Gezegenin tarihi bir kaç milyar yıl, gezegende canlı yaşamın varlığı milyonlarca yıl, bilen-yapan-eden insan anlamında (homo sapiens) insan soyunun tarihi de yaklaşık 50-60 bin yıl kadar gerilere gidiyor. Neolitik Devrim de denilen insanların yerleşik hayata geçip tarımı keşfetmelerinden bu yana da yaklaşık 11500 yıl geçtiği biliniyor. İnsanlık tarihinin uzunca bir döneminde toplum, bu günkü gibi sınıflara ayrılmış değildi. Devlet ortada yoktu. İnsan toplumları, uzunca bir dönem mülkiyet kavramından habersiz yaşadı. Oldukça uzun bir zaman diliminde temel yaşam ilkesini; paylaşma, bölüşme, dayanışma, yardımlaşma oluşturdu. Başka türlü ifade edersek, kavramın jenerik anlamında komünist bir toplumsal düzen geçerliydi. Emek üretkenliğinin artması, alet-edevat ve beceri yeteneğinin gelişmesi, bir insanın kendi ihtiyacından daha fazlasını üretmesine imkân verdiği dönemden sonra, mülkiyetin ve devletin ortaya çıktığı biliniyor. Çelişik olarak teknolojik ilerleme, yaşamı kolaylaştırmanın hizmetine sunulması gerekirken, insanları köleleştirmenin bir aracı da oldu. Dolayısıyla, her teknik gelişme insan refahını artırması gerekirken, insanları daha çok sömürmenin, baskı altına almanın, köleleştirmenin hizmetine sunuldu.
Toplumun
ezen-ezilen, sömüren-sömürülen, yoksul ve zengin, köle ve efendi, zâlim ve
mazlum... olarak ikiye bölünmesiyle birlikte, toplum içi ve topluluklar arası
çatışmalar da “olağanlaştı”, “sıradanlaştı”. Artık o aşamadan sonra insan
toplumları farklı yoğunluklarda olsa da açık veya örtülü bir çatışma ortamında
yaşayacaktı... Aslında ezen-ezilen, sömüren-sömürülen ilişkisinin geçerli
olduğu yerde, saldırı-karşı saldırı diyalektiği de kaçınılmazdır. Netice
itibariyle baskının olduğu yerde baskıya, sömürünün olduğu yerde sömürüye (ki
ekseri bu ikisi bir bütünlük olarak tezahür eder) karşı mücadele eşyanın
tabiatı gereğidir. Baskının yoğunluğu arttıkça baskıya maruz kalanların tepkisi
de doğal olarak büyür. Bu yüzden boşuna “Bu güne kadarki bütün toplumların
tarihi, sınıf mücadelelerinin tarihidir” denmemiştir. “Özgür yurttaş ile köle,
patrisiyen ile pleb, baron ile serf, lonca ustası ile kalfa, sözün kısası ezen
ile ezilen sürekli karşı karşıya gelmiş, her seferinde ya toplumun devrimci bir
dönüşüme uğramasıyla ya da çatışan sınıfların ortak yıkımıyla sonuçlanan, kimi
zaman gizliden gizliye, kimi zaman açıktan açığa ama dur durak bilmeyen bir
mücadele içinde olunmuştur.
Tarihin
daha eski dönemlerinde hemen her yerde toplumun çeşitli zümreler hâlinde
tamamıyla eklemlenişini, toplumsal konumların çok yönlü olarak derecelenişini
görüyoruz: Eski Roma’da patrisienler, şövalyeler, plebler, köleler; Ortaçağda
feodal beyler, vasallar, lonca ustaları, kalfalar, serfler ve bu sınıfların
hemen hepsinde de özel derecelenmeler.
