolumun altında, evimin yolunu tutuyorum.
Atölyemde o sabah başladığım resmin önünde buluyorum kendimi. Şuraya bir kırmızı, oraya bir yeşil sürerken (sürmek…Türkçe’nin güzel bir sözcüğü, toprak sürmek gibi, boya sürmek…) görüyorum ki boşuna beklemişim otobüsü. Atölyede, otobüsü beklerken dışarıda çalıştığım bir resme eklemeler çıkarmalar yaparken, gecenin bir saatinde bir de bakıyorum, bir otobüs geçiyor resmin içinden. Ama durdurmuyorum otobüsü. Bir selam veriyorum, o kadar. O gittiği yere gitsin, resmim gideceği yere.

Öbür dünyaya göçtüğümde, Bedri’ye şöyle diyeceğim: Otobüsü kaçırmamışız. Çünkü bizim hatta çalışan otobüs yokmuş. Bu otobüsü bekleyen yolcu da yokmuş. Bugün, artık iyice biliyorum. Herkesin kendi otobüsü var. Kafka’nın ‘Kanun Önünde’si gibi. Bir kapı ki o senin kapındır. (Yani kendi yolun.) Ya açıp girersin içeri, ya beklersin önünde yıllarca. Ben de kendi yolumda ilerliyorum. İlerlemeye çalışıyorum.
Ama sanatın yolu, her zaman ilerlemek de değildir. Bunu da biliyorum.
Bir resim yaparsın, çok iyidir.
Sonra, bir başka resim yaparsın, iyidir.
Daha sonra, bir başka resim yaparsın, iyi gibidir.
Daha sonra bir resim yaparsın, fena değildir.
Sen görmesen bile başkaları görür.
Ya da bunun tersi olabilir.
Bir kural değildir bu.
Bir resim yaparsın fena değildir.
Onu “iyice” bir resim izler.
Onu “güzel” bir resim izler.
Onu “çok güzel” bir resim izler.
Ama çok güzel bir resmi hiçbir şey izlemez.
Ah! Bir çıkmazdır resim.
İşin garibi, her zaman bilemezsin, bilemezsin, bilemezsin gerçekten bir önceki mi daha iyiydi, bir sonraki mi daha iyi olacaktır?
Yoksa, o anda yaptığın mı en iyisidir, en güzelidir?
Hem ne demek iyi, güzel? Söz konusu resim olduğunda bu sözcüklerin ne anlamı var? Estetik bir değer mi yansıtıyor?
İyi?
Güzel?
Neye göre güzel?

Bir duvara asılacak resim, o duvarın sahibine göre güzeldir. Ama resim, dekoratif amaçla yapılanlar hariç, yani mozaiklerden söz ediyorum, süsleme amacı taşımaz.
Bir duvarı süslemek için yapmıyorum ben resimlerimi. Ya da bir duvarı süslemek için yaptığımda bunu açıkça söylüyorum: Bir mozaik yaptım, diyorum.
Doğa önündeki coşkumu henüz yitirmedim.
Bu nedenle bugün, gene doğa önünde çalışmaya çıkarım.
Çarşılarda, pazarlarda, deniz kıyılarında resim çalışırken görebilirler beni.
Ya da atölyemde bir modelin önünde çalışırken.
Ama bu çalışmalar, izlenimci ressamların çalışması gibi değildir. Doğa ya da model ile bir ilişki söz konusudur benim için. O ilişki gerçekleşti mi, âlâ, artık atölyemde sürdürebilirim çalışmamı.





