Friday, 19 December 2014

Diklene diklene yuvarlanmak! Fehim Taştekin

AB'yi bir başarı öyküsüne dönüştüren 'dikte' değil 'müzakere' ve 'uzlaşma' kültürüdür. Bu kültürü içselleştirmek bir yana böylesi meziyetlerden nefret edenlerin uyarılar karşısında 'milli gurur' ve 'bağımsız dış politika' retoriğine sarılmalarının bir anlamı yok.

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın 2011’de AB’ye “Önümüzü keserseniz Kopenhag kriterlerinin adını Ankara kriterleri olarak değiştirir yolumuza devam ederiz" resti ile 14 Aralık 2014 operasyonuna gelen tepkiler üzerine verdiği “Kendi göbeğimizi keseriz… Kendi aklınızı kendinize saklayın… AB kendi işine baksın… Biz AB’nin kapıkulu değiliz… AB kendisinde müdahale yetkisi aramasın” çıkışları arasında mutlak bir yön sapması var. İlkinde AB’nin kriterlerini içselleştirme, ikincisinde keskin bir kopuş. Birinde düzenlediği iki referandumla AB üyeliğini reddeden ama kendi standartlarını siyaseten Kopenhag, iktisaden Maastricht kriterlerine yükseltmiş olan Norveç gibi bir ülke olma azmi, ikincisinde Putinleşme. (Ki bunu söylerken de Rusya lideri Vladimir Putin’e biraz haksızlık ettiğimin farkındayım.) Hâlbuki daha iki hafta önce Avrupa Komisyonu üyelerinin Ankara ziyaretinde AB ile yeni bir başlangıç havası estirilmişti. Erdoğan cumhurbaşkanı olarak yaptığı ilk açıklamada da ‘yeni Türkiye’nin AB ile müzakere sürecine ağırlık vereceğini söylemişti. Erdoğan’ın bir dönem efelene efelene sıklıkla dillendirdiği Ankara kriterlerinin ne olduğunu MİT yasasından gözaltında makul şüpheyi geri getiren iç güvenlik yasasına, HSYK seçimlerinden ‘gölge kabine’ ya da ‘paralel kabine’ kuran cumhurbaşkanlığı kararnamesine kadar birçok adımla görmüş olduk.

İNGİLİZ VE FRANSIZ GOCUNMAZKEN...

Erdoğan bu adımlara karşı ‘demokrasi ve özgürlüklerden geriye gidiş var’ diyen Avrupalı kurumları terslerken ‘kendine güvenen egemen devlet’ ve ‘dik duran adam’ tiradında konuşuyor. Sanki emperyal heveslerinden hiçbir şey kaybetmemiş olan Britanya, ondan aşağı kalmayan Fransa ya da Hollanda egemen devlet değil. Sanki Avrupa’nın
motor gücü Almanya kendi göbeğini kesemediği için Avrupa Komisyonu’na yetki devrinde bulunmak gibi bir ezikliğe razı oluyor!  

AB bir ‘fren’ ve ‘teşvik’ mekanizması; biri standartlardan kayışı önlerken diğeri standartların yükselmesini teşvik ediyor. AB’yle ortaklık kuruyorsan bu iki mekanizma da ‘Evet bu benim işim’ diyerek devreye girer. Bu mekanizma size rağmen sizi peşinen kabul ettiğiniz kriterler ve standartlar bandında tutmaya çalışır. AB’yi bir başarı öyküsüne dönüştüren ‘dikte’ değil ‘müzakere’ ve ‘uzlaşma’ kültürüdür. Bu kültürü içselleştirmek bir yana böylesi meziyetlerden nefret edenlerin uyarılar karşısında ‘milli gurur’ ve ‘bağımsız dış politika’ retoriğine sarılmalarının bir anlamı yok. Erdoğan AB’ye vururken Suriye, Mısır ve Filistin’de ne yaptıklarını soruyor. Erdoğan’ın AB’yi bu şekilde paylarken elini sıktığı Putin, Türkiye’nin Suriye’deki devrim projesini akamete uğratan ve Mısır’da darbenin mimarı Aldülfettah Sisi’nin ayaklarına kırmızı halı seren adam. Ama dert değil; ne de olsa Putin, Brüksel yerine Avrasya steplerine heveslenenler için hazır bir rol model! Ayrıca bazı AB üyeleri ve son olarak Avrupa Parlamentosu’nun Filistin’in devlet olarak tanınması yönündeki kararları Filistin davasının sözcüsü olduğunu zanneden AKP için ne ifade ediyor bilmiyorum. Bazı AB üyeleri Erdoğan gibi bağırmadan İsrail’i çok daha fazla kızdırmayı başarıyor. İsrail’in en fazla ambargo ile karşılaştığı yer de Türkiye değil Avrupa!