Feodal
toplumun yıkıntıları arasında filizlenip yükselen modern burjuva toplumu sınıf
karşıtlıklarını ortadan kaldırmamıştır. Modern burjuva toplumu eski sınıfların
yerine yeni sınıflar, eski baskı koşullarının yerine yeni baskı koşulları, eski
mücadele biçimlerinin yerine de yeni mücadele biçimleri getirmekten öteye
gitmemiştir.”(1)
Eğer
toplumda bölünmüşlük, sınıfsal karşıtlık kesin çizgilerle ayrılmış, sadece
ezen-ezilen, sömüren-sömürülen iki sınıftan, iki cepheden ibaret olsaydı,
durumun görünürlüğü çok daha kolay olur ve ezilen kesimlerin mücadelesi de daha
etkin ve daha kolay sonuç alınır durumda olabilirdi. Oysa gerçek dünyada durum
hiç de öyle değildir. Mesela burjuva toplumunu alalım. Teorik olarak kapitalist
bir toplumda başlıca üç buçuk sınıf bulunması gerekirdi: 1. Sermaye sahipleri; 2. İşletme yöneticileri [müteşebbisler] ki
şimdilerde bunlara daha çok CEO deniyor; 3. Proleterler (işçiler). Bir de
bunlara üretilen malları ve hizmetleri tüketicilere ulaştıran, aracı tacir
taifesini eklemek gerekir ki bu kesim de buçuğu oluşturur... Oysa gerçek durum
çok büyük farklılık ve çeşitlilik arz eder. İşte büyük kapitalistler, hisse
sahipleri (aksiyonerler), orta-boy kapitalistler, küçük işletme sahipleri vb.
Aynı şekilde işçi sınıfı da bir dizi çeşitlilik arz eder: Düzenli bir işte
çalışan iş güvencesine sahip kalifiye işçiler, sürekli bir belirsizlik ortamına
itilmiş, düzenli bir iş ve gelirden yoksun olanlar, işsizler, iğreti işlerde
çalışanlar vb.
Fakat
ezen ve ezilen toplum sınıfları arasındaki fark, sadece sınıfsal nitelikte
değildir. Farklılıkların bir dökümünü yapmak gerekse, herhâlde bir kaç kitap
sayfasına sığmazdı. Farklı dinlere, inançlara, mezheplere mensup olanlar,
farklı etkin kökenlere ait olanlar, derilerinin rengi farklı olanlar, farklı
dilleri konuşanlar... Köylülüğün yaygın
olduğu ülkelerde büyük toprak sahipleri, orta boy çiftçiler, küçük çiftçiler,
topraksız köylüler, tarım işçileri... Tabii hepsi bu kadar değil, her bir
ülkedeki sınıfsal-etnik- kültürel ayrışma bir ülkeden diğerine de farklılıklar
gösterir.
Batı’da
isyan (başkaldırı) geleneğini üç dönem ayrımı yaparak tahlil etmek, sorunun
netleştirilmesini kolaylaştırabilir. Bunu köleci, feodal ve kapitalist çağların
halk isyanları olarak ele alabiliriz. Fakat daha önce önemli saydığım bir
hususu hatırlatmak uygun olur. Uygarlığın başlangıcından beri Batı’da
(Avrupa’da) sınıf mücadelelerinin seyri, yoğunluğu ve etkileri, ortaya
çıkardığı sonuçlar dünyanın geri kalan bölgelerinden farklıydı. Kabaca iki
gelişme çizgisinden söz etmek mümkündür. Biri greko-romen çizgisi denilen,
Avrupa’daki evrimi tanımlayan gelişme çizgisi ki bu genel evrim karşısında
sadece küçük bir istisna idi. Dünya’nın geri kalanı bir istisna olan Avrupa’dan
farklı bir rota izledi. Nitekim Batı’da köleci-feodal-kapitalist bir evrim
çizgisi geçerliyken, dünyanın diğer bölgelerinde köleci üretim tarzı hiç bir
zaman söz konusu olmadı. Asla temel bölünmüşlüğü ve çelişkiyi oluşturmadı. Söz
konusu uygarlıklarda (üretim tarzlarında densin) köleci ilişkiler genel üretim
tarzına eklemlenmiş olarak var oldu. İslâm coğrafyasında olsun, mesela Osmanlı
imparatorluğunda köle-efendi ilişkisi istisna idi ve asla Antik Yunan ve/veya
Roma imparatorluğundaki gibi değildi. Aynı şekilde bazı benzerlikler ve ortak
noktalar olsa da Avrupa dışı dünyada Avrupa tipi bir feodalizmden de söz etmek
mümkün değildir. İşte, Çin’de, Hindistan’da, İran’da, Orta Doğu’da, Kristof
Kolomb’un macerası öncesinde Amerika kıtasında (Aztek, Maya-İnka uygarlıkları)
geçerli üretim tarzlarını “feodal” olarak nitelemek abartılı bir basitleştirme
olur.
