Saturday, 20 December 2014

Bir Varoluş Estetiği Olarak Etik | Michel Foucault

 «Cinselliğin Tarihi adlı eserinizin birinci cildi 1976’da yayınlandı. Ne olduğumuzun anlaşılmasın­da cinselliğin aklının hâlâ temel bir gereklilik oldu­ğunu düşünüyor musunuz?»
— Ben’e özgü tekniklere ilişkin sorunlarla, cin­sellikle olduğundan çok daha fazla ilgili olduğumu söylemeliyim... Cinsellik sıkıcı bir şey.
«Eski Yunanlılar da onunla pek ilgilenmemiş­ler sanki.»
— Doğru. Bu onlar için büyük bir soru değildi, örneğin, beslenmenin ve gıda rejiminin yeri konu­sunda söyledikleriyle kıyaslayın. Yiyeceklerin herşeyden önemli olduğu bir dönemden —ki eski Yu­nanlılarda hep varolmuş bir kaygıdır— cinsellikle ilgilenmeye yönelinen döneme giden çok yavaş bir süreci gözlemlemeyi alabildiğine ilginç buluyorum. Hıristiyanlığın ilk zamanlarında da yiyecek cinsel­likten çok daha önemliydi, örneğin keşişlerin tören­lerinde, sorun yiyecekti, başlıca yiyecek. Sonra Or­ta Çağ boyunca yavaş bir kayma görülüyor. Daha sonra, 17. yüzyılın ardından, cinsellik geliyor.
«.Cinselliğin Tarihi’nin ikinci cildi, ‘Zevklerin Kullanımı’ hemen yalnızca cinsellikten sözediyor.»
— Bu ikinci ciltte, Î.Ö. 4. yüzyılda, Roma İm­paratorluğu’nun başlarındaki ahlâkçıların ve he­kimlerin öngördükleri kısıtlama ve yasaklama ya­sallarının hemen hemen aynına rastlandığını gös­termek istedim. Ama Romalıların bu yasakları ben’e göre kaynaştırma biçimlerinin tümüyle farklı oldu­ğunu düşünüyorum. Sanıyorum bunun başlıca ne­deni, böylesi bir etiğin temel amacının estetik olu­şudur. Herşeyden Önce, böylesi bir etik, yalnızca bir kişisel seçiş sorunuydu. İkincisi, halkın küçük bir kısmı için düşünülmüştü; herkes için geçerli bir davranış modeli düzenlemek sözkonusu değildi. Ni­hayet, bu seçiş güzel bir hayatı yaşamak ve başka­larında onurlu bir hayatın anısını bırakmak iste­minden kaynaklanıyordu. Böyle bir etiğin halkı normalleştirmek için bir girişim olduğunun söyle­nebileceğini sanmıyorum.
Seneka’jı, Plutarkus’u. ve tüm o yazarları okur­ken, bana öyle geldi ki, ben’e ilişkin, ben’in etiğine, ben’in teknolojisine ilişkin bir dolu sorun yaşan­maktaydı ve buradan, ben’in eski payen tekno­lojisinin şu ya da bu görünümü üzerinde ayrı ça­lışmaların birleşiminden oluşan bir kitap yazma fikri geldi bana.
«Adı ne oluyor?»
— «Ben Deneyimi». Cinsellikle ilgili seriden ayrı olacak bu çalışma, ben üzerinde, okumanın ve yazının onun oluşumundaki rolü üzerinde, ben’in sağlık deneyimi sorunu üzerinde değişik yazılardan oluşuyor.
Asıl dikkatimi çeken o ki, Yunan etiğinde, in­sanlar ahlâki davranışlarına, etiklerine, kendi ken­dilerine ve başkalarına karşı olan davranışlarına özen göstermeyi, dinî sorunlardan daha çok önem­siyorlardı. öldükten sonra ne olacağız? Tanrılar nedir? İşlerimize müdahale ediyorlar mı, etmiyor­lar mı? Bu sorular pek az önemliydi, zira etiğe doğ­rudan bağlı değillerdi. Etikse, bir meşru sisteme bağlantılı değildi, örneğin, kötü cinsel davranış­lara karşı konmuş yasalar ne çok sayıdaydı ne de fazla zorlayıcıydı. Yunanlıları ilgilendiren, onların asıl teması, varlık estetiği olacak bir etiğin meyda­na getirilmesiydi.