Soyut resim yaptığımda (ki çok kısa sürdü bu) modelsizliğin eksikliğini duyardım. Önünde bir tuval, bomboş. Bir resim yapacaksın, konusu yok, modeli yok. Nereden başlayacağın, nasıl başlayacağın değil önemli olan, o boşluğu, modelsiz nasıl dolduracağın. Dehşete düşerdim. Ve korkumu yok etmek için, ilk işim, önümdeki o beyazlığı boyamak olurdu. İlkin boyayayım. Sonra nasıl olsa, bir şeyler çıkar ortaya.
Ve her zaman, iyi-kötü bir şeyler çıkardı.
Ama bu çalışma, hiçbir zaman doyurucu olmadı benim için. Bir deniz, bir ağaç, bbir yüz, bir insan görmek, bunları yaratmak istedim resmimde. Bunlar heyecan verdi bana. Bir hiçten bir resim yaratmak benim işim değildi. Çabuk anladım bunu. Renk, leke, istif… Hepsi çok güzel, ama ben nerdeyim? Ben, ancak dış dünyanın öğeleriyle kendi iç dünyamı dışa vurabilenim.

-Bu portreyi seviyor musun Söyle ne için?
-Bu natüre morte’ta ilgini çeken ne?
-Niçin dudak büküyorsun bu görünüm önünde?
-Niçin bu çıplak da, öbür çıplak değil? Hep sorular sorarım. Şimdi sorduğum gibi. Güvendiğim kimselere.
Kendime güvenim olmadığı için değil.(Kim bilir, belki de yoktur.)
Bir başka göz, bir başka değerdir. Bedri’yi yitirdiğimden bu yana o ikinci gözü de yitirdim.
Söyle bana, nasıl buldun bu portreyi Ya bu natüre morte’u!
Niçin bu çıplağı seçtin de, öbürünü değil?

Cézanne, yaşamının son günlerinde bile “Bunca yıldır aradığım, yolunda bunca çaba harcadığım amaca varabilecek miyim? Hep doğayı inceliyorum ve öyle sanıyorum ki biraz ilerleiyorum.” Diyordu. Kuşku bir sanatçının elini ayağını çekince sen de onu koyver gitsin. Kuşku…diyorum, güvensizlik değil. Biliyorsun, aynı Cézanne, bir ara, resminin yeniliğinin gözlerindeki bozukluktan gelip gelmediğini soruyordu kendi kendine. Hiçbir zaman emin değiliz yapıtımızdan. Bu nedenle, bir resim bitince öbürüne başlıyoruz. Birinde başladığımızı bir sonrakinde bitireceğimiz umuduyla. Bunun gerçekleşmeyeceğini bile bile.

Bir resmimi güzel ya da başarılı bulduklarında pek bir şey anlamıyorum. Şu resmin başarılı, şu resmin başarısız olması önemli değil. Önemli olan yapıt, sanatçının tüm resimlerinin oluşturduğu yapıt. Binlerce desenin, resmin içinden biri, ikisi neyi anlatır? Hiçbir ressamda aynı değerde yüzlerce resim yoktur.
Önemli olan, daha az başarılı, ya da başarısız görülen resmin giderek sanatçının bir döneminin anlamını bulup, çıkarmaktır. Neyi ararken, neyi bulmaya, yaratmaya, aşmaya çalışırken başarısızlığa uğramış? Bunların üzerinde düşündüğümüzde, bir de bakarız ki o resmin amacı, resmin kendisini aşıyor. Resimden daha önemli oluyor.

XX. yüzyıl resmi, bugünün insanı gibi, şaşkın bir resimdir. Her telden çalan. En olmadık yolları deneyen.
Yeni bir resim dili bulmak isteyen. Bulan. Bulduğunu yitiren. Yeniden başlayan. Resmi yadsıyan.

Ben de bu çağın sanatçısıyım elbet. Tüm bunlar benim dışımda değil. Benim de böyle şaşkınlık dönemlerim oldu. Ben de bu yeniliklerden etkilendim. Ama sonunda, her şey kaynağına dönüyor. Ben de, kendi resmime döndüm. Kendi yoluma. Bu yolun önü tıkanık mı, açık mı; ilerledim mi, geriledim mi, yoksa yerimde mi saydım - Bilmiyorum. Bildiğim tek şey var: Çalışmak. Yarım yüzyıldır sürdürdüğüm çabamı, ölüm elimden fırçayı alana değin sürdürmek. Bugün yaptığımdan kuşku duyarak, yarın güvenerek. Bugün başarısız bir resimle, yarın daha iyicesiyle. Haydi, işimize bakalım.

