Kış, Ada’nın bir tarafında yerleşebilmek için rüzgârlarını poyraz, yıldız poyraz, maestro, dramudana, gündoğusu, batı karayel, karayel halinde seferber ettiği zaman; öteki yakada yaz, daha pılısını pırtısını toplamamış, bir kenara oldukça mahzun bir göçmen gibi oturmuştur. Gitmekle gitmemek arasında sallanır bir halde, elinde bir pasaport, çıkınında üç beş altın, bekleyen bu güzel yüzlü göçmen tazeyi benden başka bu Ada’da seven hemen hiç kimse yoktur, diyebilirim. –Övünmek için değil!–
Yazın
daha parça parça, lime lime, bohça bohça eşyalarıyla gitmek için fazla telaş
etmediği Ada’nın bu yakasında, hiçbir ev yoktur. Yalnız bir tek kır kahvesi
vardır.
Kahvecinin
kendisi sevimsiz bir adamdır. Kahveciden çok, ters bir devlet memuru hüviyeti
taşır. Hastalıklı olmasa, doktorlar fazla yorulmamasını salık vermemiş olsalar,
dünyada kahveci olmazdı. Tersine, ben bütün ömrümce iyi bir kahve bulamadığım
için kahveci olamamışımdır. Bir kır kahvesi, bir köyün kahvesinin üç beş
gediklisi... Bundan güzel bir ömür mü olur, elli altmış senelik yaşama bundan
güzel başlar ve biter mi?
Ağaçtan
ağaca serilmiş beyaz çamaşırlar bu kadar durgun, güneşsiz, ıslak bir şekilde ılık
havada hiç kurumayacaklar. Bu kedi, tahta masanın üstüne çıkmış, köpeğime
durmadan homurdanacak mı? Sandalyenin üstündeki vişneçürüğü rengindeki delik
çoraplar... Asmanın yaprakları daha yemyeşil. Bizim bahçedeki kurudu bile.
Deniz,
Bozburun’a doğru başını almış gidiyor. Uzaklarda görünen, İstanbul’un neresi
kim bilir? Sesler neden gelmiyor?
Bir
başka uçağın sesi gelmeye başladı. Bizim Ada, uçakların, üstünden geçtikleri
bir yol güzergâhı olmalı ki, hep ya üstümden ya da solumdan geçip gidiyorlar.
Kedi sustu. Köpeğim gözünü kapadı. Karga sesleri geliyor şimdi de.
...
Vaktiyle, bu adaya bu zamanda kuşlar uğrarlardı. Cıvıl cıvıl öterlerdi. Küme
küme, bir ağaçtan ötekine konarlardı.İki senedir gelmiyorlar. Sonbahara doğru,
birtakım insanların çolukçocuk, ellerinde bir kafes adanın tek tepesine doğru
gittiklerini görürdüm. İçim cız ederdi. Büyüklerin ellerinde, birbirine
yapışmış pislik renginde acayip çomaklar vardı.
Bunlarla
bir yeşil meydanın kenarına varır, bunları bir ağacın altına çığırtkan
kafesiyle bırakırlar, ağacın her dalına ökseleri bağlarlardı. Hür kuşlar,
kafesteki çığırtkan kuşların feryadına, dostluk, arkadaşlık, yalnızlık sesine
doğru bir küme halinde gelirlerdi. Çayırlıkta bir başka ağacın gölgesinde
birikmiş çolukluçocuklu kocaman herifler, bir müddet bekleşirler. Sonra
kuşların üşüştüğü ağaca doğru yavaş yavaş yürürlerdi. Ökselerden kurtulmuş
dörtbeş kuş bir başka ökseye doğru uçup giderken, birer damlacık etleriyle
birer tabiat harikası olan kuşları toplarlar, hemen dişleriyle oracıktı boğarlardı.
Ve hemen canlı canlı yolarlardı.
Hele
bir tanesi vardı, bir tanesi. Çocukları bu işe seferber eden de oydu. Ökseleri
cumartesi gecesinden hazırlayan da. Konstantin isminde bir herifti. Galata'ta
bir yazıhanesi vardı.Zahire tüccarıydı. Kalın, tüylü bilekleri, geniş göğsü,
delikleri kapanıp açılan üstü kara kara benekli bir burnu, deriyi yırtmış da
fırlamış gibi saçları, kısa kısa bir yürümesi, kalın kalın bir gülmesi...
