Félix ve Josephine
Guattari. Gérard Courant’ın Çiftler başlıklı kısa sessiz filmlerinden bir kare,
“Couple #22”, 1989
Komünist
hareketin, sosyalist hareketin, sol hareketin vs., arzulama ekonomisini
devrimcilerin çalışmalarıyla ilişkisi içinde ele almaya hiçbir zaman
çekincesizce yanaşmadığı gerçeğinin bütün sonuçlarıyla birlikte dikkate
alınması gerektiğine inanıyorum. Bu konuda, Lenin ile Clara Zetkin arasında
geçen konuşmayı hatırlamak yeterli.
Bugün
işçi hareketi ile psikanaliz arasında belli bir karşılıklı müsamaha olduğuna
kuşku yok. Buna iki şekilde bakabiliriz. Bir yanda devrimci hareketin, işçi
hareketinin sergilediği dirençler, öte yanda yerleşik psikanaliz hareketi var.
İşçi hareketinin ve devrimci hareketin arzunun baskı altına alınmasına iştirak
ettiği çok açık; dolayısıyla, nihayetinde kendi iç bürokratik dengelerini
sarsacak sorularla hesaplaşmaya pek de istekli değiller. Ama şunu hemen eklemek
gerekiyor ki, psikanaliz hareketinin de bu dirençlerde ciddi payı oldu; hatta
bunları sürekli teşvik etti.
Psikanaliz
hareketi kendini toplumsal formasyonlar ile bilinçdışı formasyonlar arasında
mutlak bir ayrılık temelinde örgütledi; politik ve toplumsal mücadelelerde olup
bitenler ile eşlerin, çocuğun vs. “özel hayat”ında meydana gelenler arasına
köklü bir ayrım koydu. Psikanalistler toplumsal meseleleri bir kenara
bırakırken, politik faaliyet yürütenler de arzulama ekonomisinin onları
ilgilendirmediğini düşündü. İki grup nihayet ortak tavır almış gibi görünüyor.
Marksizm ile Freudculuk arasındaki bu barış, ikisinin de Üniversite’ye
girmesinden bağımsız düşünülemez. İlk adım, Marksizm’in hadım edilmesi oldu.
Böylece, Freudculuk köklerinden ilelebet kopup bir Oeidipus ideolojisine,
gösteren ideolojisine dönüşürken, Marksizmin de ikisi arasındaki kaynaşma sağlanabilsin
diye kendini bir metinsel faaliyet idmanına indirgemesi gerekti.
İşçi
hareketinin muhafızları şimdi aile ve arzu meselesiyle hesaplaşmaya gönül
indirdi, ama steril kurumsal nesneler şeklinde sınırlandığı sürece: “yaşam
kalitesi” benzeri saçmalıklar. Ama ne zaman ki ellerinde patlayacak başka
nesneler –eşcinsellik, suç, kürtaj gibi– devreye girer, o zaman kolluk
güçlerini çağırırlar! Çiftlerin sorunlarını, kadınların sorunlarını, konut vs.
sorunlarını ele almaya hazırdırlar, ama libido-devrimci sorunlarla ciddiyetle
uğraşmaya niyetleri yoktur. Öte tarafta psikanalistlerin de toplumsal
formasyonları incelemeye itirazları yoktur, yeter ki hiçbiri ailenin, okulun
vs. statüsünü sorgulamasın.
Mesele,
psikiyatri ve psikanaliz kurumlarını kendi içine kapalı alanlar olarak
görmekten kaçınmakta. Sanki fabrikalarda işçilerle, hastanelerde hastalarla,
üniversitede öğrencilerle vs. yürütülecek ayrı ayrı savaşlar varmış gibi, bir
tür “toplumsal nesnelik” [social objectity] hali içinde kalıyoruz. Üniversite
sorunu –ki bunu Mayıs 68’de kesinlikle gördük– öğrencilere ve hocalara ait
değil; bilginin aktarılmasını, yöneticilerin yetiştirilmesini, kitlelerin
arzusunu, sanayinin taleplerini ve nihayet üniversite ortamında biraraya
gelmesi muhtemel her şeyi içermesi bakımından, toplumun tamamının sorunu.
Peki
devlet reformistlerinin buna verdiği muhteşem cevap ne oldu? Sorunun odağına
yeniden nesneyi koymak, onu üniversitenin yapısı ve örgütlenişiyle
sınırlandırmak. Aynı şey psikiyatri ve psikanaliz için de geçerli. Bugün açıklığa
kavuşturmaya çalışmamız gereken şey, psikiyatristin rolünü, hasta gruplarının
tavrını nasıl değiştireceğimiz değil, daha temelde toplumun böyle bir durumu
ortaya çıkarmak üzere nasıl işlediği sorusu. Marksizm de tam bu soruyu sorar:
Soru toplama kamplarındaki durumun nasıl iyileştirilebileceği değildi, toplama
kamplarına götüren sürecin ne olduğuydu. Kapitalist kâr yasası üzerinden
üretimi üstkodlayan bir toplumun, arzulama üretimi ile toplumsal üretim
arasında kapanmaz bir bölünme yarattığına inanıyoruz. Arzu özel hayata havale
edilirken toplumsallık da kâr amaçlı emeğe indirgeniyor.
Asıl
soru şu: Bir arzu üretimi, bir rüya, bir tutku, somut bir Ütopya, sonunda
toplum hayatında otomobil imalatı kadar varoluşsal haysiyet kazanacak mı?