Üzerinde
durulması gereken bir önemli husus da Avrupa’da sınıfsal karşıtlıkların,
dolayısıyla sınıf mücadelelerinin, dünyanın geri kalan bölgelerinden daha
keskin oluşudur. Bunun nedeni Batı’da özel mülkiyetin istisna değil, kural
olmasıdır. Oysa Doğu’nun büyük imparatorluklarında, krallıklarında,
hanlıklarında, vb. toprak üzerinde özel mülkiyet kural değil istisna idi.
Mesela Osmanlı İmparatorluğunda topraklar Beytülmâle aitti. Padişahların
topraklar üzerindeki tasarrufu Tanrı adına yapılan bir tasarruftu...(2) Bu
özellik, sömürü ve baskının (ezen-ezilen ilişkisini densin) Batı’dakine göre,
görece daha “yumuşak” olmasını sağladı. Avrupa dışı toplumsal formasyonlarda
“merkezî” bir devlet yapısı geçerliydi. Oysa Batı’da bir dizi iktidar
bölünmüşlükleri (hiyerarşiler) söz konusuydu. Bu durum, sömürü ve baskıyı ve
aynı zamanda bölünmüş unsurlar arasındaki çatışmaları ve tabii ittifakları da
olanaklı hâle getiriyordu. Batı’da çok sayıda köle isyanı olduğu hâlde Avrupa
dışı sosyal formasyonlarda veya uygarlıklarda köle isyanlarının pek vâki
olmayışı doğrudan bu durumla ilgilidir.
Aslında
insanlık tarihinin son bir kaç bin yılı isyanların, başkaldırıların tarihidir
ama tarih, ezenler tarafından yazıldığı için ezilenlerin çığlığı pek duyulmadı.
G. R. Elton bu konuda söyle diyordu: “Tarih, imtiyaz sahibi olmayanların duygu
ve özlemlerini sıklıkla kaydetmez.” (Elton, 1964: 87) (3)
Zira
yaşanmış bir olayın kimin tarafından hikâye edildiği önemsiz değildir.
İsyan
edenle isyanı bastıranın anlattığı hikâye doğası gereği farklı olmak
zorundadır. Bu konuda çok bilinen köle isyanı, Spartakus’un liderliğinde, Roma
Cumhuriyet döneminin sonlarında patlak veren isyandır ama aslında bu isyan
“köle savaşları” olarak bilinen üç isyanın sonuncusuydu. Önceki iki isyan
milattan önce 1040-1039’da Suriye kökenli Eunus liderliğinde başlatılan ve 1032
yılanda bastırılan isyandı. Bu üç isyanın sebebi veya ortak paydasında o
dönemde giderek büyüyen tarım plantasyonlarında ve madenlerde köle emeği
sömürüsünün derinleşmesiydi. Ve köleler Sicilya’nın bir bölümünde “Sicilya
Kırallığı” adını verdikleri Helenistik temelli bir kırallık kurmayı
başarmışlardı. İsa’dan önce ikinci yüzyılın sonlarında birçok köle ayaklanması
olduğu biliniyor.
