Tuesday, 16 December 2014

Orhan Pamuk’u neden dinleyemedik? Nilüfer Kuyaş

16 Aralık 2014



Ne yazık ki Fuat Avni,  çok daha önemli gelişmelerle meşgul olduğu için, Orhan Pamuk’un Boğaziçi Üniversitesi’nde davetli olduğu, Nazım Hikmet Araştırma Merkezi’nin açılış konuşmasını yapmaya gelmeyeceğini  haber veremedi.

 

Ben tabii Twitter izlemediğim için, haber verseydi de duymayacaktım.

 

Ama Güney Kampüs’e ayak bastığım anda bir şeylerin yolunda olmadığını hemen hissettim. 12 Eylül gibi korkunç bir dönemde master yaparken dört yıl geçirdiğim o kampüste koku alma yeteneğim bir kedininki kadar gelişmiş. Pankart hazırlayan çocuklara en iyi kahve hangi kantinde diye sordum, Orta Kantin’i işaret ettiler. Benim için anılarla dolu bir mekan.

 

Yeri ve şekli değişmemiş, ama dekor ve atmosfer tamamen farklı. Eskiden sigara dumanı dolu bu kirli, karanlık bodrumda saatlerce devrim ve kurtuluş nutukları dinlerdim. Şimdi, sohbet ve ders çalışma mırıltılarının usulca yankılandığı, ahşap sıra ve masalarıyla, aydınlık, dingin  bir kafe görünümünde; masalarda  kediler uyukluyor.

 

Az karamel konmuş leziz latte kahvemle oturduğum masaya iri bir sarman kedi yatmıştı ve hemen yanında, az önce pankartı hazırlanan bildiri duruyordu.

 

“Komünist Gençlik” diye bir grup,  Suriye meselesinde emperyalizmin yanında yer aldığı iddiasıyla, Orhan Pamuk ne yüzle Nazım Hikmet hakkında konuşur, bu bir müsameredir  gibi şeyler yazıyordu. Hah, dedim kendime, galiba eğlence olacak. Daha yazarın gelmediğini bilmiyorum, kendi havamda senaryo yazıyorum.

 

Genç bir kız kendine yer açmak için sarman kediyi kulağından çekerek masadan indirdi, ben de lattemi bitirip Albert Long Hall’a doğru yürüdüm. Öğrenciliğim sırasında hararetli “demokratik üniversite”  forumları yapılırdı o tarihi salonda.

 

Girişte bir genç adam elime bir bildiri daha tutuşturdu. Bu da Fikir Kulüpleri Federasyonu’ymuş. Sonra okurum diye cebime koydum. Hemen okusaydım daha çabuk bilgilenecektim, ama olaylara Fransız kalmanın sınırlarında dolaşıyordum hala.

 

(1978-81 yıllarında kampüse yüksek topuklu ayakkabılar, geniş kenarlı şapkalar ve şık paltolarla gittiğim için bana Fransız Komünist Partisi lakabı takıldığını çok sonradan öğrenmiştim.)

 

Salon doluydu. Rastladığım tanıdıklar, Orhan Pamuk gelmiyormuş dediler. Toplantı başladı. Ama hiç kimse Orhan Pamuk’un niçin gelmediğine dair açıklama yapmadı. Midesi mi bozuktu? Grip mi olmuştu? Bildirilere mi gücenmişti? Öğrenemedik. Üniversitenin Rektörü kısa bir açılış konuşması yaptı, sonra Can Dündar’ın hazırladığı, Nazım’ın son yıllarından, Rusya’daki sürgün hayatından siyah beyaz, sessiz film parçalarıyla yapılmış kolajı izledik; ardından da Orhan Pamuk bize önceden kaydedilmiş videosuyla  seslendi. New York’tan seslense anlayacağım, ama İstanbul’da olduğunu biliyoruz, organizasyondan gene açıklama yok. Pamuk’un kendisi de, kusura bakmayın, şu nedenle son dakikada aranızda olamadım gibi bir şey söylememiş videoda.