İşte ben de, acaba diyorum, bugün çoğumuz etiğin din üzerine kurulu olduğuna inanmadığımıza ve de ahlâki ve kişisel özel hayatımıza müdaha­le edecek bir meşru sistemi istemediğimize göre, acaba bugünkü sorunumuz bir bakıma eş bir so­run değil mi? Yakın zamanların özgürlük hareket­leri, üzerinde yeni bir etiğin kuruluşunu temellen­direbilecekleri bir ilke bulmayı başaramamanın sı­kıntısı içindeler. Bir etiğe ihtiyaçları var ama ben’ in, arzunun, bilinçaltının vs., ne olduğunun sözüm ona bilimsel bilgisi üzerine dayalı bir etikten baş­kasını bulamıyorlar. Sorunların bu benzerliği çok etkiliyor beni.
«Yunanlıların çekici ve kabul edilebilir bir se­çenek sundukları düşüncesinde misiniz?»
— Hayır! Yer değiştirici bir çözüm aramıyo­rum; bir sorunun çözümü başka zamanlarda, baş­ka insanlar tarafından önerilmiş olanlar içinde bu­lunmaz. Bakın, benim yapmak istediğim, çözümle­rin tarihi değil ve işte bu nedenle «seçenek» sözcü­ğünü. kabul etmiyorum; sorunların, sorunsalların jenealojisini yapmak isterdim. Düşündüğüm, herşeyin kötü olduğunu söylemek değil ama her yer­de kötülük tehlikesi olduğunu söylemek; bu ikisi de aynı şeyler değil. Eğer herşey tehlikeliyse, o hal­de herzaman yapmamız gereken bir şeyler vardır. Böylece benim tavrım rehavete değil, kötümserliği dışlamayan bir eylemliliğe götürüyor.
Bana göre her gün yapmamız gereken etiko- politik seçiş, temel tehlikenin hangisi olduğunu be­lirlemektir.
«Eski Yunanlıların hayatı belki dört başı ba­yındır değildi; yine de Hıristiyanlığın ezeli özçözümlemeciliğine karşı cazip bir seçenek sunuyor gibi.»
— Yunan etiği, tümüyle erkekgil, köleliğe yer veren bir topluma bağlıydı, o toplum içinde kadın­lar görece aşağı yaratıklardı, cinsel hayatları da, evlendikleri zaman, eş olma konumlarına doğru yönlendirilmek durumundaydı.
«Demek ki kadınlar egemenlik altındaydılar ama eşcinsel aşk hiç kuşkusuz şimdi olduğundan daha iyi yaşanmaktaydı.»
— Böyle sanılabilir. Yunan kültüründe genç oğlanlarla aşk üzerine yoğun ve önemli bir edebi­yatın varlığı dolayısıyla, tarihçiler burada çok do­ğal olarak Yunanlıların bu tür aşkı sürekli yaşa­dıklarının kanıtını görürler. Ama bu aynı zaman­da o tür sevginin bazı sorunlar yarattığını da ka­nıtlar. Gerçekten de, eğer sorunlar çıkmamış olsay­dı, Yunanlılar bu tür sevgiden de, karşı cinse du­yulan sevgiyi betimlerken kullandıkları sözcüklerle sözederlerdi. Sorun oydu ki, ilerde özgür bir vatan­daş olacak genç bir oğlanın bir başkasının zevki için ezilip, bir eşya gibi kullanılabilmesini kabul edeme­mekteydiler. Bir kadın, bir köle edilgin olabilirlerdi; bu onların doğalarından ve toplumsal konum­larından gelen bir şeydi. Oğlan sevgisi üzerine bü­tün o felsefi düşünceler Yunanlıların bu gerçek pratiği toplumsal benlerinin çerçevesi içine yerleştiremediklerini yeterince göstermektedir. Hatta genç bir oğlanla bir adam arasındaki zevkin kar­şılıklı olabileceğini bile düşleyemiyorlardı. örneğin Plutarkus, efeblere düşkünlükte birtakım sorunlar buluyorduysa, bu o sevginin doğaya karşı olacağı anlamına değildir. Söylediği şu: «Bir oğlanla bir yetişkin adam arasındaki fiziki ilişkide karşılıklılı­ğın olması mümkün değildir.»
