Volkan Dağyeli
Dev
bir tribünden yazıyorum. İçinizdeyim. Çılgın tezahüratlar ve alkışlardan
yorulduğumuz vakit düşünmeye anca fırsat oluyor ya. Şuan bu fırsatı
kullanıyorum. Bir fotoğraf var elimde. Bir hikayesi olmalı… Onu düşünüyorum.
Dev
bir tribünden yazıyorum. İçinizdeyim. Gösterinin hep dışında olduğumuz,
izlenilecek olanın dışsal şeyler olduğu öğretildi bizlere. Televizyon bu manada
örnek bir öğretmendir. İzle, alkışla, bağır çağır. İzle, gül, ağla… İzlemek
dışında başka yapacak bir şeyin olmadığını bir güdü olarak edindik. Öyle ya, ne
yapacaktık, gidip memleketi biz kurtaramazdık, bu politikacıların işiydi.
Tartışıyor adamlar işte, izle. Çocuklara bombalar yağıyor, biz mi müdahale
edeceğiz sanki, izle. Cinnet geçiren koca, karısını sokak ortasında yirmi sekiz
yerinden bıçakladı. Meraklı vatandaş izledi. İzleyecek tabi. Zapla izle, tıkla
izle…
Dev
bir tribünden yazıyorum. İçinizdeyim. Çılgınlar gibi tezahürat yapmaktan, el
çırpmaktan sahadakilerin sesini duymuyoruz bugünlerde. Anlatmak istediklerini
anlamıyoruz, çağrılarına kulak asmıyoruz. Ölüm-yaşam diyalektiğine çivilenmiş
bir mücadeleyi iştahla izlemenin, tüketmenin telaşındayız. Pek utanmıyoruz.
Haklının tarafını alkışlıyoruz ya, niye utanalım değil mi? Bununla övünmek,
doyuma ulaşmak varken! Bizim görevimiz izlemek. Bunun için eğitildik biz. Bu
bizim güdümüz. Kim eğittiydi bizi ya? Birileri…
Fotoğrafa
dalıyorum… Ulrike Meinhof’un “Beni öldüremeyeceksiniz” haykırışına kanıt, Suphi
Nejat’ın resmi duruyor mezar taşının üstünde. Çok sarsıcı, çok, bağlaşık, çok
kesintisiz. Bağırıyor; “Eylem yeteneğimiz dışında hiç bir şeyimiz yok!” diyor
Ulrike ısrarla… Gülümseyen Paramaz, Menkıbe’den ekliyor; “Eylem, bir eylem
alanı ve bir eyleyeni varsaydığı için olgusal olan fiiliyata dönüştürülmelidir.
Eyleyen eylenileni öncelemez; eylem yaratıcı olmak için bir ilkeye sahip
olmalıdır. Bu ayrışmaktan başka bir şey değildir, eylem ayrışmadır,
doğurgandır, doğuştur. Dolayısıyla eylemin ifşa edici bir karakteri vardır, hem
kişiliği gösterir hem inşa eder. Ancak, bu boşlukta cereyan etmez, insanlar bir
şeyler üzerinde bir şeyler yapmak için cem olur.”
Eylemleriyle
yarattıkları o büyük cemi aynı zamanda sadece izlemekle yetinenleri de ifşa
edici bir karakterdedir onların eyleyişleri… Tribündekilerin sefaletinin
ifşasıdır. Buradan ayrışmaya davettir, eyleme ve ceme çağrıdır.
Devam
ediyor Kobanê’nin Paramaz’ı; “Ölüme dek cereyan eden eyleyiş süreci bir insanın
kim olduğuna dair tanım, müzakere ve değişim sürecidir. “Ben kimim?” sorusuna
ancak ucu açık hayat hikayesinde cevap aranabilir. Ancak, öte yandan, eyleyen
yaşam öyküsünü bilemez, dolayısıyla bu soruyu cevaplayamaz. “Kim sorusuna ancak
ölüm cevap verebilir. “Ben kimim?” sorusu doğuştan gelir ve tam da
cevapsızlığıyla kurucudur, deneyimdir, eylemdir, hayatın bakış açısından bakar.
Ancak bu arayış boşlukta değil somut ilişkiler ve temsillerle cereyan eder.
Toplumsalın yarıldığı belirsizlik anlarında hayata bakanlar, başkalarının
ömrüne bakar, ölümden doğru bir serüveni okur. Bu serüvenin öyküsü, birey
odaklı olduğu için bağlamı muğlaklaşır, ama tam da bu şekilde alınan ilham
mevcut olanın da aşılabileceğini ima eder; bağlamı kopuk temsil, mevcut
toplumsal ilişkilerin aşılabileceğine işaret eder. Deniz, Che’ye baktığında
bunu görmüş olsa gerek; Erdal da Deniz’e baktığında. Birisinin hayatına ölü
noktadan bakmak, yani ömür görmek aslında ucu açık bir yaşantıyı
homojenleştirmektir, sondan başa gitmektir. Burada bir lens vardır: Okunan ömür
şimdiki benin kısıtlılıklarından doğru baktığı için o ömürde ilke arar; bağlamı
yarar ve kendisine ilham devşirir. Bunu mümkün kılan tek şey o ömre bir eyleyiş
ve bu eyleyişe de bir “kıssadan hisse” atfetmektir; maraz anında duygulanıma
dönüşmesini sağlamaktır. Deniz’in öyküsünün “kıssadan hissesi”, Erdal’ın çok
somut bir toplumsal kopuş anındaki belirsizliğine çarpmış ve titreşim yaratmış
olmalı. Derin bir belirsizlik ve yersizlik, yurtsuzluk anında yaşayanlarla
ölüler diyarı birbiriyle konuşur, zaman akışını değiştirir, yer/yön bulmak için
özlemin dile getiremediği arzuya bir “kıssadan hisse” yankı verir.”
Tribünün
utanç verici toplumsal yığınını oluşturan tek tek bireyleri olarak bizlerin de
yapması gereken Suphi Nejat’ın Kobanê’ye dek uzanan “Ben kimim?” sorusuna
cevaben kuruculuğunu yaptığı kendi yaşam serüveninden ilham almaktır.
Öyküsünün
üzerimizde yarattığı duygulanım vesilesiyle onunla konuşmak ve yönümüzü
bulmaktır. Tıpkı Nejat’ın aramızdayken Ulrike ile konuştuğu gibi…
(Fraksiyon)
No comments:
Post a Comment