04 Ocak
2015
Gecenin
kadife karanlığında tebessüm eden menevişli yıldız oyunlarına bakarken zamanın
çok katmanlı anlamı üzerine düşünüyordum. Yıldızım Sirius bir yerde göz
kırpıyordu herhalde. Binlerce yıldır insanlığın zihnini kamaştıran gizemli ve
basit sorular, yaşadığımız evrende, galakside, üzerimizde doğup batan güneşte
gizliydi. Oradaki atomların bir kısmı bizim vücudumuzda da vardı. Kainat
görünmez, ipeksi sicimlerle genişleyen bir atlastı ama biz onu hiç durmadan
parçalara ayırıyor ve kendimizi en akıllı olduğumuza ikna etmek,
huzursuzluğumuzu takvim yalanlarıyla yatıştırmak için zamanı kendi yasalarımıza
göre yeniden icat ediyorduk.
15
milyar yaşındaki dünya sürekli dönüyor. Bunun 2 katı kadar ömrü olduğu
söyleniyor. 5 yıl önce bu döngüye ‘hayat’ katılıyor. Tabiattaki bütün varlıklar sırlarıyla tekrar tekrar doğuyor,
çoğalıyor ve ölüyor. İnsanın da dahil olduğu ‘primatların’ iki yüz milyon
yıllık tarihi var. Geçtiğimiz sene içinde Güneş’in de içinde yer aldığı 400
milyar yıldıza ev sahipliği yapan Samanyolu galaksisinin konumu yeniden
belirlendi. Böylece süper galaksi kümesinin bilinenden binlerce kat daha büyük
olduğu, katrilyonlarca yıldız barındıran 100 binden fazla yıldız kümesi
içerdiği keşfedildi.
Biz
bulunduğumuz gezegenden kozmosun sadece milyonda birini görebiliyoruz. Ve bu
bile pek çok gizemi aydınlatma yetiyor ama ‘bilmekten’ o kadar da hoşlanmıyoruz
korkarım. Ortalama 80 yıllık ömrümüzü, kendimizi, o kadar ciddiye alıyoruz ki
zamanı eğip bükmekte, saniyede üç yüz bin kilometrelik ışık hızıyla yarışır
gibi hızlanmakta, hiç ölmeyecekmiş gibi yavaşlamakta beis görmüyoruz. Hatta
uzay zamanına göre bir göz kırpımı kadar hızlı geçen ömrümüzü başkalarının
hayat hakkına müdahale etme, yok etme küstahlığından da vazgeçemiyoruz. Zamanı
hiç durmadan eğip büküyoruz, kendi ritmimize göre yavaşlatıyoruz, bazen iki
ucundan yakıp orta yerinde tutuşuyoruz ama onun içindeki farklı ‘uzunluğu’
göremiyoruz.
Zaman
bilinciyle tanıştığımdan beri başımı kaldırıp gök kubbenin ‘sonsuzluğuna’
baktığımda onun biz insanların algıladığı gibi akmadığını düşünürüm. Bu
sezgisel bir saplantı. Ruhumda ‘karadelikler’ açan bu takıntıdan kurtulmak için
kendime göre yöntemler geliştirdim. Yazıyı, sanatı insanın ‘sınırsızlığını’
gösterebildiği ve bilinen zaman algısını kırabildiği için sevmeyi keşfettim
mesela. Bir hikayenin, resmin, şiirin,
filmin içinde zamanı unutarak dolaşırken ‘uzayın karanlık boşluğunda’
kaybolmayı sevdim. Bu yüzden bir yılbaşı gecesi her şeyin birkaç saniye içinde
yenilendiği inanancıyla ‘eğlenmek’ yerine zaman saplantılı bir dehanın hayatını
izlemek için battaniyenin altına sokuldum.
Böyle günlerde dingin bir ıssızlık bana kendimi daha iyi hissettiriyor.
