Ne yazık
ki Fuat Avni, çok daha önemli
gelişmelerle meşgul olduğu için, Orhan Pamuk’un Boğaziçi Üniversitesi’nde
davetli olduğu, Nazım Hikmet Araştırma Merkezi’nin açılış konuşmasını yapmaya
gelmeyeceğini haber veremedi.
Ben tabii
Twitter izlemediğim için, haber verseydi de duymayacaktım.
Ama Güney
Kampüs’e ayak bastığım anda bir şeylerin yolunda olmadığını hemen hissettim. 12
Eylül gibi korkunç bir dönemde master yaparken dört yıl geçirdiğim o kampüste
koku alma yeteneğim bir kedininki kadar gelişmiş. Pankart hazırlayan çocuklara
en iyi kahve hangi kantinde diye sordum, Orta Kantin’i işaret ettiler. Benim
için anılarla dolu bir mekan.
Yeri ve
şekli değişmemiş, ama dekor ve atmosfer tamamen farklı. Eskiden sigara dumanı
dolu bu kirli, karanlık bodrumda saatlerce devrim ve kurtuluş nutukları
dinlerdim. Şimdi, sohbet ve ders çalışma mırıltılarının usulca yankılandığı,
ahşap sıra ve masalarıyla, aydınlık, dingin
bir kafe görünümünde; masalarda
kediler uyukluyor.
Az karamel
konmuş leziz latte kahvemle oturduğum masaya iri bir sarman kedi yatmıştı ve
hemen yanında, az önce pankartı hazırlanan bildiri duruyordu.
“Komünist
Gençlik” diye bir grup, Suriye
meselesinde emperyalizmin yanında yer aldığı iddiasıyla, Orhan Pamuk ne yüzle
Nazım Hikmet hakkında konuşur, bu bir müsameredir gibi şeyler yazıyordu. Hah, dedim kendime,
galiba eğlence olacak. Daha yazarın gelmediğini bilmiyorum, kendi havamda
senaryo yazıyorum.
Genç bir
kız kendine yer açmak için sarman kediyi kulağından çekerek masadan indirdi,
ben de lattemi bitirip Albert Long Hall’a doğru yürüdüm. Öğrenciliğim sırasında
hararetli “demokratik üniversite”
forumları yapılırdı o tarihi salonda.
Girişte
bir genç adam elime bir bildiri daha tutuşturdu. Bu da Fikir Kulüpleri
Federasyonu’ymuş. Sonra okurum diye cebime koydum. Hemen okusaydım daha çabuk
bilgilenecektim, ama olaylara Fransız kalmanın sınırlarında dolaşıyordum hala.
(1978-81
yıllarında kampüse yüksek topuklu ayakkabılar, geniş kenarlı şapkalar ve şık
paltolarla gittiğim için bana Fransız Komünist Partisi lakabı takıldığını çok
sonradan öğrenmiştim.)
Salon
doluydu. Rastladığım tanıdıklar, Orhan Pamuk gelmiyormuş dediler. Toplantı
başladı. Ama hiç kimse Orhan Pamuk’un niçin gelmediğine dair açıklama yapmadı.
Midesi mi bozuktu? Grip mi olmuştu? Bildirilere mi gücenmişti? Öğrenemedik.
Üniversitenin Rektörü kısa bir açılış konuşması yaptı, sonra Can Dündar’ın
hazırladığı, Nazım’ın son yıllarından, Rusya’daki sürgün hayatından siyah
beyaz, sessiz film parçalarıyla yapılmış kolajı izledik; ardından da Orhan
Pamuk bize önceden kaydedilmiş videosuyla
seslendi. New York’tan seslense anlayacağım, ama İstanbul’da olduğunu
biliyoruz, organizasyondan gene açıklama yok. Pamuk’un kendisi de, kusura
bakmayın, şu nedenle son dakikada aranızda olamadım gibi bir şey söylememiş
videoda.
