“Çingene
çocuğu üşümez”, “ben Romanları çok severim”, “ama onlar da…” diye başlayan
sözcükler aslında kendi sınıfı dışındaki yoksula dokunmamayı seçmelerinden
kaynaklanıyordu.
Hacer
Foggo
İstanbul
- BİA Haber Merkezi
13
Ocak 2015,
Ataşehir’de Romanların barakasının yıkıldığı sabah
internette gazetelerin birinci sayfasındaki ilk haber gece itibarı ile kar
yağacağı, don olacağı ve okulların tatil olabileceğine ilişkindi.
O
sabah yıkım yerine ulaştığımda enkaz üzerinde eşyalarını çıkarmaya çalışan
Romanlar bir yandan eşyalarını çıkarmaya çalışıyorlar bir yandan da
kendilerinin Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olup olmadıklarına dair sorgular
yapıyorlardı. Okul çağındaki yedi, sekiz yaşlarında bir çocuğun okul çantasını
bulmaya çalışması, bacağı yıkımda yaralanan bir köpeğin dört yavru köpeğinin yanına uzanıp saatlerce
gözünü açmadan uyuma hali de bir sorguydu.
Bunlar
benim hayatımın son on yılında tanık olduğum ve her seferinde alışamadığım
manzaralardı. Sulukule'de, Küçükbakkalköy’de, Kağıthane'de, Pendik’te ve
Türkiye'nin birçok Roman mahallesinde. Gece yarıları sabaha doğru çalan her
telefon bir yıkım ya da bir ölümün haberi oldu.
Duruma
göre itilip kakılan, seçim zamanlarında hatırlanan yoksullar, iktidarı,
muhalefeti ile bir türlü önyargılarını yok edemediğim yöneticilerle geçti
hayatımın yarısı. Romanları Ataşehir’de enkazda bırakıp döndüğümde Ataşehir
Belediyesi’ne onlarca kez sorduğum sorular karşısında aldığım yanıtlar
gönderdikleri basın açıklamasında olamayan tek şey vicdandı.
Hala
kendi seçim kitlesini tatmin etmekten öteye geçmeyen açıklamalar yapıyorlardı.
Her olayda olduğu gibi bir türlü bitmeyen “ama”lar. Müteahhit Romanların
bulunduğu yeri dokuz ay once satın almış, Kaymakam, Vali yıkımı onaylamış onlar
da zabıtalarını ve yıkım kepçelerini buldozerlerini göndermişlerdi.
Belediyenin kendisine gore “haklı” gerekçesi ne beni ne
de enkazda bıraktığım Romanları ilgilendiriyordu. Çünkü yaptıkları her açıklama
ile yıkımı sorgulyanları değil; tek dert seçimler için ikna edilmesi şart olan
kitleleriydi. Oysa yıkımda okul çantasını arayan kız çocuğunun geleceğini bir
kere vicdanlarına sorsalar bu yıkımı hiç değilse yaza ertelemeyi bunu da yapamıyorlarsa bu aileleri başka
evlere yeleştirebilecek imkanları yaratmaları gerekiyordu. Ya da sabahın
beşinde eşyalarını evlerinden çıkarmalarına izin verebilirledi.
Enkazda
şimdi ikinci çocuğuna dokuz aylık hamile olan Maviş’i yıkım yerinde eşyalarını
çıkarmaya çalışırken gördüğümde önce tanıyamadım. Daha sonra Maviş’in 2006
yılında Küçükbakkalköy’de yine evi eşyaları ile birlikte yıkılan Sevgi
Yüksekova’nın kızı olduğunu anladım.
Maviş
o yıkımda okulunu bırakmak zorunda kalmış; mahallenin kurallara çok sadık
muhtarı evi yıkıldığı için kendisinee ikametgah belgesi vermemiş ve okula kayıt
yaptıramamıştı. Maviş şimdi başka bir barakada başka bir yıkıma doğmayan
bebeğiyle tanık olmuş ve yine bir başka sokakta bir barakada yaşayan annesinin yanında geceyi geçirecekti.
