Kendi
deyimiyle “Cumhuriyetin ilk yıllarında bir Türkmen köyünde tek Kürt ailenin
çocuğu olarak doğan” Yaşar Kemal, eserlerinde büyüdüğü topraklardaki Ermeni
geçmişine sık sık atıfta bulundu.
Nobel
Edebiyat Ödülü’ne aday gösterilen ilk Türkiyeli yazar Yaşar Kemal, kaldırıldığı
hastanede yoğun bakım ünitesinde. Van’ın Muradiye ilçesine bağlı Ernis (bugün
Ünseli) köyünden Adana’ya (bugün Osmaniye sınırları içinde kalıyor) taşınan,
kendi deyimiyle “Cumhuriyetin ilk yıllarında bir Türkmen köyünde tek Kürt
ailenin çocuğu olarak doğan” Yaşar Kemal, eserlerinde büyüdüğü topraklardaki
Ermeni geçmişine sık sık atıfta bulundu.
Son olarak
2011’de Fransa’dan onur nişanı “Legion d'Honneur”, 2013 yılındaysa
Ermenistan’dan “Krikor Nargatsi Nişanı” nişanına layık görülen Yaşar Kemal’in
Adana bölgesindeki Ermeni mülkleriyle ilgili en bilinen satırları “Yağmurcuk
Kuşu” romanında geçiyor:
“Annesi
İsmail Ağa’ya şöyle öğütler: ‘Bir de senden dileğim, oğlum, o kasabaya
gidersen, o Ermenilerden kalma evleri, tarlaları kabul etme. Sahibi kaçmış
yuvada, öteki kuş barınamaz. Yuva bozanın yuvası olmaz. Zulüm tarlasında zulüm
biter.”
‘Ermeniler
kuş değil, evleri yuva olamaz’
İsmail Ağa
bu öğüde uyarak romanın sonraki bölümlerinde “Sağol ama Bey, ben Ermeni konağı,
çiftliği, tarlası istemem” diyordu ancak konağı öneren kişi teklifinin
reddedilmesine kızıyordu.
“Onlar kuş
değil Ermeni” diye bağırdı, bir çelik tel gibi zangırdayarak Arif Bey,
ayaklarını yere vurup tepinerek, “Sen ne söylüyorsun, be akılsız Kürt, deli
Kürt, onlar kuş değil, kuş değil… Evleri de yuva, olamaz.”
‘Cennet
yatırımı’ olarak ‘Ermeni öldürmek’
Yaşar
Kemal, bölgede var olan “şu kadar Ermeni öldüren cennetliktir” propagandasını
da İsmail Ağa’nın dostu Onnik’i öldürmek isteyen köylülerden kurtarması
üzerinden anlatıyordu:
“Ver
Ermeni’yi bana, onu öldürmeliyim ben. Cennete gideceğim. Bu Ermeniyi de
öldürürsem, benim sayım tamam olacak, cennete gideceğim, ver onu bana da sevaba
gir. Ben onu Rıza’dan satın aldım”
‘Çoğu
Ermenilerden kalma topraklar’
Yaşar
Kemal 1980’de yazdığı bu romanından çok daha önce, 1950’de kaleme aldığı İnce
Memed’in ilk cildinde de Ermeniler’e yer veriyordu:
“Ali
Safa Beyin son ele geçirdiği çiftlik, Karadutla sınır sınıradır. Çiftliğin
topraklarının yarıdan çoğu Ermenilerden kalmadır. Gerisi de Karadut
köylülerinden zorla, hileyle alınmadır.”
‘Kurtuluş
savaşı olmasaydı eğer’
Yaşar
Kemal İnce Memed’in ikinci cildindeyse Ermeni mülklerinin “el değiştirme”
sürecine odaklanıyordu.
“Kurtuluş
Savaşı olmasaydı eğer, bu toprakların bir avucuna bile sahip olmayı
düşünemezdi. Bu toprakların büyük bir kısmı Sultan Abdülhamidin, dere-beylerin,
Mısırlı dedikleri Arapların, bir de Ermenilerindi.”
Mustafa
Kemal’e ‘hediye’ Ermeni mülkü
“Arif
Saim Bey Dörtyolda kaldığı süre içinde oranın zenginleri, ayan ve eşrafıyla
konuştu. Dörtyolda da Hazineye kalmış Ermeni mülkleri ve portakal bahçeleri
vardı. Arif Saim bu mülklerden ve bahçelerden en güzelini Paşaya hediye
ettirdi. "Ne demek!" diyordu. "Bu yurdun kurtarıcısının burada
bir bahçesi olmasın! Olur mu?" Öfkeden köpürüyor, utançtan yerin dibine
geçiyordu.”