Yirmi
beş yıl boyunca Stephen’a eşlik eden, anne, arkadaş, eş ve asistanı da olan
Jane Hawking’in yazdığı ayrıntılı kitaptan (Sonsuzluğa Yolculuk) uyarlanan ‘The Theory of Everything’, teorileriyle
birlikte onun kişisel serüvenine de odaklanan bir film. Derdi bir dahinin
müthiş keşiflerini anlatmaktan ziyade o kırılgan hayatın içinde önemsiz görünen
ayrıntıları hatırlatmak olmuş sanki.
‘Peki
beynime ne olacak? ‘
Stephan
Hawking, bu yüzyılın en sansasyonel bilim insanlarından birisi. Sadece ‘Zamanın
Kısa Tarihi’ 25 milyonun üzerinde sattı. Evren bilime yaptığı katkıların
ötesinde, karmaşık sorulara verdiği basit cevaplarla popüler bilim kültürünün
de bir parçası olma hali, tıbba meydan okuyan hastalık mücadelesi, karamsar
yorumları, inanç dünyasından aldığı övgülere rağmen çok sert eleştirilerle
kabuklaşan kırılganlığı ve şaşırtıcı ilişkileriyle pek çok insanın merakını
kışkırtan bir ‘uzaylı’ Hawking. Einstein’ın ölümünden sonra en ünlü teorik
fizikçi, matematikçi ve kozmoloğu olarak bilim dünyasının tartışılmaz ikonu
oldu. Einstein’ın evrenin bütün süreçlerini açıklayabileceği düşünülen ‘Her
Şeyin Teorisi’ hakkında son 30 yıldaki
en sağlam ve çarpıcı argümanları, tezleri ortaya koydu.
Filmi
izlerken Stephen Hawking’in teorilerinden ziyade Jane Hawking’in ilk
tanıştıklarında kirli gözlüklerini merhametle silmesi ve bunu ‘yolculuklarının’
en sonunda tekrar hatırlatması gibi inceliklere takıldım. İmkansız sanılan bir
mücadeleye tutunmalarının hüznü, cesareti tanıdık bir duygumu dürttü. Dahi olmak için ihtiyaç duyulan yetenek, sıra
dışı bakış, başarabileceğine dair inanç, ancak ona inanan başka güçlü bir
inançla buluştuğunda yerini buluyor, anlamına kavuşuyordu. Aslında sadece bu
çaba bile kainatın büyük sırları karşısında ‘varlığın’ basit derinliğini
göstermesi açısından yeterli bana göre.
Evrenin
sınırlarını merak eden yakışıklı, genç adama sinir sistemini aşamalarla felç
eden motor-nöron teşhisi konduğunda, doktor sadece iki yıl yaşabileceğini
söylüyordu. Onun bu açıklama karşısındaki ilk sorusu Hawking’in hayatıyla iz
bırakma sebebini de gösterdi. “Peki yaşadığım sürece beynime ne olacak?”.
Gecenin kuzguni sessizliğinde, altın tozlarına batmış üzüm salkımlarıyla
gökyüzünde desenler çizen havai fişeklerin gürültüsü, o çarpıcı soruyla
tesadüfen buluştuğunda saç diplerime kadar ürperdim. Saate göre ‘koca bir
yılın’ bitmesine bir dakika vardı ve ben evrenin sırlarını açıklayan çok
acayip, bilge bir dehanın hayatındaki korkunç dönemeçleri izliyordum. Hawking’e
açık bir dille öleceği söylenmişti.
Zamandaki
çatlaklar ve boşluklar
Zaman
nehrinin dip akıntılarını, loş kuytularda oyalanışını, sonra bana bir ömür
kadar uzun gelen o çatlak anın birkaç saniye içinde tekrar hızlanışını gördüm.