«Yunan kültürünün Aristoteles’in işaret ettiği ama sizin hiç sözünü etmediğiniz ve oldukça önem­li görünen bir yönü var: dostluk. Klasik edebiyatta, dostluk karşılıklı tanışmanın ortamıdır. Gelenek­sel olarak en yüce erdem düzeyinde görülmez ama, Aristoteles’i de Çiçeron’u da okuduğumuzda, onun gerçekte en yüce erdem olduğu izlenimini ediniriz; zira çıkar gözetmez ve süreklidir, kolayca satın alın­maz, bu dünyanın yararını ve zevkini yadsımaz ve yine de başka bir şeyler arar.»
—«Zevklerin kullanımı» cinsel etikten sözediyor; sevgi, dostluk ya da karşılıklılık üzerine bir kitap değil. Ve şurası ilgi çekici, Platon genç oğlan­lara duyulan sevgiyi dostlukla kaynaştırmaya ça­lıştığında, cinsel ilişkileri bir yana bırakmak duru­munda kalmıştır. Dostluk karşılıklıdır, cinsel ilişkilerse değil; cinsel ilişkilerde insan etken veya edil­gendir, içine girer ya da içine girilir. Dostlukla ilgili söylediklerinize tümüyle katılıyorum, ama sanıyo­rum bu Yunan cinsel etiği üzerine söylenmiş olan­ları doğruluyor; dostluk olan yerde, cinsel ilişkile­rin olması güçtür.
Yunanlıların bu tür sevgiyi doğrulamak için bir felsefi düzenlemeye ihtiyaç duymuş olmalarının nedenlerinden biri de, fiziki karşılıklılığı kabul ede­meyişleriydi. «Şölen»de, Ksenofon, bize Sokrates’i, yetişkin bir adamla genç bir oğlan arasındaki iliş­kide, oğlanın doğallıkla adamın zevkinin seyircisin­den başkaca bir şey olamayacağını söylerken be­timler. Üstüne üstlük, oğlan için, yetişkin adamla ilişkide nasıl olursa olsun herhangi bir tür zevk duymak onursuzlaştırıcıdır.
Sormak istediğim şu: Eylemlerin ve verdikleri zevkin, karşıdakinin de zevkini dikkate alabilecek bir etiğine malik olma yeteneğinde miyiz? ötekinin zevki, yasaya veya evliliğe ya da ne bileyim her­hangi bir zorunluluğa başvurmaksızın, bizim kendi zevkimizle bütünleştirilebilecek bir şey midir?
«Şu halde karşılıklı olmama durumunun Yunanlılar için bir sorun olduğu anlaşılıyor, ama san­ki bu sorun çözülebilirdi gibi geliyor insana. Cinsel zevk nMen erkeğe özgüydü? Neden kadınların ve efeblerin zevk duymaları, sistemde büyük bir tepe­taklak oluş getirmeksizin dikkate alınamıyordu? Bu, olayın basit ve küçük bir sorun olmadığı ve eğer ötekinin zevki de dahil edilmeye çalışılırsa tüm hiyerarşik ve etik sistemin yıkılacağı anlamına ge­liyor.»
— Doğru. Yunan zevk etiği erkekgil bir top­luma, simetrik olmayışa, karşıdakinin dışlanması­na, içine girme saplantısına ve bir tür kendi öz enerjisi vs.’den yoksun kalma tehdidine bağlıdır.