Türkmen
dostuna evini bırakan Ermeni
“Ahmet
Beyin Çukurovada en çok beğendiği ikinci toprak Akmezar köyünün yakınındaki bir
küçük çiftlik oldu. Ermeniler kaçarlarken, bu küçük çiftliğin sahibi Ermeni
çiftliğini bir Türkmen dostuna satmış oldu. Türkmenle Ermeni can arkadaştılar.
Ermeni dedi ki: "Eğer döner gelirsem kardeş, toprağımı bana geriye
verirsin. Geriye dönemezsem çiftlik senin olsun. Anan sütü gibi ye iç, kullan,
helal olsun."
Yıkılmaya
yüz tutan Ermeni mahallelerinde Kürtler
“Ermenilerin
bırakıp gittikleri mahalle yıkıntıya yüz tutmuştu. Burada şimdi Doğu
Anadolundan göç etmiş Kürtler oturuyorlar, kasabadaki en küçük bir olayla bile
ilgilenmiyorlardı. Toprak damlı Ermeni evlerinde oturan Kürtlerin
mahallelerinden durmadan Kürtçe bağrışmalar geliyordu.…
Eski
Ermeni mahallesinde ulu zeytin ağaçları, incir ağaçları sıcakta toz içinde
kalmış, kavruluyorlardı. Yıkık Ermeni mahallesinde yıkıntılar arasında nar
bahçeleri, nar bahçelerinde sevişirlerken ocaktaki demirler gibi kıpkırmızı
kesilen kaya yılanları, uzun uzun...”
Yaşar
Kemal, Ermeni mülklerini eline geçirenlere yönelik en sert eleştirilerini ise
İnce Memed’in üçüncü cildinde yer verdi. Bu kesimi “Cumhuriyetin şişirdiği
keneler” diye niteliyordu:
“Öyle
ötekiler gibi hazinenin, ya da Ermenilerin topraklarına konmamıştı Murtaza Ağa.
Ve hem de bununla övünürdü. Yalnız, şimdi bu oturduğu konağı, kaçarken ona
Ermeni dostu Karabet Keklikyan vermişti. Herkes konağın Karabetten zorla
alındığını söylüyordu ya, Murtaza Ağa bu iftiraya cin ifrit oluyordu. Hayır, o,
bu görkemli konağı gasp etmemiş, Ermeni dostu Keklikyana çil çil altınlar
sayarak satın almıştı. Konakları gasp edenler Zülfüydü, Taşkın Halil Beydi,
Molla Duran Efendiydi, Mustantık Rüştü Beydi. Ötekilerdi. Bir kuruş vermeden,
ne devlete ve ne de konakların sahiplerine, onlar gidince, babalarının malları
gibi gelip oturuvermişlerdi.”…
“Ötekiler
düşmüşler yazıya yabana, Ermenilerin çiftliklerini, Yörüklerin kışlaklarını,
öteki Hazine tarlalarına pay ediyorlar, bir türlü de gözleri toprağa
doymuyordu. Taşkın Halil Bey, Zülfü, emekli yargıç Hüdai, Mustafa Rüştü Bey,
bunların hepsi hepsi birer sahtekardı. Hepsi, Çamuroğulları, Tazıgiller,
Yiğitoğuan üç beş yılın, Cumhuriyetin şişirdiği kenelerdi.”
Ermenilerin
güvendiği Amber ev
Yaşar
Kemal, İnce Memed’in dördüncü ve son cildindeyse Ermeni komşularının
emanetlerine sahip çıkan “iyi” karakterlere yer verdi.
“Savaş
başlayıp da kasaba halkı biribirine düşünce, ortalık karışıp da herkes
Müslüman, Ermeni, diye ikiye ayrılınca, göç etmekte olan Ermeniler Amber Ağaya
başvurmak zorunda kaldılar.…
Kasabadaki
birçok kişi Ermenileri de, onların Amber Beydeki servetlerini de unutmuş
gitmişlerdi. Gece yarısı Amber Beyin kapısı çalındı, yıllardır bu vakitlerde
onun kapısını hiç kimse çalmamıştı.…
"Biz
seni soymaya, Ermenilerin sana bıraktıkları emanetleri almaya geldik."…
"Şimdi
siz geldiniz, benim yirmi bir yıldır sakladığım komşuların emanetlerini elimden
aldınız, bu emanetlerin bende olduğunu herkes biliyor, bunları benden sizin
aldığınızı millete nasıl söylerim de, onları nasıl inandırırım. Benim derdim
bu."…
"Seni
öldürelim mi?" diye sordu Ferhat Hoca.