İkinci
köle isyanı MÖ 104 ve 100 yılları arasında patlak vermişti. Fakat bu ikinci
önemli ayaklanma sadece kölelerin isyanı değildi, Salvius–Tryphon ve Athénion
önderliğinde, çobanları da kapsayan bir isyandı. Aynı şekilde Sicilya’da
Helenistik modele uygun bir krallık kurmayı başarmışlardı ama konsül Manius
Aquilius Nepos tarafından ezildi.
Üçünçü
büyük köle isyanı, MÖ 73 yılında patlak veren Spartakus liderliğindeki isyan,
büyük köle isyanlarının sonuncusuydu. Roma İmparatorluğunun yürüttüğü genişleme
ve yayılma savaşlarında çok sayıda esir alınıyordu ve bu esirler köle statüsüne
indirgenerek, pazar için üretim yapan büyük çiftliklerde (latifundiyalar) ve
madenlerde çok büyük baskı altında çalıştırılıyordu. Trakyalı bir çoban olan
Spartakus ücretli asker olarak Roma ordusuna alınmış, ordudan firar etmiş,
yakalanmış ve köle olarak satılmıştı. İtalya’nın güneyinde bir gladyatör okulu
sahibi tarafından satın alındığı, okuldan bir grup arkadaşıyla kaçtığı ve önce
haydutluk yaptıkları ama zamanla “sosyal eşkıya” niteliği kazandığı ve köleleri
özgürleştirmek, ayaklandırmak üzere harekete geçtiği biliniyor. Bir zaman sonra
Spartakus’un ünü yayılıyor, kölelerin umudu hâline geliyor ve İtalya’nın her
yerinden köleler Vezüv yanardağının yamaçlarında toplanıyorlar. Kendi
emekleriyle geçinir hâle geliyorlar, dayanışmayı-yardımlaşmayı esas alan bir
yaşam tarzı oluşturmayı ve özgürce yaşamayı başarıyorlar. Oysa bütünüyle köle
emeği sömürüsüne dayalı Roma’nın böyle bir duruma razı olması, böyle bir durumu
tolere etmesi mümkün değildi. Zira böyle bir şey, Roma için var olma-yok olma
meselesiydi... Spartakus, Alp dağlarını aşarak kölelerin ülkelerine dönmesi
yönünde bir düşünceye sahipti ama bu düşünce, arkadaşları tarafından
benimsenmiyor. O zaman, Sicilya’ya geçmek ve/veya Kuzey Afrika’da eşitlik
temeli üzerinde bir yaşam tarzı oluşturma fikrini benimsiyor. Roma ordularının
ilk iki saldırısı püskürtülüyor. Roma ordusu M. L. Crassus komutasında üçüncü
bir taarruza geçiyor. Spartakus liderliğinde köleler, onu da yenilgiye
uğratıyor ama savaşçı köleler itaatsizlik edip düzeni bozuyorlar, erkenden
yağmaya girişiyorlar. Crassus, bu durumu lehe çevirip köle ayaklanmasını ezmeyi
başarıyor... Ve Spartakus vuruşa vuruşa ölüyor. Bir kısmı köle kaçmayı
başarıyor ama yaklaşık 6 bin kadarı yakalanıp Roma’ya götürülüyor. “Kentin
girişindeki Apium yolunun iki yanına dikilen direklere bağlanarak (devlet
terörü estirmek amacıyla) bir bir haça geriliyorlar. “Keşke bu yol Roma’ya
çıkmasaydı!” Köle ayaklanmalarının bastırılması, Roma’nın Cumhuriyet’ten bütün
yolların Roma’ya bağlanacağı imparatorluğa geçişini hızlandıran etmenlerden birini
oluşturdu.”(4)
Alâeddin
Şenel, “Kemirgenlerden Sömürgenlere-İnsanlık Tarihi” adlı ünlü eserinde,
Spartakus ayaklanmasıyla ilgili şöyle diyor: “Spartakus köle ayaklanmasının
insanlık tarihi bakımından iki önemli uzantısından söz edilebilir. Birincisi,
Roma emperyalizminin sömürdüğü köleler ile boyunduruk altında tuttuğu halkların
önderlerini (Spartakus ve İsa’yı) cezalandırmada haçı kullanmasıdır. Böylece
haçın imparatorluğa, sömürüye ve baskıya karşı başkaldırmanın simgesi olması
beklenirken tersinin olmasıdır. İlk kovuşturmalardan sonra, imparatorluğa uygun
bir ideoloji olabileceğini kavrayan Roma yöneticileri, İsacılığı devlet dini
yapma başarısını göstermişlerdir. Roma İmparatorluğunun dağılmasıyla kurulan
düzenler ise (haksızlığın ve acımasızlığın simgesi olabilecek) haç’ı İsacılık
ile birlikte eşitsizlikçi toplum düzenlerine (gönüllü) boyun eğdirmenin bir
aracı olarak kullanabilmişlerdir.