ASIL MESELE: KİMSE GÖLGE ETMESİN

Asıl mevzubahis olan Filistin, Suriye ya da Mısır değil. Ortadoğu’da Erdoğan’ı hukuk ve insan hakları açısından sigaya çekecek bir güç yok. Ama AB’nin bir fren mekanizması olarak devreye girmesi Erdoğan’ın sinirlerini bozuyor. Erdoğan iktidarını dokunulmaz ve mutlak kılabilmek için medyadan yargıya parlamentodan Sayıştay gibi teftiş kurumlarına kadar bütün fren mekanizmalarını bertaraf etmenin derdinde. Anayasa Mahkemesi gibi şimdilik bertaraf edemediği mekanizmaları da itibarsızlaştırıyor. Bunu yaparken kaçınılmaz olarak Türkiye’nin altına imza attığı anlaşma ve protokollerle kendini bağladığı AB sürecine tosluyor.

EVET AB KARIŞIR!

Erdoğan “AB kendi işine baksın” diyor ama Avrupa Komisyonu’nun işi tam da Ankara’nın verdiği yetkiyle Türkiye’nin gidişatına bakmak! AB ile üyelik müzakerelerinin önünü açmak için 2005’te Gümrük Birliği Ek Protokolü’ne imza atan AKP hükümetiydi. Erdoğan’ın en çok övündüğü askeri vesayetin sona erdirilmesi de AB sopasıyla mümkün olabildi. Yani AKP içerde iktidarını perçinlemek için AB’yi sonuna kadar kullandı. Avrupa Komisyonu’nun yanı sıra Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Avrupa Konseyi de Türkiye’nin Avrupa yolculuğunda benimsediği diğer fren mekanizmaları. Bu mekanizmalar hukukun üstünlüğünü, kuvvetler ayrılığını, basın ve ifade özgürlüğünü garanti ediyor. Ne var ki Erdoğan 2004’ten itibaren sivil ve askeri bürokrasiye karşı kalkan olarak kullandığı AB sürecini şimdi kendi planları önünde engel olarak görüyor. Normal fren mekanizmalarından sonuç alamayan AB ise otoriteryen gidişata karşı daha dramatik bir tepki vermenin eşiğinde. Artık sorun olarak gördüğü Erdoğan’la yeni bir sayfa açamayacağının farkında olan AB, Türkiye’yi geçici olarak kaybetmek ile hepten kaybetmek seçenekleri arasında sıkışmış durumda. AB dışişleri bakanlarının dün Brüksel’de başlayan iki günlük liderler zirvesi için hazırladığı bildiri taslağında Türkiye için ciddi bir uyarı yer aldı:
“Hükümetin Aralık 2013'teki yolsuzluk iddialarına verdiği yanıt yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı konusunda ciddi endişeye yol açmıştır. Siyasi muhalefete, protestolar ve eleştirel basına yönelik artan tahammülsüzlük üzüntüyle karşılanmıştır. Katılım müzakerelerinde ilerleme sağlamak hukukun üstünlüğüne ve temel haklara saygıya bağlıdır.” İş, halihazırda tıkanmış olan üyelik müzakerelerinin dondurulması gibi kritik bir noktaya gelirse Türkiye işte o zaman kendi iç gerilimleriyle baş başa kalacak. Yakıcı bir tecrit süreci, Türkiye’nin ne reformlar ne de ekonomik serüveni için iyiye işaret sayılır.

ÇOK GÜVENME KÖRFEZ'İN DAĞLARINA DA KAR YAĞAR…

Körfez’den gelen yatırım ve sıcak paraya güvenerek Brüksel’le köprüleri atmayı göze alan hükümet Türkiye’yi cazip kılan en önemli faktörlerden birinin AB ile müzakere süreci ve bunun getirdiği güven ortamı olduğunu unutmuşa benziyor. Ancak AB ile köprüleri atmak Mısır ile restleşmeye benzemez. AB, Kürt sorununa bakışın değişmesinden, insan hakları ve özgürlükler skalasının yükselmesine, kuvvetler arası ilişkilerdeki normalleşmeden gıda güvenliği gibi hayatı doğrudan ilgilendiren standardizasyona kadar birçok alanda zorlayıcı güç işlevi gördü. Bu yüzden AB’den kopuş sadece ekonomik kayıplar değil Türkiye’nin göze alamayacağı çok köklü bir savrulma anlamına geliyor.

Ezcümle Erdoğan kendi kaderini Türkiye’nin çöküşüne eşitleyen bir düzen kuruyor. Tehlikeli olan bu! Türkiye’nin ekonomik, sosyal ve siyasal dinamikleri, son derece kırılganlaşan etnik ve kültürel fay hatları, ülkenin bölgesel ve uluslararası bağlamları sistemin bir ‘Erdoğan rejimi’ne dönüşmesini kaldırabilir mi? Bu istikamet Türkiye’yi nereye götürür? Maalesef Ak Saray’da tecessüm eden tek adamın ihtirası bu ülkeye sadece çatışma ve çöküş vaat ediyor.
Birileri bunu Rönesans olarak görmeyi tercih etse de benim hissiyatım şu: Karanlık ve uzun bir tüneldeyiz!


19.12.2014
(Radikal)

No comments:

Post a Comment