"İnsanlığım
lekeleneceğine beni öldürün. İnsanların insanlara güveni kalmayacağına, bu
dünyada güvenilir bir insanın bile olmayacağına insanların inanması, insanlığın
ölümü demektir. Ben buna sebep olacaksam, ölmem daha iyidir. Haydi bir şey
yapın öyleyse."
Yaşar
Kemal, Ermenilerin mülklerini güvendikleri Müslüman komşularına bırakma
nedenini bir başka romanında, “Akçasazın Ağaları” dizisinin ilk kitabı olan
“Demirciler Çarşısı Cinayeti”nde anlatıyordu.
‘Kansız
bir safa sürmesin’ diye verilen Ermeni mülkleri
“Bu
konak, ona Ermeni bir arkadaşının armağanıydı. Ermeni arkadaşı bir gece, daha
kaçkaç, daha sürgün falan yokken ona gelmiş, «Bizim sonumuz yok. Bizi ya
öldürecek, ya sürecekler,» demiş, evin tapusunu ona vermişti. Güya evi Beye üç
bin altına satmıştı. Bey şaşırmış, «Amanın dostum, bu nasıl olur, sizi kira
sürer, kim öldürür?» diye Ermeniyi teselliye çalışmış, sözünü dinletememişti.
Ermeni diyordu ki, «Bu konağı özendim bezendim yaptırdım, içinde de iki yılcık
oturamadım. Baktım ki gidiyorum. Konağımda kansız, ciğeri beş para etmez birisi
safa sürecek. Düşündüm ki bu ev kime layık, Sarıoğlu Derviş Beye layık. .. Al,
helal olsun ev sana. Al, güle güle otur. Sana böyle bir ev değil, bin ev layık.
Saraylar layık.»”
“Çadırdan gelip konağa yerleştiler”
Yaşar Kemal, Ermeni mülklerinin bölgede kalan
halkı nasıl zenginleştirdiğini de sert bir eleştiri diliyle ele aldı.
“Süleyman
Sami:
“Ulan
o Ermeniler kaçmasalardı, sen de avucunu yalardın. Sazanlı toprağına sen de,
Abdül de kurban olurdunuz. Gül Fatma Çukurovada namlı orospu, sen oduncu olur
kalırdınız. Şükret ulan, şükret, iki dinli Serkise... Serkis Hazneciyana... Serkis
Efendiye. Serkis olmasaydı... Ya kaçmasaydı...” …
“Ne
kadar bir zaman oldu şu Ermenilerin gittiği zamana? Çok olmasa gerek. Daha
evlerin badanaları öyle duruyor. Şu ev de Serkisin. Bunu kim verdi sana Veli
Hasan? Serkis senin baban mı?”…
“Kasabaya
geldiğinde yalınayaktın. Ve Ermeniler kaçtığında en güzel Ermeni evine sen
kondun. Artin Külekyanın evini, Kendirlinin konağını sen ilkokul yaptın.
Tanıdıklarına, konar göçer Türkmen Ağalarına, ileri gelenlerine teker teker
Ermeni evlerini sen dağıttın. Çadırdan çıkıp Ermeni konaklarına geçtiler, işte
simdi seninle Çukurovayı paya çıkmış olanlar bu Ağaların oğullandır. Hayk
Topuzyanın toprağını kan eder çiftliğinin tapusunu nasıl çıkardın muallim Bey,
nasıl?”...
“Altı
bin dönümlük Vartan Beğyanın tarlasını hemen onun üstüne bir gün içinde
yapıverdin, niçin?”…
“Kim
akıl ederdi ki bu kasabanın nüfusu iki binden üç bine, üç binden on bine
yükselecek? Yarısına Kürtlerin yerleştirildiği, geriye kalanı da harabolmuş
Ermeni örenlerinin dolacağını senden başka kim, kim, kim akıl edebilirdi?”
Yaşar
Kemal aynı eserde Ermenilerden zor kullanarak alanlar olduğu gibi “paylaşımın”
sonraki aşamalarında da gerginlik yaşandığını, “Süleyman” karakterinin Mustafa
Ağa’nın evini dokuz silahlı kişisiyle basması üzerinden ifade ediyordu.
“Buradan
çıkacaksın. Panosyan’ın mirası bana düştü. Panosyanın oğlu olduğumdan değil...
Çünküleyin Panosyan’ı ben iteledim. Ol sebepten Panosyan’ın bütün malı mülkü,
konağı, tarlası, çiftliği, dükkanları hep bana kaldı”
Ancak
bu romanın içeriğini en iyi anlatansa, belki eserden de daha ünlü olan, içinde
sık sık geçen cümlesiydi:
“O
iyi insanlar, o güzel atlara bindiler gittiler”
No comments:
Post a Comment