Bildirisi,
bu tip toplantılar için klasik sayılabilecek, iyi bir konuşma. Bir ara, önemli
bir noktaya parmak basıyor. Türkiye’de bizlerin biyografiye, yani bütün
gerçeklerin anlatıldığı hayat öyküsüne pek meraklı olmadığımızı, ama tersine
“hagiyografi” denilen şeyi, yani süslemelerle dolu menkıbe yazmayı çok
sevdiğimizi söylüyor. Nazım’ın hayat hikayesinin de hala doğru düzgün
yazılamadığına, çünkü sürekli tabularla ve yasaklarla kuşatıldığına işaret ediyor. Sosyalistler,
komünistler, büyük kahramanları hakkında her gerçeğin yazılmasına karşı
tahammülsüzler. Pamuk haklı. Sağcılar da, sözgelimi, Kanuni Süleyman içki
içerdi denilince ayaklanmışlardı. Türkiye’de herkesin tabuları ve putları var.
Tarihi ıskalamak milli sporumuz adeta.
Tabii bir
yandan da, içimden, o anda yaşamakta olduğumuz ironiye gülümsedim. Aynı tabular
ve yasaklar, tam o sırada salonun dışında, hem de bir üniversite kampüsünde
canlı şekilde karşımızdaydı.
Falanca
kişi şu yazar hakkında konuşamaz, filancaya
şu konuda söz söylemek düşmez gibi yaklaşımlarla, tam da şu sıra ülkeyi
zavallı duruma düşüren basın ve ifade özgürlüğü yasaklarıyla nasıl mücadele
edeceğiz? Anlamak mümkün değil.
Bir şeye,
özellikle üzüldüm. İsteyen örgüt, Orhan Pamuk bu kampüse gelmesin, konuşmasın
diye protestosunu yapar elbet; ama, bal gibi gelir ve konuşur, gelmelidir diye düşünenler neden örgütlü değildi? Öyle
düşünen öğrenciler yok mu? Varsalar, onlar susmakla, bu yasaklayıcı tavrı
onaylamış olmuyorlar mı? Mekan bir üniversite olduğu için, farklı görüşlerin
temsil edilmesindeki bu eksiklik doğrusu üzdü beni. Herhalde ciddiye bile
almadılar diye kendimi teselli etmeye çalıştım. Cılız teselli.
Hani,
nerede demokratik üniversite?
Bunu
sadece Orhan Pamuk için söylemiyorum. Davet edilen kim olsa, aynı şeyi
düşünürdüm. Amerika’da mezun olduğum üniversitede, her yıl mezuniyet töreninde
konuşma yapmaya davet edilecek kişi, o sınıfın oylarıyla seçilirdi. Bir sene,
İsrail’in korkunç annesi, Başbakan Golda Meir davet edildi. Tören sırasında
büyük protesto gösterileri yapıldı, hatta o dönemde pek revaçta olan bir
yöntemle, misafirlerin arasından çırılçıplak soyunmuş protestocular koştular,
ama konuşma da gerçekleşti. Mezun olan sınıf benimki değildi, ben o yıl
mezuniyet yemeğinde garsonluk yapıyordum, harçlığımı çıkartmak için. Modern
çağın ilk kadın başbakanını dinlerken, dünya görüşünü asla kabul etmesem de,
çok şey öğrendiğimi hatırlıyorum.
Boğaziçi’ndeki
toplantıdan çıkarken, öbür bildiriyi okudum; meğer o sabah Twitter üzerinden
Pamuk’un gelmeyeceği çoktan duyurulmuş. Korktu da gelemedi türünden ifadeler
vardı. Daha da kötüsü vardı, ama burada tekrar edemeyeceğim.
Sonra
İnternet’e girip bakınca, beş gün önce Üniversiteler Konseyi Derneği diye bir
kuruluşun, Orhan Pamuk’un Nazım hakkında konuşmasını protesto ederek,
üniversiteye girmesine karşı çıktığını öğrendim.
Bize
yapılmasını istemediğimiz muameleyi, başkasına yapmamayı ne zaman öğreneceğiz?
Hukuğun, demokrasinin, söz hakkının ve ifade özgürlüğünün hepimize ait olduğunu
anlamak bu kadar mı zor? Orhan Pamuk’u savaş çığırtkanı, emperyalist uşağı ya
da AKP yandaşı diye tanımlamak hangi mantığa sığar?