Bunun
tam tersi (ikinci) bir etkiyle, Roma İmparatorluğu’ndaki köle ayaklanması ve
ayaklanmanın önderinin adı (Birinci Dünya Savaşı sonrası Almanyasında
“Spartakistler” ayaklanmasında görüldüğü gibi) eşitsizlikçi düzenlere
başkaldıranların esin kaynaklarından birini oluşturabilmiştir.”(5)
Batı
tarihinde Orta Çağ olarak bilinen çağ, Batı Roma İmparatorluğu’nun çöküşüyle
(476), Kristof Kolomb’un macerasının başlangıcı olan 1492 arasındaki dönemi
kapsıyor. Elbette bir çağ için bu tür kesin tarihler vermek o kadar da isabetli
değildir. Yine de Orta Çağ uygarlığının dört ayırt edici niteliğinden veya
özgünlüğünden söz etmek mümkündür:
1.
Politik otoritenin bölünmüşlüğü/parçalanmışlığı, dolayısıyla devlet kavramının
silikleşmesi.
2.
Tarım ağırlıklı bir ekonomik işleyiş.
3.
Toprağın sahibi olan ve militer soyluluk ve serflerden (köylülük) oluşan bir
sosyal bölünmüşlük ve nihayet.
4.
Hristiyan inancına dayalı, kilise tarafından biçimlendirilen bir düşünce
sistemi.
Söz
konusu toplumsal yapı XIII. yüz yıldan başlayarak dönüşüme uğradı ve esas
itibariyle de yüzyılın sonundan itibaren tarımda belirgin değişimler ve dönüşümler
ortaya çıktı. XIII. yüzyılın sonunda ortaya çıkan kuraklık tarımda tam bir
yıkıma neden oldu; uzunca bir zaman süren kıtlık yaşandı. Bazı tahminlere göre
1347 ile 1353 arasında, yedi yılda Batı Avrupa’da 25 milyon insanın ölümüyle
sonuçlanan veba salgını da tarımı olumsuz etkiledi. Bu iki faktör tarım
sektöründe bir yıkım tablosu ortaya çıkardı. İşgücü yetersizliği yüzünden
ücretler yükselince dışarıdan, Baltık ve Slav ülkelerinden daha ucuza tahıl
ithal etme yoluna gidildi. Bu yeni durum büyük toprak sahipleri ve senyörler
lehine, küçük köylüler ve küçük soyluların aleyhine sonuçlar ortaya çıkardı.
Zira küçük köylülerin ucuz ithal tahılla rekabet etmeleri mümkün değildi. Bu
durumun sonucunda köylüler arasında işsizlik artmış, proleterleşme derinleşmişti.