Zaman onun anlattığı gibi başka bir boyutta uzuyordu sanki. Bazı duyguların
bazı eşyalar gibi tamamıyla çürüyüp yok olması için çok uzun bir zamana ihtiyaç
var. Sevdiği öldükten sonra bile onu titreyerek cidden kıskanan insanlar
tanıdım ben. Bunun için 4. boyutta seyahat etmemiz gerekmiyor, ‘varlığın’
ölüme, yok olmaya karşı mücadelesini yaşadığımız her anın içinde görebiliyoruz.
Suçluluk duygusu, zaaflar, gerçekleşmemiş hayallerin neden olduğu ıstırap,
eksiklik hissi, korkularımız, zaman içinde rüzgarlar ve yağmurlarla dönüşen
tabiat gibi kuşaktan kuşağa akarak direniyor.
Hayata
böyle baktığımda Hawking’in “Hiçbir şey düz ve pürüzsüz değildir, yüzeyde daima
göremediğimiz delikler vardır” deyişini daha iyi kavrıyorum. O hayatını
zamandaki ‘çatlakları ve boşlukları’ teorileriyle göstererek insanlığın yaşama
mücadelesine katkıda bulundu. İmkansız olanın teknolojinin yardımıyla
aşılabileceğini gösterdi. Işık hızına yaklaşan dünyanın en büyük parçacık
hızlandırılışında (CERN) insanlar onun teorilerinin gerçekleşme ihtimalini
gördü. Zaman uzayda yavaşladığında bir insanın sıra dışı yolculuklar
yapabileceğine inanmaya başladılar. Tabiatın yasalarının yenilemeyeceğini ama
onları iyi kullanarak galaksinin en ucuna gidilebileceğini kavradılar. Ve bütün
bunlar insanlığın başlangıcından beri devam eden döngünün son elli yıl içinde
gerçekleşti.
İşin
tuhafı, Hawking’in söylediği gibi evrenin sınırları olmadığına inansak bile o
çok ciddiye aldığımız 80 yıllık ömrümüzde duygularımız hiç değişmiyor. Stephen
Hawking, filmin başında Jane’le üniversitedeki ilk randevusunda, “Yıldızlar
öldüklerinde mor ötesi radyasyon yayarlar. Biz onları mor ötesi ışıklarla
görebilseydik yıldızlar kaybolurdu. Tüm gördüğümüz görkemli doğumlar ve ölümler
olurdu” demişti. İnsanın hakikatini idrak etmesi de böyle bir şey. Bize
bahşedilen o bir göz kırpımlık ‘hediye hayatta’, bu dünyadan hızla geçip
giderken varlık sebebimizi yapay duygulardan sıyrılıp kalp gözüyle görebilmek.
‘Nefes
aldıkça umut vardır’
Onun
ateist olduğu halde, her fırsatta evrenin kurallarının bilme dayalı olduğunu
söylediği ancak ‘bunun kuralları yaratan bir Tanrı olmadığı anlamına
gelmediğini’ hatırlattığı da bilinir. Papalık Bilimler Akademisi tarafından ödüllendirilmesine rağmen, Ortodoks
inananları, tepkilerini lanetlenmeye dair vardırmışlar. Onun hastalığının ilahi
bir ceza olduğunu söyleyenler bile olmuş. Hawking’in bu tür eleştirilere cevabı
onun ‘zaman’a ve insan hayatına verdiği kıymeti iyi gösteriyor bence: “Hayatım
boyunca kainatı anlamaya çalıştım. Engelli olmam çalışmalarıma mani olmadı. Tam
tersine bu hastalık bana diğer insanlardan daha çok çalışma fırsatı tanıdı.
Hayat uzun değil, insanlar kendilerini yok ediyorlar”.
Hayatın
garip çelişkisi tam da o cümlede saklı. Kendini ve başkalarını yok etmekten
çekinmeyen insan, ölmeyecekmiş gibi yaşarken kendini lüzumundan fazla ciddiye
alıyor. Eğer Tanrı bize unutabilme yeteneğini bahşetmeseydi bu çelişki de
ortadan kalkacaktı. Bu sırlar en az evrenin sırları kadar değerli. Bu
gerçeklere vakıf olamadığımızda kainatı, yıldızları, uzayı, galaksiyi
keşfetmenin, zamanda geleceğe doğru yolculuk etmenin anlamı da kalmazdı.
