Saturday 27 December 2014

Roboski’de Yazdık


Felaket bir film kurgusu gibi bize hep uzaktan belirir; uzakta patlar hep bomba, dağılan evler, kaybolan çocuklar hep uzaktadır. İçimiz parçalanır, öfkeleniriz, adalet duygumuz incinir ama felaket, karşı kıyıda batmakta olan bir geminin görüntüsü gibidir, etkileniriz ama olan biten nihayetinde bir “seyir” mesafesindedir. O yüzden “ateş düştüğü yeri yakar” diye bir söz vardır çünkü ateşi görmekle ateşle yanmak arasındaki fark, esaslı bir farktır; bizim en fazla duygusal olarak hırpalandığımız bir durum, başkalarının cehennemi olabilir.

2011 Aralık’ında karşı kıyıda bize korkunç bir manzara olarak beliren ve aradaki mesafeye rağmen algılamakta güçlük çektiğimiz bir “olay” olmuştu. Sınır köylerinden birinde gündelik tayınlarının peşinde olan otuz dört insan, kaçak geçtikleri ve her zaman geçişlerine göz yumulan sınırdan dönerken hava saldırısına uğramış, hepsi ölmüştü. Otuz dört köylü dört savaş uçağıyla gerçekleştirilen operasyonda öldürüldü, kimseyle savaşmayan otuz dört sivilin savaş uçaklarıyla öldürülmesini aklımız almamıştı, kimsenin de almadı ve Roboski (Uludere) köylülerinin ölümüyle sonuçlanan bu “olay” a “toplu katliam” denildi ve vicdanı olanlar hep birlikte bağırdı “unutursak kalbimiz kurusun” diye. Unutmadık ama o köyde, ölenlerin ardında kalanların nasıl yaşadıklarını, ne yaptıklarını da pek fazla kurcalamadık, dumanı tüten acı ile aramızda bir mesafe vardı ve bombalar bizim tepemize yağmamıştı ama ya yağsaydı?

Bir kitap yazıldı, Roboski’de Yazdık başlığıyla; Hülya Tarman ölülerin arkalarında bıraktıkları acılarla yaşamaya çalışan kadınları yalnız bırakmadı, onlarla yaptığı atölye çalışmalarının hedefi, yaşadıklarını, hissettiklerini yazıya dökmelerini sağlamaktı. Acının dilsizliğinin ağır bir şey olduğunu biliyordu, konuşmanın, anlatmanın aynı zamanda travmatik bir olayı aşmanın önemli bir yolu olduğunu da. Tarman onlara yönlendirici sorular sorarak, yazmaları için yüreklendirerek “dilsizliklerini” aşmalarını sağladı ve bu kitap onların seslerinden oluştu.

“Hayatınızı, hayallerinizi paylaştığınız, güldüğü zaman her şeyi unuttuğunuz insan bir anda yok oluyor. Ve elinizden hiçbir şey gelmiyor. Paramparça olmuş hayatın, bir parçası o insan. O an aklına takılır, sonrasında hep aklında kalır. O an ne düşündü? En çok neresi acıdı? Can çekişirken ne dedi? Onlar ölüme değil, ekmek almaya gitmişlerdi.”

                                        Süreyya Karacabey


Kitaptaki sesler bir acıyı aralıyor, uzaktan bir haber olarak aldığımız olayların, içinde yaşayanlara gerçekten ne yaptığını gösteriyor ve sadece Roboski katliamından dolayı değil neredeyse doğduklarından beri içinde yaşadıkları olağanüstü koşulların, onların elinden çocukluklarını, gençliklerini nasıl aldığını da bize anlatıyor. Sesler hep kederli, zorla boşaltılan köylerin, acının bir hayat formu olduğunu sanmalarına yol açan olayların kalıntılarıyla dolu, sesler hep kederli.

Roboski’de Yazdık yakın bir tarihin tanıklığını sunuyor bize, en önemlisi onların adına kimse konuşmuyor, seslerini özgür bıraksınlar diye uğraşıyor kitap, bir acıya uzaktan bakıldığı gibi, bir acıyı onların adına anlatmaktan vazgeçiyor usulca ve sözü kederin içinden geçenlere, onların sahibine bırakıyor. Bu seslere kulaklarımızı kapatmayalım, mutlulukla eşit olamadığımız bir yerde en azından acı aracılığıyla bir ortaklık kuralım, sesler çoğalsın, sözler acımızı azaltsın diye.

No comments:

Post a Comment