 

Bildirisi, bu tip toplantılar için klasik sayılabilecek, iyi bir konuşma. Bir ara, önemli bir noktaya parmak basıyor. Türkiye’de bizlerin biyografiye, yani bütün gerçeklerin anlatıldığı hayat öyküsüne pek meraklı olmadığımızı, ama tersine “hagiyografi” denilen şeyi, yani süslemelerle dolu menkıbe yazmayı çok sevdiğimizi söylüyor. Nazım’ın hayat hikayesinin de hala doğru düzgün yazılamadığına, çünkü sürekli tabularla ve yasaklarla  kuşatıldığına işaret ediyor. Sosyalistler, komünistler, büyük kahramanları hakkında her gerçeğin yazılmasına karşı tahammülsüzler. Pamuk haklı. Sağcılar da, sözgelimi, Kanuni Süleyman içki içerdi denilince ayaklanmışlardı. Türkiye’de herkesin tabuları ve putları var. Tarihi ıskalamak milli sporumuz adeta.

 

Tabii bir yandan da, içimden, o anda yaşamakta olduğumuz ironiye gülümsedim. Aynı tabular ve yasaklar, tam o sırada salonun dışında, hem de bir üniversite kampüsünde canlı şekilde karşımızdaydı.

 

Falanca kişi şu yazar hakkında konuşamaz, filancaya  şu konuda söz söylemek düşmez gibi yaklaşımlarla, tam da şu sıra ülkeyi zavallı duruma düşüren basın ve ifade özgürlüğü yasaklarıyla nasıl mücadele edeceğiz? Anlamak mümkün değil.

 

Bir şeye, özellikle üzüldüm. İsteyen örgüt, Orhan Pamuk bu kampüse gelmesin, konuşmasın diye protestosunu yapar elbet; ama, bal gibi gelir ve konuşur, gelmelidir  diye düşünenler neden örgütlü değildi? Öyle düşünen öğrenciler yok mu? Varsalar, onlar susmakla, bu yasaklayıcı tavrı onaylamış olmuyorlar mı? Mekan bir üniversite olduğu için, farklı görüşlerin temsil edilmesindeki bu eksiklik doğrusu üzdü beni. Herhalde ciddiye bile almadılar diye kendimi teselli etmeye çalıştım. Cılız teselli.

 

Hani, nerede demokratik üniversite?

 

Bunu sadece Orhan Pamuk için söylemiyorum. Davet edilen kim olsa, aynı şeyi düşünürdüm. Amerika’da mezun olduğum üniversitede, her yıl mezuniyet töreninde konuşma yapmaya davet edilecek kişi, o sınıfın oylarıyla seçilirdi. Bir sene, İsrail’in korkunç annesi, Başbakan Golda Meir davet edildi. Tören sırasında büyük protesto gösterileri yapıldı, hatta o dönemde pek revaçta olan bir yöntemle, misafirlerin arasından çırılçıplak soyunmuş protestocular koştular, ama konuşma da gerçekleşti. Mezun olan sınıf benimki değildi, ben o yıl mezuniyet yemeğinde garsonluk yapıyordum, harçlığımı çıkartmak için. Modern çağın ilk kadın başbakanını dinlerken, dünya görüşünü asla kabul etmesem de, çok şey öğrendiğimi hatırlıyorum.

 

Boğaziçi’ndeki toplantıdan çıkarken, öbür bildiriyi okudum; meğer o sabah Twitter üzerinden Pamuk’un gelmeyeceği çoktan duyurulmuş. Korktu da gelemedi türünden ifadeler vardı. Daha da kötüsü vardı, ama burada tekrar edemeyeceğim.

 

Sonra İnternet’e girip bakınca, beş gün önce Üniversiteler Konseyi Derneği diye bir kuruluşun, Orhan Pamuk’un Nazım hakkında konuşmasını protesto ederek, üniversiteye girmesine karşı çıktığını öğrendim.

 

Bize yapılmasını istemediğimiz muameleyi, başkasına yapmamayı ne zaman öğreneceğiz? Hukuğun, demokrasinin, söz hakkının ve ifade özgürlüğünün hepimize ait olduğunu anlamak bu kadar mı zor? Orhan Pamuk’u savaş çığırtkanı, emperyalist uşağı ya da AKP yandaşı diye tanımlamak hangi mantığa sığar?