Sustuklarımı da yazdın mı?
1980-1981

Şimdi Saat Kaç (1986) Ada Yayınları
















Thursday 27 August 2015

VAN GOGH GERÇEĞİ / Ferit EDGÜ


Ferit EDGÜ

Evet, Picasso ile, 20. yüzyılın sanatıyla başlayacaktım. Kaynaklara inmeden.
Bu yüzyılın tüm büyük ve temel resminin geldiği Cézanne’ı bile konu
Etmeden. Çünkü bir sanat tarihi değil amacımız, yalnızca ressamlarla,
şairlerin, yazarların buluştukları yerleri, buluştukları sözcükleri ya da
Renkleri aktarmak. Bir göz gezintisi.
Bu gezintide de, bir resim bir başka resmi, bir yazar bir başka şairi getirdi.
Her zaman olduğu gibi.
Bunlardan biri tam kırk yıl önce yayımlanmış küçük bir kitaptı: (“Antonin
Artaud/Van Gogh Toplumun İntihar Ettiği”). Ne var ki bu kitabı bulamadım

kitaplığımda.
Birkaç hafta önce, Paris’te yeni açılan Orsay Müzesi’ndeki Van Gogh’ların
önünde yine bu kitabı anımsadım. Ve müzenin kitapçısında kitabın yeni
basımını buldum. O akşam, (Van Gogh/Toplumun İntihar Ettiği) adlı bu
deneme-şiiri yıllar sonra yeniden okurken, bir ressam üzerine yazılmış
en önemli metinle karşı karşıya olduğumu anladım. Nasıl oluyordu da,
Antonin Artaud gibi, geniş bir resim kültürü olmayan bir şair, Van Gogh’un
resmini böylesine eşsiz bir biçimde yorumlayabiliyordu? Nasıl oluyordu
da, bir resmin önünde, genellikle, ya betimlemeye, ya öykülemeye yönelen
sanat yazarlarını aşıyor ve ressamın dünyasını, yani resmi, sözcüklerle
yaşatabiliyordu?
Ressam ile şair, Van Gogh ile Artaud, aynı ortak yazgıyı paylaştıkları için mi?
İki sanatçının ikisi de, toplumun birer “müntehiri” oldukları için mi?
Artaud’un, Van Gogh metni, renklerin, biçimlerin, fırça vuruşlarının,
boyanın ve bir resme yansıyan, bir resimde okunan tüm izlerin sözcüklere
yansıyabileceğini, sözcüklerde dile gelebileceğini öğretti bana.

Ama yalnız bunu değil.
Yalnız bakmasını bilen, gören ve resmin içinde, kendi dünyasında dolaşır
gibi dolaşan, o resmin yaratıcısıyla konuşan ozanın, resmi yalnız görsel bir
olay olarak algılamayabileceğini de öğretti.
Resim, Van Gogh resmi, varlıksal bir olguydu; ve şair Antonin Artaud, bunu,
tüm varlığıyla duyumsamış ve algılamış olmalıydı. Sanat tarihinde, kanımca,
bir eşi daha olmayan bir olay. Artaud, bunu, Van Gogh ile aynı “toplum-
dışına-itilmişlik” yazgısını, tımarhaneleri paylaşmasına mı borçluydu?

