AB'yi bir
başarı öyküsüne dönüştüren 'dikte' değil 'müzakere' ve 'uzlaşma' kültürüdür. Bu
kültürü içselleştirmek bir yana böylesi meziyetlerden nefret edenlerin uyarılar
karşısında 'milli gurur' ve 'bağımsız dış politika' retoriğine sarılmalarının
bir anlamı yok.
Cumhurbaşkanı
Tayyip Erdoğan’ın 2011’de AB’ye “Önümüzü keserseniz Kopenhag kriterlerinin
adını Ankara kriterleri olarak değiştirir yolumuza devam ederiz" resti ile
14 Aralık 2014 operasyonuna gelen tepkiler üzerine verdiği “Kendi göbeğimizi
keseriz… Kendi aklınızı kendinize saklayın… AB kendi işine baksın… Biz AB’nin
kapıkulu değiliz… AB kendisinde müdahale yetkisi aramasın” çıkışları arasında mutlak
bir yön sapması var. İlkinde AB’nin kriterlerini içselleştirme, ikincisinde
keskin bir kopuş. Birinde düzenlediği iki referandumla AB üyeliğini reddeden
ama kendi standartlarını siyaseten Kopenhag, iktisaden Maastricht kriterlerine
yükseltmiş olan Norveç gibi bir ülke olma azmi, ikincisinde Putinleşme. (Ki
bunu söylerken de Rusya lideri Vladimir Putin’e biraz haksızlık ettiğimin
farkındayım.) Hâlbuki daha iki hafta önce Avrupa Komisyonu üyelerinin Ankara
ziyaretinde AB ile yeni bir başlangıç havası estirilmişti. Erdoğan
cumhurbaşkanı olarak yaptığı ilk açıklamada da ‘yeni Türkiye’nin AB ile
müzakere sürecine ağırlık vereceğini söylemişti. Erdoğan’ın bir dönem efelene
efelene sıklıkla dillendirdiği Ankara kriterlerinin ne olduğunu MİT yasasından gözaltında
makul şüpheyi geri getiren iç güvenlik yasasına, HSYK seçimlerinden ‘gölge
kabine’ ya da ‘paralel kabine’ kuran cumhurbaşkanlığı kararnamesine kadar
birçok adımla görmüş olduk.
İNGİLİZ VE
FRANSIZ GOCUNMAZKEN...
Erdoğan bu
adımlara karşı ‘demokrasi ve özgürlüklerden geriye gidiş var’ diyen Avrupalı
kurumları terslerken ‘kendine güvenen egemen devlet’ ve ‘dik duran adam’
tiradında konuşuyor. Sanki emperyal heveslerinden hiçbir şey kaybetmemiş olan
Britanya, ondan aşağı kalmayan Fransa ya da Hollanda egemen devlet değil. Sanki
Avrupa’nın
motor gücü
Almanya kendi göbeğini kesemediği için Avrupa Komisyonu’na yetki devrinde
bulunmak gibi bir ezikliğe razı oluyor!
AB bir
‘fren’ ve ‘teşvik’ mekanizması; biri standartlardan kayışı önlerken diğeri standartların
yükselmesini teşvik ediyor. AB’yle ortaklık kuruyorsan bu iki mekanizma da
‘Evet bu benim işim’ diyerek devreye girer. Bu mekanizma size rağmen sizi
peşinen kabul ettiğiniz kriterler ve standartlar bandında tutmaya çalışır. AB’yi
bir başarı öyküsüne dönüştüren ‘dikte’ değil ‘müzakere’ ve ‘uzlaşma’ kültürüdür.
Bu kültürü içselleştirmek bir yana böylesi meziyetlerden nefret edenlerin
uyarılar karşısında ‘milli gurur’ ve ‘bağımsız dış politika’ retoriğine sarılmalarının
bir anlamı yok. Erdoğan AB’ye vururken Suriye, Mısır ve Filistin’de ne
yaptıklarını soruyor. Erdoğan’ın AB’yi bu şekilde paylarken elini sıktığı
Putin, Türkiye’nin Suriye’deki devrim projesini akamete uğratan ve Mısır’da
darbenin mimarı Aldülfettah Sisi’nin ayaklarına kırmızı halı seren adam. Ama
dert değil; ne de olsa Putin, Brüksel yerine Avrasya steplerine heveslenenler
için hazır bir rol model! Ayrıca bazı AB üyeleri ve son olarak Avrupa
Parlamentosu’nun Filistin’in devlet olarak tanınması yönündeki kararları
Filistin davasının sözcüsü olduğunu zanneden AKP için ne ifade ediyor bilmiyorum.
Bazı AB üyeleri Erdoğan gibi bağırmadan İsrail’i çok daha fazla kızdırmayı
başarıyor. İsrail’in en fazla ambargo ile karşılaştığı yer de Türkiye değil
Avrupa!
