“Ob-jet*
olarak düşünülen dünya bir su-jet’yi** gerektirir. Bu ilişki, efsanevi niteliği
tamamıyla açık olan büyük bir seyir imgesi sayesinde töz, öz haline gelebilir.
Dünyayı temaşa etmiş insanlar olduğunu hayal ederiz. Şüphesiz, örneğin
kürelerden bahsettiğinde, Aristoteles’te, buna benzeyen şeyler vardır. Bu
sadece, göksel kürelere ilişkin bir seyir devinimi içermeyen hiçbir teori
olmadığı anlamına gelir.
Biz
bir bilimin ne olduğunu biliyoruz. Hiçbirimiz bilimin bütününe hakim değil.
Kendi hareketiyle son hızla koşuyor bilimcik, o derece ki elimizden hiçbir şey
gelmiyor. İşin içinde en çok bulunanlar aynı zamanda bundan en çok mustarip
olanlar.
Biraz
aydınlanmış olası her deneyim, öznenin bilimsel kazanımın temsil ettiği
eklemlenmiş bu zincire bağımlı olduğunu gösteriyor. Özne burada kendi yerini
almalıdır, kendini elinden geldiğince bu zincirin sonuçlarına yerleştirmelidir.
Oluşturmuş olduğu, ve dünyanın ve hatta sözde sezgisel kategorilerin parçası
haline gelen tüm küçük sezgisel temsilleri her an gözden geçirmesi gerekiyor.
Her daim tüm aygıtı geliştirmeye koyulması gerekiyor, yaşayacak bir yer bulma
hikâyesi. Bu sistemden şimdiye kadar kovulmaması bir mucize. Hem zaten sistemin
amacı bu. Aksi takdirde, sistem başarısızlığa uğrar. Bu yüzdendir ki özne sürüp
gidiyor. Bir şey, özneyi tutup yakaladığımız, onunla uğraştığımız bir yer
olduğu duygusunu bize yeniden verirse, bu, bilinçdışı diye adlandırılan düzeyde
olur. Çünkü her o, başarısız olur, her o, güler, her o, rüya görür.
O
ancak tamamıyla eklemlenmiş bir biçimde rüya görür, başarısız olur, güler.
Bilinçdışında söz konusu olan şeye yaklaştığı, onu keşfettiği, aydınlattığı her
seferinde Freud ne yapar? Zamanını neyle geçirir? Neyle uğraşır? Bu ister rüya
metni olsun, ister şaka metni olsun, ister sürçme biçimi olsun, dilin, söylemin
eklemlenmelerini manipüle eder.
Goya’nın
küçük bir gravürünün kenarına, şöyle yazıldığını görürüz: ‘Aklın uykusu
canavarlar yaratır’. Bu güzeldir ve sanki Goya yapmış gibi, daha da güzeldir,
bu canavarları görürüz.
Görüyorsunuz
ya, konuştuğumuzda, hep zamanında durmayı bilmek gerek. ‘Canavarlar yaratır’ı
eklemek iyi olmamış mı? Biyolojik bir sayıklamanın (élucubration) başlangıcı
bu. Biyoloji de bilim doğurmaya uzun zaman harcamıştır. Uzun süre altı bacaklı
danaya takılıp kaldılar. Ah! Bu canavarlar yok mu, hayal gücü, hoşumuza
gidiyor. Bilirsiniz, ne güzeldir psikopatlar, der psikiyatrlar, dolup
taşarlar, karıncalar gibi, icat eder, hayal eder, harika. Bunu hayal eden
sadece onlar. Psikopat için bu nasıl size söyleyemem, yeterince psikopat
değilim, ama kesinlikle psikiyatrların hayal ettiği gibi değil, özellikle de
önce kuruluma sonra da genellemeye geçmek için duyum ya da algı psikolojisi
bilmem, neden hareket ettikleri zaman olduğu gibi değil, bunların nerede çuvalladıklarını anlamaya çalışmalarından kaynaklanıyor.
Bunun onların kurumlarıyla hiçbir alakası yok, bu apaçık görülebilir.
O
yüzden durmayı bilmek gerek. Aklın uykusu –hepsi bu. Peki bu ne demek? Uykuda
kalmamızı teşvik eden akıldır demek. Yine burada da, benim küçük bir
usdışıcılık beyanında bulunduğumu anlamanızın tehlikesi yok mu bilmiyorum. Ama
hayır, tam tersi. Kapı dışarı edilmek, dışlanmak istenen şey, yani uykunun
egemenliği, böylece akla, aklın imparatorluğuna, işlevine, söylemin hakimiyetine,
başka birinin söylediği gibi, insanın dilde ikamet etmesi olgusuna ilave
edilmiş olur. Bunun farkına varmak ve rüyanın metninin ta kendisinde aklın
çizdiği yolu takip etmek usdışıcılık mı? Belki tüm bir psikanaliz, belki vuku
bulabilecek olandan, yani bir uyanma noktasına gelip dayanmamızdan önce cereyan
ediyor.” “Benim Öğrettiklerim / Jacques Lacan” s.104-107 ‘Öğretim’im, Doğası ve
Erekleri’
*“Öne,
dışa atılan anlamında” ‘(ç.n.)’
**“Alta
alınan, altta duran anlamında” ‘(ç.n.)’
(Alıntı)
No comments:
Post a Comment