Peki Van Gogh? O neye borçluydu? Toplumun ve o toplumun ruh
hekimlerinin tanımına mı? Tedavi yöntemlerine mi? Yaratıcılıkla ruhsal
dengesizlik arasındaki ayrımı göremeyen, ruh sağlığını (?) yaratıcılık
coşkusuna yeğleyen, hiçbir derinliği olmayan ruh(suz) hekimlerine
mi? Yoksa yalnızca kişiliğinin ayrılmaz bir parçası olan nevrozuna ve
yaratıcılığına mı? Van Gogh’un resmi, eğer bir tepkiyse, kuşkusuz, nevrozuna
karşı da bir tepkiydi.
“Hayır, Van Gogh deli değildi” diyor elektroşoktan yeni kurtulmuş Artaud.
Bu satırları yazan, ben, Antoin Artaud da deli değilim, demektir bu. Onun
resimleri, diyor, bir Bizans ateşi, bir atom bombasıydı. Burjuva beğenisini
alt üst eden…”

Burjuva beğenisi…19. yüzyılın Fransa’sında Manet’nin Olympia’sında
sanatın yozlaşmasını gören ve bu resmin sergilenmesine bile karşı çıkan
hoşt-görüsüzlükten başka bir şey değildir bu sözüm ona beğeni. Sanat,
yerleşik beğeniye karşı çıkmasa, nasıl yenileyecektir kendini? Nasıl
yansıtacaktır çağının değişimini? “Van Gogh’un resmi” diyor Artaud, “bir
ahlak/töre konformizmine değil, kurumların konformizmine karşı çıkıyordu.
Ve doğa, doğanın dış görünüşleri, iklimleri, gel-gitleri, tan fırtınaları, bu
dünyadan Van Gogh geçtikten sonra artık aynı yerçekimine sahip değildir.”
Konformizmin baş düşmanı değişikliktir. Eğer resimde, şiirde bir değişiklik,
bir devrim söz konusu olabiliyorsa, tüm toplumda ve toplumun tüm
değerlerinde değişiklikler ve devrimler olabilir demektir.
Konformist düşüncenin, tutucuların sanattaki yeniliklere karşı olması, bu
gerçeğin bilincinde olduklarını gösterir. İlerici düşüncenin ve ilericilerin bu
yeniliklere karşı oluşları ise sanatta karşı-devrimci olduklarını. Eğer Van
Gogh bıkmadan, usanmadan, bir çift eski postalın, bir hasır sandalyenin,
yoksul bir yatak odasının, patates toplayan, patates yiyen yoksul köylülerin
resimlerini yaptıysa ve bu resimler acındırıcı, duygulandırıcı resimler değil
de,  renkleriyle, istifleriyle, biçimleriyle bu çaresizliği, yoksulluğu, yalnızlığı
ve atılmışlığı, öykülemeden, yepyeni bir resim diliyle gerçekleştirdiyse,
konformist ahlak ve sanat beğenisi onu dışlayacaktır. O konformist sanat
beğenisinin bu tür konfora karşı olması için hiçbir neden yoktur. Gözü,
yaşlı çocukların, yoksul insanların bir arada oldukları ve yedikleri sade suya
patates için Tanrı’ya şükrettikleri ev, hatta izbe içleri, konformist burjuvanın
duvarlarını süsleyen resimlerin konusu bile olabilir.

Şükretmek. Yokluğa bile şükretmek. Ama Van Gogh’un “modeli” şükretse
bile, resmi başkaldırır. Çünkü resmin dili değişmiştir. Ve dil, sanatın dili
değiştiğinde, tüm bir dünyadır değişen. Değişecek olan. Değişmesi mümkün
olan.
“Toplumsal düzeyde, diyor Artaud, dağılan, çöken kesimler Van Gogh’u deli
ilan edeceklerdir.
Deli? Hangi akla göre?
Burada söz konusu olan akıl, zeka değil, tutucu ahlak ve sanat anlayışıdır.
Van Gogh da bu ahlakın, bu satan ve insan anlayışının (anlayışsızlık demek daha doğru olurdu) kurbanlarından biridir.
“Böğründe, ölümüne neden olan, sıktığı kurşun, elinde fırça, tuvalinin
üzerini kara kargalarla dolduran, resminin altını bomboş bırakan: bomboş,
kurşuni mor renkte bir ova, toprağın şarap tortusu rengi, buğdayların kirli
sarısıyla çatışmada…” Kayalar… Buğday tarlaları… Yer ve gök…Tüm bu
karşıtlıkların hiçbir simgeselliği yoktur Van Gogh’ta. “Yeşille kırmızının
karşıtlığında insanoğlunun o korkunç tutkusunu vermeye çalıştım” diye
yazmıştır. Ama bu, renklerin gücü ve resmin dilidir, simgelerin değil.