«Peki, Yunanlılar için cinsel ilişkilerin aynı zamanda bir karşılıklı olmama durumu ve bir kay­gı nedeni olduğunu kabul edelim. Ancak en azın­dan zevkin kendisi, onlar için bir sorun yaratmıyor­du.»
— «Zevklerin kullanımın da, örneğin zevkle sağlık arasında gelişen bir gerilim olduğunu gös­termeye çalıştım. Hekimlere ve gıda rejimleri ko­nusuna gösterdikleri ilgiye bakılırsa, başlıca tema­ların birçok yüzyıl boyunca birbirlerine çok benzer kaldıkları görülür. Ama cinselliğin birtakım tehli­keleri olduğu fikri Î.S. 2. yüzyılda, Î.Ö. 4 ya da 5. yüzyılda olduğundan çok daha güçlüdür. Sanırım, Hipokrates’te, Î.Ö. 5. yüzyılda, cinsel eylemin tehli­keli sayıldığı ve dolayısıyla aşk yaparken, zamana, mevsime, koşullara vs. dikkat edilmesi gerektiğine işaret edildiği gösterilebilir. Ama Î.S. 1 ve 2. yüz­yıllarda, hekimlerin cinsel eylemi pathos’a çok da­ha yakın bir şey olarak kabul ettikleri anlaşılıyor. Ve sanıyorum, bu konuda başlıca yön değişikliği,. Î.Ö. 4. yüzyılda cinsel eylem bir etkinlikken, Hıristiyanlar için onun bir edilginlik ve ilk günahın ce­zası olmasından kaynaklanmaktadır.
«Şu halde Yunanlılar zevkten çok sağlıkla mı ilgiliydiler?»
— Evet. Elimizde, sağlıklı bir ömür sürebilmek için Yunanlıların neler yemesi gerektiğini anlatan sürüyle sayfalar var. Birisiyle cinsel ilişkiye giril­diğinde ne yapmak gerektiği hakkında, berikilere kıyasla daha az yazmışlar. Yiyeceklerle ilgili ola­rak besin maddelerinin iklim, mevsimler, nem ya da kuraklık vs.’yle arasındaki ilişkilerle uğraşmış­lardır.
«Demek ki, Alman helenistler ne düşünmüş olurlarsa olsunlar, Yunan klasik çağı bir altın çağ değil. Yine de bundan mutlaka bir şeyler öğrenebi­liriz..»
— Bizler için bizim olmayan bir dönemde ör­nek bir değer olabileceği düşüncesinde değilim. Ge­riye dönülemez. Ama hiç kuşkusuz zevkle arzu ara­sında çok sıkı bir bağ kuran bir etik deneyinin ör­neğine sahibiz. Bunu, herkesin —filozof ve psika­nalist— önemli olanın herşeyden önce ve başlıca arzu olduğunu anlattığı bizim güncel deneyimimiz­le karşılaştırırsak, bu kopuşun insan doğasıyla hiç­bir ilgisi olmayan bir tarihi olay olup olmadığını insan kendi kendisine sormak zorunda kalır.
«Ama siz bu noktayı, «Cinselliğin Tarihi»nde bizim cinsellik bilgimizle doğunun ars erotica’sını karşı karşıya koyarak zaten belirttiniz.»
— Bu kitapta üzerinde aldandığım pek çok noktadan biri de bu ars erotica dolayısıyla söyledik­lerim. Ne Yunanlılar, ne Romalılar, Çin Ars erotica’ sıyla kıyaslanabilecek bir ars erotica’ya, sahiptiler. Onların, zevkin kullanımının içinde oldukça önem­li bir rol oynadığı bir tekhne tu biu’lan vardı. Bu «yaşama sanatı» içinde, insanın kendi kendini tam olarak kontrol etmesini öğrenmesine ilişkin ilke kı­sa zamanda temel sorun haline geldi. Ve ben’e iliş­kin Hıristiyan hermeneutik’i bu tekhne'nin yeni bir düzenlenişi oldu.
