Felaket
bir film kurgusu gibi bize hep uzaktan belirir; uzakta patlar hep bomba,
dağılan evler, kaybolan çocuklar hep uzaktadır. İçimiz parçalanır, öfkeleniriz,
adalet duygumuz incinir ama felaket, karşı kıyıda batmakta olan bir geminin
görüntüsü gibidir, etkileniriz ama olan biten nihayetinde bir “seyir”
mesafesindedir. O yüzden “ateş düştüğü yeri yakar” diye bir söz vardır çünkü
ateşi görmekle ateşle yanmak arasındaki fark, esaslı bir farktır; bizim en
fazla duygusal olarak hırpalandığımız bir durum, başkalarının cehennemi
olabilir.
2011
Aralık’ında karşı kıyıda bize korkunç bir manzara olarak beliren ve aradaki
mesafeye rağmen algılamakta güçlük çektiğimiz bir “olay” olmuştu. Sınır
köylerinden birinde gündelik tayınlarının peşinde olan otuz dört insan, kaçak
geçtikleri ve her zaman geçişlerine göz yumulan sınırdan dönerken hava
saldırısına uğramış, hepsi ölmüştü. Otuz dört köylü dört savaş uçağıyla
gerçekleştirilen operasyonda öldürüldü, kimseyle savaşmayan otuz dört sivilin
savaş uçaklarıyla öldürülmesini aklımız almamıştı, kimsenin de almadı ve
Roboski (Uludere) köylülerinin ölümüyle sonuçlanan bu “olay” a “toplu katliam”
denildi ve vicdanı olanlar hep birlikte bağırdı “unutursak kalbimiz kurusun”
diye. Unutmadık ama o köyde, ölenlerin ardında kalanların nasıl yaşadıklarını,
ne yaptıklarını da pek fazla kurcalamadık, dumanı tüten acı ile aramızda bir
mesafe vardı ve bombalar bizim tepemize yağmamıştı ama ya yağsaydı?
Bir
kitap yazıldı, Roboski’de Yazdık başlığıyla; Hülya Tarman ölülerin arkalarında
bıraktıkları acılarla yaşamaya çalışan kadınları yalnız bırakmadı, onlarla
yaptığı atölye çalışmalarının hedefi, yaşadıklarını, hissettiklerini yazıya
dökmelerini sağlamaktı. Acının dilsizliğinin ağır bir şey olduğunu biliyordu,
konuşmanın, anlatmanın aynı zamanda travmatik bir olayı aşmanın önemli bir yolu
olduğunu da. Tarman onlara yönlendirici sorular sorarak, yazmaları için
yüreklendirerek “dilsizliklerini” aşmalarını sağladı ve bu kitap onların
seslerinden oluştu.
“Hayatınızı,
hayallerinizi paylaştığınız, güldüğü zaman her şeyi unuttuğunuz insan bir anda
yok oluyor. Ve elinizden hiçbir şey gelmiyor. Paramparça olmuş hayatın, bir
parçası o insan. O an aklına takılır, sonrasında hep aklında kalır. O an ne
düşündü? En çok neresi acıdı? Can çekişirken ne dedi? Onlar ölüme değil, ekmek
almaya gitmişlerdi.”
Süreyya Karacabey
Kitaptaki
sesler bir acıyı aralıyor, uzaktan bir haber olarak aldığımız olayların, içinde
yaşayanlara gerçekten ne yaptığını gösteriyor ve sadece Roboski katliamından
dolayı değil neredeyse doğduklarından beri içinde yaşadıkları olağanüstü
koşulların, onların elinden çocukluklarını, gençliklerini nasıl aldığını da
bize anlatıyor. Sesler hep kederli, zorla boşaltılan köylerin, acının bir hayat
formu olduğunu sanmalarına yol açan olayların kalıntılarıyla dolu, sesler hep
kederli.
Roboski’de
Yazdık yakın bir tarihin tanıklığını sunuyor bize, en önemlisi onların adına
kimse konuşmuyor, seslerini özgür bıraksınlar diye uğraşıyor kitap, bir acıya
uzaktan bakıldığı gibi, bir acıyı onların adına anlatmaktan vazgeçiyor usulca
ve sözü kederin içinden geçenlere, onların sahibine bırakıyor. Bu seslere
kulaklarımızı kapatmayalım, mutlulukla eşit olamadığımız bir yerde en azından
acı aracılığıyla bir ortaklık kuralım, sesler çoğalsın, sözler acımızı azaltsın
diye.
No comments:
Post a Comment