O tarihten sonra tarım daha çok kentin ihtiyaçlarını karşılamaya yöneliyor,
tahıl üretiminin yerini sanayi ve ticaret bitkileri (keten kenevir, üzüm vb.)
alıyor, köylüler işsiz kalmadıkları (proleterleşmedikleri) durumlarda ortakçı
ve yarıcı statüsüne indirgeniyorlardı...
Tarımsal
alanda bir önemli gelişme de kentlerin artan et tüketimini karşılamak üzere,
büyük çaplı koyun besiciliğinin başlatılmasıydı. Ünlü “çitleme hareketinin
(enclosure) başlamasıyla büyük toprak sahipleri konumlarını daha da pekiştirdi
ve sürecin belirleyici unsuru hâline geldiler. Artık ortak mallar (common
goods) kavramı önemini kaybediyordu ve toplumun, köylü kitlesinin ortak
kullanımına sunulmuş tarım toprakları ve meralar büyük toprak sahiplerinin
eline geçiyor, mülksüzleşme ve tabii proleterleşme derinleşerek devam ediyordu.
Köylü topluluğu parçalandı. Bütün bunlara ekseri dayanılmaz vergiler ve angarya
da ekleniyordu. Ve sonuç derinden derine yürüyen itirazların ve isyanların açık
isyanlara dönüşmesi olacaktı... Köylü isyanlarıyla ilgili yazılı kaynaklar son
derece sınırlı olsa da bu durum ezilen, sömürülen ve isyan etmekten,
başkaldırmaktan başka seçenekleri kalmayan kırların emekçi çoğunluğunun
çığlığını tam olarak unutturması da mümkün olmadı. Mesela daha XII. yüzyılda Normandiya
köylüleri “bizde insanız” diye sızlanırken, XIV. yüzyılda İngiliz köylüleri:
“Âdem toprağı beller, Havva yün eğirirken beyefendiler neredeydi?” diye hesap
sorar hâle gelmişlerdi. Çitleme (enclosure) saldırısına karşı mücadele yürüten
İngiliz köylülerinin şu beyti, durum hakkında bir fikir veriyor: [They hang the
man, and flog the woman, That steals the goose from off the common; But let the
greater villain loose,
That steals the common from the goose].
“Çaldı
diye herkesin olan kazı
Adamı
asıp kırbaçladılar kadını
Saldılar
lakin zalimin büyüğünü,
Herkesin
olanı kaz kafalıdan çalanı.”
“İnsafsız,
yok edici, öğütücü bir saldırıyla yüz yüze gelen köylüler, çok çeşitli tepki ve
mücadele yöntemlerine başvuruyorlardı: Angaryaya karşı pasif direniş, senyörler
hesabına vergi toplayan senyörlük mübaşirleriyle çatışma, işi sabote etme, ot
ambarlarını ateşe verme, senyörlere ait “özel ormanlarda” avlanma... söz konusu
tepki ve mücadele yöntemlerinden bazılarıydı... Tabii buna zaman zaman
başvurulan çapulculuk ve eşkıyalık yöntemini de dâhil etmek gerekir...
Batı
Avrupa’da emekçi halk kitlelerinin yaşam koşullarını olumsuz etkileyen, itirazları ve isyanları tetikleyen sadece
ortak mallara, “herkese ait olması gerekene” [commons] soyluların ve yeni yetme
burjuvaların el koyması değildi. Mesela Fransa’da ardı-arkası kesilmeyen
savaşlar, yenilgiler, her seferinde vergilerin daha da ağırlaşmasıyla
sonuçlanıyordu ve bu dayanılmaz bir durumdu. Nitekim Flandre’lıların isyanı tam
da bu ağır vergilere bir cevaptı. İsyancılar, Brugge ve İeper kenlerini ele
geçirmişlerdi ama 1323 yılında patlak veren isyan 1328 de Cassel’de Fransa
kralının ordusu karşısında yenik düşmüştü... Fransa’da “Jacques Hareketi”
olarak bilinen ve önemli izler bırakan isyan da 1358 yılında bastırılmıştı.