«Karşılıklı olmama ve saplantı konusunda bize söylediklerinizden sonra, bu üçüncü imkândan ne gibi dersler çıkarılabilir?»
— Sokrates’i, Seneka’jı ya da Plinus’u okudu­ğunuzda, örneğin, Yunan ve Romalıların gelecek hayat hakkında ölümden sonra olup bitenler ya da Tann’nın varlığı hakkında birtakım sorular sorma­dıklarını açıkça görürsünüz. Bunlar gerçekten de büyük bir sorun değildi onlar için. Onların sorunu şuydu: hangi tekhne’ji (sanatı) kullanmalıyım ki mecbur olduğum gibi iyi bir şekilde yaşayabileyim? Ve sanıyorum ki, bu antik kültürün başlıca evrim­lerinden biri, bu tekhne tu biu’nun, bu yaşama sanatı’nın giderek bir ben tekhne’si haline gelmesiy­le ortaya çıktı. I.ö. 5 ya da 6. yüzyılda yaşamış bir Yunan yurttaşı bu tekhne nin sitesini ve hemşehri­lerini esirgemek anlamına geldiğini hissetse gerek­tir. Ama Seneka için, örneğin, sorun kendi kendi­siyle ilgilenmekti.
Platon’un «Alkibiades»iyle olay iyice açıktır: insan kendisiyle ilgilenmelidir çünkü siteyi yönet­meye koşuludur. Ama gerçek anlamıyla ben kaygusu epikürosçularla başlar ve Seneka’yla, Plinus’la genelleşir: herkes kendisiyle ilgilenmelidir. Yunan ve grekoromen etiği bir kişisel seçiş sorunu üze­rinde, bir varoluş estetiği üzerinde toplanmıştır.
Bios’u estetik bir sanat eserinin maddesi ola­rak algılama fikri bana çok ilginç geliyor. Aynı şe­kilde, etiğin, kendi başına yargısal’la, otoriter bir sistemle, disiplinci bir yapıyla hiçbir ilişkisi olmak­sızın, varoluşun güçlü bir yapısı olabilmesi düşün­cesi de beni heyecanlandırıyor.
«O zaman Yunanlılar sapmayı nasıl karşılıyorlardı?»
— Onlar için, cinsel etikteki büyük farklılık kadınları veya oğlanları tercih eden ya da şu veya bu biçimde aşk yapan insanlar arasında değildi. Bu etik bir nicelik, etkinlik ve edilginlik sorunuydu: arzularının kölesi misin yoksa efendisi mi?
«Ya eğer bir kişi, sağlığını bozacak kadar çok sık aşk yaparsaydı?»
— Bu hubris’dir, aşırılık yani. Sorun bir sap­ma olayı değil, aşırılık veya ılımlılık konusudur.
«Yunanlılar böyle insanları ne yaparlardı?»
— Bu tür kişiler, kötü şöhretli insanlar olarak görülürdü.
«İyileştirmek, doğru yola sokmak için bir çaba sarf edilmez miydi?»
— Kendi kendine egemen olmayı sağlamak üzere birtakım yöntemler vardı. Epiktetos’a. göre, herhangi bir arzu duymadan güzel bir kıza veya güzel bir oğlana bakılabilmeliydi. Bunun için, in­sanın tümüyle kendi kendine egemen olması gere­kiyordu.
Yunan toplumunda, cinsel sıkılık bir düşünce akımıydı, hayatlarına daha çok güzellik ve yoğun­luk vermek isteyen aydın insanlardan kaynaklanan bir felsefi hareketti. Bir anlamda, daha iyi bir ha­yata ulaşmak için, insanların toplumlarının ve ço­cukluklarının tüm cinsel baskılarından kurtulma­ya çalıştıkları 20. yüzyılda da aynı şey oluyor. Yu­nanistan’da, Gide, tutucu bir filozof olurdu.
«Güzel bir hayat uğruna Yunanlılar tutucuy­du, bizlerse bugün kişiliğimizi tamamlamayı ‘psiko­loji biliminden bekliyoruz.»