O
esmerle sarışın arası iskete kuşlarının bir damlacık etlerinden yapacağı pilavın
hazzıyla, pırıl pırıl yanan krom dişleriyle nasıl nasıl kopartırdı kuşların
ümüğünü bir görseniz.
...
Konstantin Efendi, o kuşların çok uzaktan geçtiklerini görebilirdi. Gözlerini
kısardı. Esmer lekelerin adalar istikametinde gittiklerini görür, etrafına
bakar, bir tanıdık görecek olsa gözünü kırpar, gökyüzüne bir işaret çakar:
"Bizim pilavlıklar geldi" derdi. Kuşlar pek yakından geçmişse,
seslerini taklit ederek, kalın dudaklarıyla dişlerinin arasından seslenirdi.
Kuşların çoğunlukla aldandıklarına, bu sesi duyarak dost sesi sanıp vapur
etrafında bir dönüp uzaklaştıklarına şahit olmuşumdur.
Havalar
sertleşir, poyrazlar, lodoslar birbirini kovalar, günün birinde, teşrin'lerin
sonlarına doğru ılık, hiç rüzgarsız, parça parça oynamayan bulutlu, tatlı, sümbüli
günlerde, o, en çığırtkan kafes kuşunu nereden bulur bulur, mahalle çocuklarını
çağırtır, isketeleri, floryaları, aralarına karışmış serçeleri gökyüzünden
birer birer toplardı.
Seneler
var ki kuşlar gelmiyor. ... Kuşlardan sonra şimdi de milletin yeşilliğine
musallat olanlar. Geçen gün, yol kenarlarındaki yeşilliklere basmaya
kıyamayarak, yola çıkmıştım. Konstantin Efendi'nin günlerinden bir gündü. Ama
gökte hiç kuş gözükmüyordu.
Kuşlar
şimdi yoktu havada ama yeşillikler vardı ya. Baktım. Bu yeşilliklerin bazı
yerleri sökülmüş. Biraz ileride dört çocuğa rastladım. Yürüyorlar.
Yeşilliklerin en güzel yerlerinde duruyor, bir kaldırım taşı kadar büyük bir
parçayı alıp söküyorlar, bir çuvala dolduruyorlardı.
"Ne
yapıyorsunuz?" dedim.
"Sana
ne?" dediler.
Fukara,
üstleri yırtık pırtık yavrulardı.
"Canım
neden söküyorsunuz?" dedim.
-
Mühendis Ahmet Bey söktürüyor.
-
Ne yapacak bunları?
-
Yukarıda deri tüccarı Hollandalı var ya hani, onun bahçesini düzeltiyorlar da.
-
İngiliz çimi alsın, eksin, madem ki herif zengin.
-
İngiliz çimiyle bu bir mi?
-
Bu daha mı iyi?
-
İyi de laf mı? Bunun üstüne çimen olur mu? Hollandalı öyle demiş.
Karakola
koştum. Polislere haber verdim. Güya men ettiler. Gizli gizli, yine çimenler yer
yer söküldü. Mühendis Ahmet Bey'e, ceza bile kesilmedi. Belediye
talimatnamesinde, yol kenarlarındaki çimenleri sökmek cezayı mucip olmuyormuş.
Kuşları
boğdular, çimenleri kestiler, yollar çamur içinde kaldı.
“...Dünya
değişiyor dostlarım. Günün birinde gökyüzünde, güz mevsiminde artık esmer
lekeler göremeyeceksiniz. Günün birinde yol kenarlarında, toprak anamızın koyu
yeşil saçlarını da göremeyeceksiniz. Bizim için değil ama, çocuklar, sizin için
kötü olacak. Biz kuşları ve yeşillikleri çok gördük. Sizin için kötü olacak.
Benden hikâyesi.”
Son
Kuşlar'dan Bir Bölüm | Sait Faik Abasıyanık
No comments:
Post a Comment