Saturday, 27 December 2014

Ulrike, Paramaz ve Tribündeki Biz

                               
                                Volkan Dağyeli



Dev bir tribünden yazıyorum. İçinizdeyim. Çılgın tezahüratlar ve alkışlardan yorulduğumuz vakit düşünmeye anca fırsat oluyor ya. Şuan bu fırsatı kullanıyorum. Bir fotoğraf var elimde. Bir hikayesi olmalı… Onu düşünüyorum.

Dev bir tribünden yazıyorum. İçinizdeyim. Gösterinin hep dışında olduğumuz, izlenilecek olanın dışsal şeyler olduğu öğretildi bizlere. Televizyon bu manada örnek bir öğretmendir. İzle, alkışla, bağır çağır. İzle, gül, ağla… İzlemek dışında başka yapacak bir şeyin olmadığını bir güdü olarak edindik. Öyle ya, ne yapacaktık, gidip memleketi biz kurtaramazdık, bu politikacıların işiydi. Tartışıyor adamlar işte, izle. Çocuklara bombalar yağıyor, biz mi müdahale edeceğiz sanki, izle. Cinnet geçiren koca, karısını sokak ortasında yirmi sekiz yerinden bıçakladı. Meraklı vatandaş izledi. İzleyecek tabi. Zapla izle, tıkla izle…

Dev bir tribünden yazıyorum. İçinizdeyim. Çılgınlar gibi tezahürat yapmaktan, el çırpmaktan sahadakilerin sesini duymuyoruz bugünlerde. Anlatmak istediklerini anlamıyoruz, çağrılarına kulak asmıyoruz. Ölüm-yaşam diyalektiğine çivilenmiş bir mücadeleyi iştahla izlemenin, tüketmenin telaşındayız. Pek utanmıyoruz. Haklının tarafını alkışlıyoruz ya, niye utanalım değil mi? Bununla övünmek, doyuma ulaşmak varken! Bizim görevimiz izlemek. Bunun için eğitildik biz. Bu bizim güdümüz. Kim eğittiydi bizi ya? Birileri…

Fotoğrafa dalıyorum… Ulrike Meinhof’un “Beni öldüremeyeceksiniz” haykırışına kanıt, Suphi Nejat’ın resmi duruyor mezar taşının üstünde. Çok sarsıcı, çok, bağlaşık, çok kesintisiz. Bağırıyor; “Eylem yeteneğimiz dışında hiç bir şeyimiz yok!” diyor Ulrike ısrarla… Gülümseyen Paramaz, Menkıbe’den ekliyor; “Eylem, bir eylem alanı ve bir eyleyeni varsaydığı için olgusal olan fiiliyata dönüştürülmelidir. Eyleyen eylenileni öncelemez; eylem yaratıcı olmak için bir ilkeye sahip olmalıdır. Bu ayrışmaktan başka bir şey değildir, eylem ayrışmadır, doğurgandır, doğuştur. Dolayısıyla eylemin ifşa edici bir karakteri vardır, hem kişiliği gösterir hem inşa eder. Ancak, bu boşlukta cereyan etmez, insanlar bir şeyler üzerinde bir şeyler yapmak için cem olur.”

Eylemleriyle yarattıkları o büyük cemi aynı zamanda sadece izlemekle yetinenleri de ifşa edici bir karakterdedir onların eyleyişleri… Tribündekilerin sefaletinin ifşasıdır. Buradan ayrışmaya davettir, eyleme ve ceme çağrıdır.

Devam ediyor Kobanê’nin Paramaz’ı; “Ölüme dek cereyan eden eyleyiş süreci bir insanın kim olduğuna dair tanım, müzakere ve değişim sürecidir. “Ben kimim?” sorusuna ancak ucu açık hayat hikayesinde cevap aranabilir. Ancak, öte yandan, eyleyen yaşam öyküsünü bilemez, dolayısıyla bu soruyu cevaplayamaz. “Kim sorusuna ancak ölüm cevap verebilir. “Ben kimim?” sorusu doğuştan gelir ve tam da cevapsızlığıyla kurucudur, deneyimdir, eylemdir, hayatın bakış açısından bakar. Ancak bu arayış boşlukta değil somut ilişkiler ve temsillerle cereyan eder. Toplumsalın yarıldığı belirsizlik anlarında hayata bakanlar, başkalarının ömrüne bakar, ölümden doğru bir serüveni okur. Bu serüvenin öyküsü, birey odaklı olduğu için bağlamı muğlaklaşır, ama tam da bu şekilde alınan ilham mevcut olanın da aşılabileceğini ima eder; bağlamı kopuk temsil, mevcut toplumsal ilişkilerin aşılabileceğine işaret eder. Deniz, Che’ye baktığında bunu görmüş olsa gerek; Erdal da Deniz’e baktığında. Birisinin hayatına ölü noktadan bakmak, yani ömür görmek aslında ucu açık bir yaşantıyı homojenleştirmektir, sondan başa gitmektir. Burada bir lens vardır: Okunan ömür şimdiki benin kısıtlılıklarından doğru baktığı için o ömürde ilke arar; bağlamı yarar ve kendisine ilham devşirir. Bunu mümkün kılan tek şey o ömre bir eyleyiş ve bu eyleyişe de bir “kıssadan hisse” atfetmektir; maraz anında duygulanıma dönüşmesini sağlamaktır. Deniz’in öyküsünün “kıssadan hissesi”, Erdal’ın çok somut bir toplumsal kopuş anındaki belirsizliğine çarpmış ve titreşim yaratmış olmalı. Derin bir belirsizlik ve yersizlik, yurtsuzluk anında yaşayanlarla ölüler diyarı birbiriyle konuşur, zaman akışını değiştirir, yer/yön bulmak için özlemin dile getiremediği arzuya bir “kıssadan hisse” yankı verir.”

Tribünün utanç verici toplumsal yığınını oluşturan tek tek bireyleri olarak bizlerin de yapması gereken Suphi Nejat’ın Kobanê’ye dek uzanan “Ben kimim?” sorusuna cevaben kuruculuğunu yaptığı kendi yaşam serüveninden ilham almaktır.
Öyküsünün üzerimizde yarattığı duygulanım vesilesiyle onunla konuşmak ve yönümüzü bulmaktır. Tıpkı Nejat’ın aramızdayken Ulrike ile konuştuğu gibi…

(Fraksiyon)

No comments:

Post a Comment