Ben
bütün bu soruları sorduğumda bana twitterda yazan başka birinin “Romanlar
yüzyıllardır böyle yaşıyor”cümlesi ile
yanıt vermesi, Ataşehir Belediyesi’nin ruhsuz basın açıklaması ile
tatmin olmuş kitlesi, onca protestolara rağmen Roman Havası dizisinde
hırsızlığın “doğal” bir hayatın parçası olarak gösterilmesi, dizideki Roman
mahallesine hergün uğrayan “sevimli” polisin potansiyel suçlu olarak gördüğü
mahalleliye “gözüm üzerinizde” mesajını vermesi ve bunu eleştirmem karşısında
“sadece bir dizi” diye tepki gösteren dizicilerin bu filmdeki “emeği”
tartışması, diziden para kazanan ”emekçileri” örnek vermesi, üniversitede Roman kimliğini saklamayan bir genç kıza
başka öğrencilerin “siz hep böyle misiniz?” diye aşağılayarak konuşmaları, bu
çocuğun üniversitede yaşadığı travmayı engellemiyordu.
Düşünmeyen
vicdanları ile muhasebe yapmayan “Çingene çocuğu üşümez”, “ben Romanları çok
severim”, “ama onlar da…” diye başlayan sözcükler aslında kendi sınıfı
dışındaki yoksula dokunmamayı seçmelerinden kaynaklanıyordu. Çünkü onlar da iyi
biliyorlardı ki dokundukları zaman aslında hayat eskisi gibi “konforlu basın
açıklamaları ve tweetleriyle “geçmeyecekti.
2006
yılında eşyaları ile birlikte evi yıkıldıktan sonra yıkılan evinin yerine
baraka kuran, çocukları gelinleriyle birlikte hayatını sürdüren ve sekiz yıl
birlikte hukuk mücadelesi verdiğimiz
Yüksel Dum’la hayatımız Kadıköy Belediyesi’ndeki “çağdaş, modern”
insanları yıkımın yoksul Romanlar
üzerindeki etkisini anlatmaya çalışmakla geçti. Yüksel Dum verdiği hukuk
mücadelesinin zaferini göremeden geçtiğimiz aylarda susuz, elektriksiz
barakasında geçirdiği kalp krizi ile mücadelesine veda etti. Peki bunun
hesabını kim verecek? Bunu anlatmak için hala Kadıköy Belediyesi’nden randevu
bekleyen ben mi?
Ya
da Sulukule'de evleri yıkılan bir odaya sığınan bir küçük piknik tüpü ile
ısınan ve bir taraftan da torunlarını okutmaya çalışan Sevtap ve Sabriye’yi
tanıyor mu “demokrat muhafazakar” kitle.
Bir
hayat var ve bu hayatın en derin yoksulluğunu yaşayanlar oradan oraya bir
haşarat gibi sürüklenirken buna seyirci kalan klişe sözlerle örülü
hayatlarımızın içinde yaşayan başka hayatlar. Ama ile başlayan “ama çok
neşelidirler”le biten her seferinde seçimlerde ya da askerklik dönemlerinde
“vatandaş”ve “görünür” olan yoksullar mı bunca yokluğun içinde bir de sizi hiç
durmadan ikna edecek? Oysa bir haber yaşamını sürdüren sizlerin makamlarınıza
kış ortasında çıplak ayakla terlikle gelen yoksulları bu adaletsizliğin
biteceğine ikna etmeniz gerekmez mi?
Bu
iknanın bir yolu belediyelerinizde koltuklarınızda otururken onlara “sizin de
yoksul bir hayattan geldiğinizi sonrasında çalışarak bu makamlara geldiğiniz”
hikayelerini anlatmak değildir. Bu
hikayeleri kapınıza gelen ihaleci müteahhit adamlardan zevkle
dinleyebilirsiniz. Ama şunu bilmelisiniz ki Pendik’te çadırda yaşayan
hurdacılık yapan Zehra’nın tek derdi bebeğini ısıran fare ile savaşmak. Basın
açıklamalarınızı duymuyor, görmüyor ama zaten sizin de öyle bir derdiniz yok.
Başka
çareniz yok, dokunacaksınız, dokunmazsanız sokaklarda geleceği belirsiz öfkeli
çocuklar kaplayacak her yanınızı. (HF/NV)
No comments:
Post a Comment