— Tamamen öyle. İnsanlığın kültürel buluş­ları arasında, tam tamına canlandırılmayacak, ama en azından, şimdi olup bitenleri çözümlemek —ve değiştirmek— için araç olarak yararlı olabile­cek bir çeşit bakış açısı oluşturan —veya oluştur­maya yarayan— bir dolu imkânlar, teknikler, fi­kirler, yöntemler vs. hâzinesi var. Yaşadığımız dün­yayla Yunanlıların dünyası arasında seçim yapacak halde değiliz. Ama madem ki etiğimizin bazı temel ilkelerinin belli bir dönemde bir varoluş estetiğine bağlı olduğunu görmekteyiz, böylesi bir tarihsel çözümlemenin yararlı olacağını düşünürüm. Yüzyıllar boyunca, bir yandan etiğimizin kişisel etiğimiz­le, günlük yaşamımızın ve bir yandan büyük poli­tik, toplumsal ve ekonomik kurumlar arasında çö­zümlenebilir ilişkiler olduğuna inanmıştık. San­mıştık ki, cinsel veya ailevi hayatımızda, örneğin, ekonomimizi, demokrasimizi vs. sarsmaksızm hiç­bir şeyi değiştiremeyiz. Kanımca etikle toplumsal, ekonomik ya da politik yapılanmalar arasında ana­litik veya zorunlu bir bağ olduğu düşüncesinden kurtulmamız gerekiyor: tabii bu demek değildir ki onunla berikiler arasında ilişki yok. Ama bunlar değişebilir ilişkilerdir.
«Şimdi etik ve öteki yapılanmalar arasında yal­nızca bir tarihsel toplulaşma olduğunu, yoksa zo­runlu bir ilişki bulunmadığım bildiğimize göre na­sıl bir etik kurabiliriz?»
— Benim dikkatimi çeken, toplumumuzda sa­natın, kişileri ve hayatı değil de, yalnızca nesneleri kapsayan bir şey oluşu. Tamam sanat, tek uzman­ları sanatçılar olan bir özel şeydir diyelim. Ama ni­ye her birimiz kendi hayatından bir sanat eseri çı­karmasın ortaya? Neden şu lamba, bu ev bir sanat nesnesi olsun da, benim hayatım olmasın?
«Ama eğer insan bilgiye ya da evrensel kural­lara başvurma gereği duymaksızın kendi kendini yaratmak zorundaysa, sizin görüşünüzün Sartre’ın varoluşçuluğundan farkı nerede?»
— Bana öyle geliyor ki teorik açıdan, Sartre gerçek-olma ahlâki kavramı boyunca, nasılsak öyle olmamız gerektiği düşüncesine geliyor —yani ger­çekten kendi gerçek benimiz olmak. Şimdi Sartre’ ın söylediğinden çıkarılabilecek pratik sonuç, ter­sine, onun teorik düşüncesini yaratıcılığın pratiği­ne bağlamak olurdu— yoksa gerçek-olma durumu­na değil. Ben’in bize verilmediği düşüncesinden yal­nızca bir tek pratik sonuç çıkarılabilir sanıyorum; kendi kendimizi oluşturmalıyız, tıpkı bir sanat ese­ri gibi imal etmeli, düzenlemeliyiz. Baudelaire ya da Flaubert çözümlemelerinde, Sartre’ın yaratma çabasını kâh gerçek-olma durumu, kâh gerçek-olmama durumu şeklini alan bir tür kendiyle ilişki­ye —yazarın kendisiyle— bağladığını gözlemek il­ginçtir. Acaba diyorum bunun tam tersi söylene­mez mi; bir kimsenin yaratıcı etkinliğini kendisiy­le olan ilişkisinin türüne bağlayacak yerde, kendi­siyle olan ilişki türünü etik etkinliğin göbeğinde yeralacak bir yaratıcı etkinliğe bağlamak gerekirdi.


Bir Varoluş Estetiği Olarak Etik  | Michel Foucault

No comments:

Post a Comment