Eğer bir simgeden, gerçek bir simgeden söz edebilseydik, Van Gogh’un
yıpranmış postallarında, yoksul yatak odasında, hasır sandalyesinde,
yalnızlığın simgesini bulabilirdi. Oysa, bu resimlerde, yalnız nesneler değil,
renkler, biçimler, resmin bizzat kendisi yalnızlıktır. Ressam hiçbir simgeye
başvurmadığı gibi, bu resimler de hiçbir simgeyi barındıramaz içlerinde.
Artaud: “Bir sandalyenin üzerinde bir şamdan, bir yeşil hasır koltuk,
koltuğun üzerinde bir kitap. Ve işte aydınlatılmış bir dram.
Kim girecek içeri?
Gauguin mi, yoksa bir başka hayalet mi?
Hayır, bir betimleme değil bu: “Van Gogh’un bir resmini betimlemek
neye yarar? diye doruyor Artaud. Van Gogh’un resmini ancak o resim
betimleyebilir.
Artaud’nun deyişiyle bu “ressamların en ressamı”nın yapıtlarında “ne
hayaletler vardı, ne uyanık-düşler, ne de sanrılar… Öğle güneşinin yakıp
kavuran gerçeğidir bu resimlerde ortaya çıkan, Çiğ bir ışık. Işık-gölge
oyunlarına yer ermeyen. Gerçeği çırılçıplak, gölgesiz, örtüsüz yakalamak
isteyen ve renkleri kendi içlerinde birer gerçek olarak yaşatan.”


Artaud, (devam):

                                               "Aziz Remy zeytinlikleri
                                                Akdeniz servileri
                                                Yatak odası
                                                Zeytin toplanması
                                                Arles köy kahvesi
                                                Köprü – insanın parmağını daldırmak istediği su
                                                Su mavi,
                                                Su mavisi değil ama
                                                Sıvı boya mavisi
                                                ‘Müntehir’ deli ordan geçti ve resmin
                                                suyunu doğaya geri verdi
                                                ama ona,
                                                kim verecek ona,
                                                verilmesi gereken suyu?

Yaşarken, hiç kimse değer vermedi. Hiç kimse onun susuzluğunu gideremedi.
Hemen hemen hiç kimse.
Mutlağın, resim sanatıyla sınırlanmış olsa da, mutlağın sınırlarına atılmış,
“doğru bildiği” yolda giden ve kendini bu yolun her durağında yapayalnız
bulan Van Goghu yıllar sonra bulacaktır insanlar.
Kuzeyin rutubetli, sisli ikliminden, Hollanda’nın engebesiz topraklarından,
renklerin ancak yarım tonlarla algılandığı bbir doğadan, yağmuru az, güneşi
bol, renkleri parlak ve birbiriyle yarışan; sarı buğday tarlaları, masmavi
bulutsuz gökyüzü, engebeli arazisi, dağları, ağaçları her meşrepten
ressamları, her ülkeden ve ilkeden kaçkınlarıyla Güneye indiğinde, bu
gönüllü sürgün, bu, ülkesinden, çevresinden katıkça kendisine çok
daha fazla yakıştığını bilen, kendi ülkesinde (Rembrandt’ların, Franz
Hals’ların, Vermeer’lerin, Bosch’ların, ülkesidir orası) kendi çevresinde
anlaşılamamasını, anlaşılması en olası bir ülkede de (resim sanatının Kabe’si
sayılan Fransa’da) yinelendiğini gördüğünde, hem resminden kuşkuya düşer,
hem de sanat çevrelerinin beğenilerinden, sanat anlayışlarından, 20 yüzyıl
sanatını hazırlayan 19. Yüzyıl sonu devrimci ressamlarının hemen hemen
ortak yazgısıdır bu.