Sol
hareket büyük zulümlere uğradı bu ülkede, ama yeni haksızlıklar için bu bir
özür olamaz. İki yanlış bir doğru üretmiyor. Mağdur edebiyatının AKP hareketini
nerelere getirdiğini görüyoruz. “Bize neler yapıldı, şimdi siz ne hakla böyle
…” türünde, karşılıklı travma yarıştırmakla, hukuk ve adalet asla tamir
olamayacak bu ülkede.
Bazen
düşünüyorum da, Güney Afrika’da kurulan barış ve af komisyonları gibi,
Türkiye’de hakikat komisyonları, barış ve af toplantıları, toplu terapi
girişimleri oluşturmalıyız belki de. Yoksa bu travmalar zinciri yiyip bitirecek
toplumu.
Can Dündar’ın
mini belgeselinde, Nazım’ın o bildik, dokunaklı konuşması vardı. Davetli
gittiği toplantıda, buradaki bir genç şair, günün birinde İstanbul’a gidecek,
geleceğin sosyalist üniversitesinde kardeş gibi karşılanacak, ondan bir ricam var, beni burada nasıl
kardeşçe bağrınıza bastığınızı o gün anlatsın herkese, diyordu.
Geleceğe
bu mesaj, bir çok açıdan gözlerini yaşartıyor insanın. Nazım’ın hayal ettiği
üniversite kurulabildi mi, diye düşünüyorsunuz mesela. Bence o da üniversitenin
demokratik olmasını kast ediyordu. Bana kalırsa, evrenselliği anlamında, fikir
özgürlüğü anlamında, her üniversite sosyalisttir, yani demokrattır. Ama o
evrenselliği zedeleyen her yaklaşım, üniversiteyi de zedeler. Ne yazık ki öyle.
Nazım’ın
1950’deki haksız tutuklanmasına karşı başladığı açlık grevini anlatan bir sergi
de vardı açılışta; kutu içinde kutu halinde, Nazım’ın hücresini maket gibi
yeniden inşa etmişler adeta; duvarlarda gazete kupürleri, çağrılar, imzalar.
Bizlerin
kafamızın içindeki kutular, hücreler ne olacak, diye düşündüm. Yine de, bir
üniversite bünyesinde Nazım Hikmet Kültür ve Sanat Araştırma Merkezi adını
taşıyan bir kuruluş olması sevindirici. Çok güzel etkinlikler ve arşiv
çalışmaları planlıyorlar. (Umarım Nazım’ın
üvey oğlu, rahmetli Mehmet Fuat’ın ailesinde bulunan Piraye arşivine de bir an
önce talip olurlar.) Nazım tek arşive, tek merkeze sığmayacak bir yazar . Büyük
yazarları anlamak için, birden fazla üniversiteye, bir çok kütüphaneye gitmek
kaçınılmaz. Boğaziçi Üniversitesi’nin girişimine bol şans diliyorum.
Açılışlarının
da gösterdiği gibi, faaliyetleri hareketli ve renkli, zaman zaman da tartışmalı
geçecek kuşkusuz. Önemli olan, yolu göze almaları.
O üzücü
bildirilere gelince, şunu söylemek isterim: Nazım’ı sürgünde yaşamak ve
sürgünde ölmek zorunda bıraktık. Orhan Pamuk’u yarı sürgün bir hayat yaşamaya
zorladık. Bu halimizden memnun muyuz, baylar bayanlar? Benim adamım haksızlığa
uğramasın, seninki uğrasa da olur mantığıyla nereye kadar gideceğiz?
Alacakaranlıkta
Güney Kampüs’ten ayrılırken, zamanın yaşanmış hiçbir şeyi eskitmediğini
düşündüm. Eskiyen sadece zihinlerimiz, eğer biz izin verirsek.
http://t24.com.tr/yazarlar/nilufer-kuyas/orhan-pamuku-neden-dinleyemedik,10829
No comments:
Post a Comment