ASIL
MESELE: KİMSE GÖLGE ETMESİN
Asıl
mevzubahis olan Filistin, Suriye ya da Mısır değil. Ortadoğu’da Erdoğan’ı hukuk
ve insan hakları açısından sigaya çekecek bir güç yok. Ama AB’nin bir fren
mekanizması olarak devreye girmesi Erdoğan’ın sinirlerini bozuyor. Erdoğan iktidarını
dokunulmaz ve mutlak kılabilmek için medyadan yargıya parlamentodan Sayıştay
gibi teftiş kurumlarına kadar bütün fren mekanizmalarını bertaraf etmenin
derdinde. Anayasa Mahkemesi gibi şimdilik bertaraf edemediği mekanizmaları da
itibarsızlaştırıyor. Bunu yaparken kaçınılmaz olarak Türkiye’nin altına imza
attığı anlaşma ve protokollerle kendini bağladığı AB sürecine tosluyor.
EVET AB
KARIŞIR!
Erdoğan
“AB kendi işine baksın” diyor ama Avrupa Komisyonu’nun işi tam da Ankara’nın
verdiği yetkiyle Türkiye’nin gidişatına bakmak! AB ile üyelik müzakerelerinin
önünü açmak için 2005’te Gümrük Birliği Ek Protokolü’ne imza atan AKP
hükümetiydi. Erdoğan’ın en çok övündüğü askeri vesayetin sona erdirilmesi de AB
sopasıyla mümkün olabildi. Yani AKP içerde iktidarını perçinlemek için AB’yi
sonuna kadar kullandı. Avrupa Komisyonu’nun yanı sıra Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi ve Avrupa Konseyi de Türkiye’nin Avrupa yolculuğunda benimsediği
diğer fren mekanizmaları. Bu mekanizmalar hukukun üstünlüğünü, kuvvetler
ayrılığını, basın ve ifade özgürlüğünü garanti ediyor. Ne var ki Erdoğan
2004’ten itibaren sivil ve askeri bürokrasiye karşı kalkan olarak kullandığı AB
sürecini şimdi kendi planları önünde engel olarak görüyor. Normal fren mekanizmalarından
sonuç alamayan AB ise otoriteryen gidişata karşı daha dramatik bir tepki
vermenin eşiğinde. Artık sorun olarak gördüğü Erdoğan’la yeni bir sayfa açamayacağının
farkında olan AB, Türkiye’yi geçici olarak kaybetmek ile hepten kaybetmek
seçenekleri arasında sıkışmış durumda. AB dışişleri bakanlarının dün Brüksel’de
başlayan iki günlük liderler zirvesi için hazırladığı bildiri taslağında
Türkiye için ciddi bir uyarı yer aldı:
“Hükümetin
Aralık 2013'teki yolsuzluk iddialarına verdiği yanıt yargının bağımsızlığı ve
tarafsızlığı konusunda ciddi endişeye yol açmıştır. Siyasi muhalefete,
protestolar ve eleştirel basına yönelik artan tahammülsüzlük üzüntüyle karşılanmıştır.
Katılım müzakerelerinde ilerleme sağlamak hukukun üstünlüğüne ve temel haklara
saygıya bağlıdır.” İş, halihazırda tıkanmış olan üyelik müzakerelerinin
dondurulması gibi kritik bir noktaya gelirse Türkiye işte o zaman kendi iç
gerilimleriyle baş başa kalacak. Yakıcı bir tecrit süreci, Türkiye’nin ne
reformlar ne de ekonomik serüveni için iyiye işaret sayılır.
ÇOK
GÜVENME KÖRFEZ'İN DAĞLARINA DA KAR YAĞAR…
Körfez’den
gelen yatırım ve sıcak paraya güvenerek Brüksel’le köprüleri atmayı göze alan
hükümet Türkiye’yi cazip kılan en önemli faktörlerden birinin AB ile müzakere
süreci ve bunun getirdiği güven ortamı olduğunu unutmuşa benziyor. Ancak AB ile
köprüleri atmak Mısır ile restleşmeye benzemez. AB, Kürt sorununa bakışın
değişmesinden, insan hakları ve özgürlükler skalasının yükselmesine, kuvvetler
arası ilişkilerdeki normalleşmeden gıda güvenliği gibi hayatı doğrudan
ilgilendiren standardizasyona kadar birçok alanda zorlayıcı güç işlevi gördü.
Bu yüzden AB’den kopuş sadece ekonomik kayıplar değil Türkiye’nin göze alamayacağı
çok köklü bir savrulma anlamına geliyor.
Ezcümle
Erdoğan kendi kaderini Türkiye’nin çöküşüne eşitleyen bir düzen kuruyor.
Tehlikeli olan bu! Türkiye’nin ekonomik, sosyal ve siyasal dinamikleri, son
derece kırılganlaşan etnik ve kültürel fay hatları, ülkenin bölgesel ve uluslararası
bağlamları sistemin bir ‘Erdoğan rejimi’ne dönüşmesini kaldırabilir mi? Bu
istikamet Türkiye’yi nereye götürür? Maalesef Ak Saray’da tecessüm eden tek
adamın ihtirası bu ülkeye sadece çatışma ve çöküş vaat ediyor.
Birileri
bunu Rönesans olarak görmeyi tercih etse de benim hissiyatım şu: Karanlık ve
uzun bir tüneldeyiz!
19.12.2014
(Radikal)
No comments:
Post a Comment