1890’da şakağına tabancayı dayadığında yalnızca 37 yaşındaydı Van Gogh.
Kendini bir raté (hiçbir işe yaramaz, başarısız) biri olarak görüyordu. Oysa,
pek az ressamın sahip olduğu bir yeteneği vardı: Nesnelerin, eğer deyiş
yerindeyse, dışyüzlerini değil, içyüzlerini görüyordu. İnsanların yüzlerini,
gözlerini, burunlarını değil, ruhlarını görüyordu. Işıklar, ışıklar içinde
yaşayan ve bunu resmine de yansıtan bir sanatçıydı.
Yepyeni bir dilden konuşmuştu – resimlerinde.
Yepyeni bir dünyanın kapılarını açmıştı – resimlerinde.
Belki tüm bunlar için aklın sınırlarını aşmak gerekiyordu.
Delacroix’yı  anlayan Baudelaire, Baudelaire’yi anlayan melez bir yosma, çok
yakın geleceğin sanatını gören bir koleksiyoncu, bir galerici tetiğe giden eli
belki durdurabilirdi. Oysa, kimse tutmadı o eli. Kimse durduramadı. “Hiç
kimse tek başına intihar etmez” diyor Artaud. Başka bir deyişle: “İnsan
intihar etmez. İnsanı intihar ederler.” Ama insanı, ne ölümünden önce, ne
ölümünden sonra ressam etmeye kimselerin gücü yetmez. Başka bir deyişle,
intihar (kim etmiş olursa olsun) resmin, yaratının sonu değil, başlangıcı da
olabilir. Resim artık tek başına yaşayacak, tek başına kendini savunacak, tek
başına zamana karşı koyacak, tek başına unutulacak, ya da yepyeni ufuklar
açacaktır insanlara.
Van Gogh’un, yalnız ölüm üzerindeki yengisi değil, yaşam üzerindeki yengisi
resimleridir evi.
Artaud’nun Van Gogh metnini birlikte okuduğumuz akşam bana sormuştun.
“Bir kaçkını anlamak için kaçkın mı olmak gerek?” Bir yalnızı anlamak için
Yalnız mı olmak gerek? Bir atılmışı, bir sürgünü anlamak için, bir atılmış, bir
sürgün mü olmak gerek? Van Gogh’u anlamak için, Bir Antonin Artaud mu
olmak gerek?”
Sorunu yanıtlamamış, “Artaud’yu bir kez daha oku ve sonra bir kez daha bak
Van Gogh’un resimlerine” demekle yetinmiştim.
Kuşkusuz, bir kaçamaktı bu. Ama o gün bugün bana yönelttiğin soru
üzerinde düşünüyorum.
Bir yanıt bulamadım. Ya da yalnızca şu “geçici” yanıtı buldum: Bir kaçkını,
bir yalnızı, bir atılmışı, bir sürgünü ve bir “müntehiri” anlamak için,
bunlar olmak gerekmiyor. Nasıl ki bir resmi anlamak için, ressam olmak gerekmiyorsa. Ama yalnızlığı, atılmışlığı, sürgünü, intiharı anlamak ve içinde
duymak gerekiyor.
Resme gelince, onu sevmek, ona bakmak, onu dinlemek gerek. “İnsanoğluna
ait hiçbir şey bana yabancı değildir” demek.
Tüm sayıkladıklarım insanoğluna yabancı gerçekler olmadığına, resim sanatı da
Bu gerçeklerden biri olduğuna göre, sorunun yanıtını kendin ver. İster Van
Gogh’tan, ister Artaud’dan yola çıkarak…


Ferit EDGÜ-BİÇİMLER, RENKLER, SÖZCÜKLER (2008) Sel Yayıncılık