Sorunun temelinde, arzunun hangi bileşeninin kabul edilip hangisinin
reddedileceği yatıyor. Kapitalist, sadece kendi sömürü makinesine
bağlayabileceği farklı üretim makineleriyle ilgilenir: temizlikçiyseniz
kollarınızla, mühendisseniz beyninizle, fotomodelseniz görünüşünüzle. Geri
kalan hiçbir şeyi umursamamakla kalmaz, onlar hakkında tek kelime duymak da
istemez. Geri kalan şeylerden bahsetmek onun olağan üretim sürecini
aksatacaktır, aksatması da kaçınılmazdır. Sanayi makinelerinin bağrında, hâkim
sistem tarafından bölünmüş, ayrıştırılmış ve yüklenmiş arzulama makineleri
vardır. Asıl soru, meşru ve insani olduğu kabul edilen bu ayrımın –makinelerin,
bilmem hangi dokunulmaz yüceye erişim sağlaması beklenen bu iğdiş edici yarma
darbesinin– aşılabilir olup olmadığı. Devrimciler günün birinde bu ayrışmayla,
insanların durmaksızın tosladığı bu iğdiş edilmeyle, ailenin, okulun vs. ele
geçirmesiyle hesaplaşabilecekler mi?
Mücadelenin
merkezine tek bir alanı koymaktan kaçınmalıyız. Psikanalizin sorunu devrimci
hareketin sorunudur, devrimci hareketin sorunu deliliğin sorunudur, delilik
sorunu sanatsal yaratımın sorunudur.
Psikanaliz,
kavramlarını yeniden uyarlayıp dilbilimsel, mantıksal ve antropolojik bir
elekten geçirse de, asıl zemininden asla uzaklaşmaz: kapitalizm ve aile.
Psikanaliz, ikame bir din olarak kapitalizme hizmet eder. İşlevi baskıyı
güncellemek, daha iyi satsın diye ona kişisel bir dokunuş katmaktır – tıpkı
Ford Pinto veya Plymouth Duster otomobilleri gibi. Günah ve günah çıkarma artık
eski işlevlerini yerine getirmiyor. O zaman arzuya bir çıkış yolu vermek lazım.
Yok edilemez, su geçirmez, çürümeye dayanıklı bir şeye ihtiyaç var: öznel bir
fuhuş, bitimsiz bir ritüel. Özneyi bu yeni uyuşturucuya bağımlı ettiniz mi
artık enerjisini gerçekten toplumsal mücadeleye vereceğinden korkmanıza da
gerek kalmaz. Gerçeklik, terapi odasının kapısında kalmalıdır. Amaç
kapitalizmin değerlerini savunmak değil, sadece onların farkında değilmiş gibi
davranmaktır. Devrimci mücadelenin böyle bir toplumsal üretim temsiline ve
genel olarak emek temsiline müdahale etmesi gerekir. Arzu üzerinde, kadınlar,
çocuklar, uyuşturucu bağımlıları, alkolikler, eşcinseller vs. üzerinde ailevi
baskının uygulandığı her yerde bir vurgu değişiminin devreye sokulması gerek.
Bu “mikro sınıf savaşı” sadece psikanalizin bölgesinde yürütülemez. Hangi
kavramsal kaynakları benimsersek benimseyelim, asıl meseleyi, bu sınıf
mücadelesinin gerçek kurumsal nesnelerini gözden kaçırmamalıyız.
Genel
bir Baba yoktur. Yalnızca, fabrikada çalışan bir baba, işsiz bir baba veya
alkolik bir baba vardır: Baba, belirli bir toplumsal makinenin bileşenlerinden
biridir sadece. Oysa geleneksel psikanalistlere göre hep aynı baba, hep aynı
anne, hep aynı üçgen söz konusudur. İyi de, babanın Cezayirli bir devrimci mi
yoksa hali vakti yerinde bir yönetici mi olduğunun Oedipal durumda çok büyük
farklar yarattığını kim inkâr edebilir? Afrika’da gecekondu mahallesinde
yaşayan bir babayı bekleyen ölüm, bir Alman sanayi kentinde yaşayan babayı
bekleyen ölümle aynı değildir; ortada aynı Oedipus kompleksi veya aynı
eşcinsellik yoktur. Bu kadar bariz olguları ifade etmek aptalca gelebilir ama
bu tür dümenleri yılmadan ifşa etmek gerek; insan zihninin evrensel bir yapısı
yoktur!
Analistin,
devrimcinin ve sanatçının faaliyeti, arzuyu şeyleştiren, özneyi ailevi ve
toplumsal hiyerarşiye (ben bir erkeğim,
ben bir kadınım, ben bir oğulum, ben bir abiyim vs.) tabi kılan sistemleri
durmadan yıkmak zorunda olmaları noktasında buluşur. İnsan “ben şuyum veya
buyum” dediği anda arzu boğulmuş demektir.
14/1/2015 / skopbülten / Félix Guattari, Çeviri: Elçin Gen
Guattari’yle
yapılmış “The Best of Capitalist Drugs” başlıklı söyleşiden seçilmiş pasajlar.
Caosophy: Texts and Interviews 1972-1977 içinde, ed. Sylvère Lotringer, çev.
David L. Sweet, Jarred Becker, Taylor Adkins (Semiotext(e), 2009) s. 141-152.
No comments:
Post a Comment