Stephen
Hawking, filmdeki hayatının sonunda, insan olmanın mucizevi sırrını bir sesi
olmadığı için konuşan bilgisayarına yazarak hatırlatıyordu: “Milyonlarca
galaksinin arasındaki bir mahalleden daha küçük bir gezegende, ortalama bir
yıldızın etrafında dolanan gelişmiş primatlar olduğumuz açık ama medeniyetin
doğuşundan beri insan dünya düzeninin ardındaki anlayışı keşfetmek için adeta
yalvarıyor. Evrenin sınır koşulları hakkında çok özel bir şey olmalı. Sınır
olmamasından daha özel ne olabilir. İnsan çabasının da bir sınırı olmamalı.
Hepimiz farklıyız. Hayat he kadar kötü görünse de her zaman yapabileceğin ve
başarılı olabileceğin bir şey vardır. Nefes aldıkça umut vardır”.
Jane Hawking kocası Stephen’la çok özel ve
karanlık bir ‘zaman tünelinin’ içinde seyahat etti. Arada zamanı yavaşlatan
‘süper kütleli kara deliklere’ batıp çıktılar. Yerçekimine, ölüme, hayata kendi
yöntemleriyle direndiler. Birbirlerini kıskandılar, aldattılar, acı çektiler,
umutsuzluğa kapıldılar ve her şeye rağmen beraber mücadele ettiler. Stephen
Hawking, kimsenin inanmadığı teorilerini tekerlekli sandalyesinde kıvrılmış bir
solucan gibi anlatırken Jane onun her koşulda yaşaması ve çalışması gerektiğine
inandı. Stephen’ın zekasıyla beslenen güçlü mizah duygusu ve içtenliğiyle
tünelin ucundaki büyük aydınlığı gördüler. ‘Hiçbir şeyden’ var olduğuna
inandıkları evrene derin bir çentik atarak ‘her şeye’ doğru kanatlandılar.
Jane
Hawking, Stephen’la hayatını anlattığı kitabının sonunda zamanın sihrini
hatırlatmış hepimize: “Ben kitabı yazmayı bitirdikten sonra Stephen
sıfır-yerçekimi uçuşunu tamamladı ve medyaya zafer dolu resimlere sebebiyet
vererek dünyaya sapasağlam döndü. Ağırlıksız özgürlükte havadan süzülürken
yüzündeki gülümseme yıldızların kalbini yumuşatabilirdi. Beni kuşkusuz derinden
etkiledi ve onunla sonsuzluğa doğru kısacık bir seyahate çıkmanın bile nasıl
bir ayrıcalık olduğunu düşünmemi sağladı”.
Stephen
Hawking, bilim dünyasına yaptığı katkıların yanı sıra mucizevi hayat
hikayesiyle hepimize bu dünyada ve hatta gelecekte uzayda bir işe
yarayacağımızı söyledi. Evet, hepimiz farklıyız. Parmak izlerimiz, kültürümüz,
inançlarımız, varlık sebeplerimiz farklı. Milyonlarca yıldır yaşayıp ölen
canlılar dünyasındaki uzun zincirde hala en akıllı varlıklar olduğumuzu
düşünüyoruz. Ama büyük keşiflerin, düşüncelerin ağırlığının ötesinde hayatın
kısa, sevecen, tutarlı bir temposu da var. Bunun tadını çıkarın.
İyi
yıllar.
*Sonsuzluğa
Yolculuk- Stephan’la Hayatım / Jane Hawking – Doğan Kitapçılık / Çev. Begüm
Güzel
*Stephen
Hawking – Zamanın Kısa Tarihi / Alfa Yayınları
- Güncellenmiş baskıdan yeni çev. Barış Gönülşen
(t24)
No comments:
Post a Comment