 

Sol hareket büyük zulümlere uğradı bu ülkede, ama yeni haksızlıklar için bu bir özür olamaz. İki yanlış bir doğru üretmiyor. Mağdur edebiyatının AKP hareketini nerelere getirdiğini görüyoruz. “Bize neler yapıldı, şimdi siz ne hakla böyle …” türünde, karşılıklı travma yarıştırmakla, hukuk ve adalet asla tamir olamayacak bu ülkede.

 

Bazen düşünüyorum da, Güney Afrika’da kurulan barış ve af komisyonları gibi, Türkiye’de hakikat komisyonları, barış ve af toplantıları, toplu terapi girişimleri oluşturmalıyız belki de. Yoksa bu travmalar zinciri yiyip bitirecek toplumu.

 

Can Dündar’ın mini belgeselinde, Nazım’ın o bildik, dokunaklı konuşması vardı. Davetli gittiği toplantıda, buradaki bir genç şair, günün birinde İstanbul’a gidecek, geleceğin sosyalist üniversitesinde kardeş gibi karşılanacak,  ondan bir ricam var, beni burada nasıl kardeşçe bağrınıza bastığınızı o gün anlatsın herkese, diyordu.

 

Geleceğe bu mesaj, bir çok açıdan gözlerini yaşartıyor insanın. Nazım’ın hayal ettiği üniversite kurulabildi mi, diye düşünüyorsunuz mesela. Bence o da üniversitenin demokratik olmasını kast ediyordu. Bana kalırsa, evrenselliği anlamında, fikir özgürlüğü anlamında, her üniversite sosyalisttir, yani demokrattır. Ama o evrenselliği zedeleyen her yaklaşım, üniversiteyi de zedeler. Ne yazık ki öyle.

 

Nazım’ın 1950’deki haksız tutuklanmasına karşı başladığı açlık grevini anlatan bir sergi de vardı açılışta; kutu içinde kutu halinde, Nazım’ın hücresini maket gibi yeniden inşa etmişler adeta; duvarlarda gazete kupürleri, çağrılar, imzalar.

 

Bizlerin kafamızın içindeki kutular, hücreler ne olacak, diye düşündüm. Yine de, bir üniversite bünyesinde Nazım Hikmet Kültür ve Sanat Araştırma Merkezi adını taşıyan bir kuruluş olması sevindirici. Çok güzel etkinlikler ve arşiv çalışmaları planlıyorlar. (Umarım  Nazım’ın üvey oğlu, rahmetli Mehmet Fuat’ın ailesinde bulunan Piraye arşivine de bir an önce talip olurlar.) Nazım tek arşive, tek merkeze sığmayacak bir yazar . Büyük yazarları anlamak için, birden fazla üniversiteye, bir çok kütüphaneye gitmek kaçınılmaz. Boğaziçi Üniversitesi’nin girişimine bol şans diliyorum.

 

Açılışlarının da gösterdiği gibi, faaliyetleri hareketli ve renkli, zaman zaman da tartışmalı geçecek kuşkusuz. Önemli olan, yolu göze almaları.

 

O üzücü bildirilere gelince, şunu söylemek isterim: Nazım’ı sürgünde yaşamak ve sürgünde ölmek zorunda bıraktık. Orhan Pamuk’u yarı sürgün bir hayat yaşamaya zorladık. Bu halimizden memnun muyuz, baylar bayanlar? Benim adamım haksızlığa uğramasın, seninki uğrasa da olur mantığıyla nereye kadar gideceğiz?

 

Alacakaranlıkta Güney Kampüs’ten ayrılırken, zamanın yaşanmış hiçbir şeyi eskitmediğini düşündüm. Eskiyen sadece zihinlerimiz, eğer biz izin verirsek.

http://t24.com.tr/yazarlar/nilufer-kuyas/orhan-pamuku-neden-dinleyemedik,10829

No comments:

Post a Comment