Avrupa köylü isyanları geleneğinden önemli izler bırakan bir isyan da
İngiltere’de Wat Tyler önderliğindeki köylü ayaklanmasıdır. Bu isyanın bir
özelliği de isyana zanaatkârların da dâhil olmasıydı. Bu vesileyle hatırlanması
gereken bir şey de isyanların sadece toplumun “en yoksullarının” isyanı
olmamasıdır. Nitekim tarım kesiminde durumları sarsılan kırların küçük toprak
sahipleri ve aynı şekilde “küçük soylu” tabaka, isyanların önemli
bileşenleriydi...
Kapsamı,
yoğunluğu ve etkileri farklı olmakla birlikte, XVI. yüzyıl ve sonrasında
Almanya’da, Fransa’da, İngiltere’de, İtalya ve Macaristan’da çok sayıda köylü
ayaklanması oldu. Bu isyanlardan en kapsamlılarından biri de Almanya’da Thomas
Münzer’in önderlik ettiği ünlü “Köylüler Savaşı”dır. Köylüler Savaşı’nın diğer
köylü isyanlarından farkı, onun ortaklaşmacı bir perspektife sahip olmasıdır.
Hareketin sloganlarından biri omnia sunt communia (her şey ortaktır) idi. Ve
çağına göre son derecede ileri bir perspektife sahipti. Yoksul bir ailenin
çocuğu olan Thomas Münzer, çok erken yaşta babasını kaybediyor. Slav kökenli
bir zanaatkâr olan babası, bir kont tarafından idam ediliyor. Leibzig’de
teoloji eğitimi görüyor ve rahip yardımcılığı görevine atanıyor. Sosyal bir
devrimin gerekliliğine inanıyor ve bu yüzden kurulu düzenin efendileriyle
(Sivil iktidar, Roma Kilisesi ve Martin Luter’le) arası açılıyor. 1523’ter
itibaren Luter’e yönelik itirazının dozu artıyor. Fikirlerini köylüler arasında
yaymak için isyanı bir avantaja dönüştürmek istiyor. İsyancı köylülerin
taleplerini 12 maddelik bir manifestoda ortaya koyuyor. Ve isyan, Almanya’nın
Fransa sınırlarından Avusturya içlerine kadar geniş bir bölgeye
yayılıyor... Komutasındaki 7-8 bin kadar
savaşçı köylüyle 1525 yılında Mühlhasen ve Thuringe kentlerini ele geçiriyor.
Ve fakat Frankenhausen’deki savaşta isyan yenilgiye uğratılıyor. Thomas Münzer yakalanıyor,
başı kesilerek idam ediliyor. (İbreti âlem için densin) Başı ve gövdesi ayrı
ayrı sergileniyor... Münzer’den yüz yıl kadar önce benzer bir isyan da bizim
topraklarımızda Şeyh Bedrettin liderliğinde gerçekleşmişti, onun âkibeti de
Münzer’inki gibi olmuştu...
Tarih
boyunca halklar isyan etmeye devam ettiler, çoğu kez de yenildiler, liderleri,
önderleri, ön saflarda savaşanları her durumda hunharca katledildi ve Garp
cephesinde yeni bir şey yok... Aslında özgürlük mücadelesinde yenilmek diye bir
şey yoktur. Zira adımını attın mı özgürleşmeye başlarsın ve bu öylece sürüp
gider... Her ne kadar isyanlar kısa vadede yenilmiş gibi görünseler de her
zaman bir şeyleri değiştirmeyi -az ya da çok- başarmışlardır. Mücadele
deneyimleri nesilden nesile aktarılmış, ilham, cesaret ve umut kaynağı
olmuştur.
Köle
ve köylü isyanlarından, ekonomik ve politik devrimlere: Modern zamanlar.
Avrupa’nın
batısında XIII. yüzyılda başlayan ekonomik ve sosyal değişim, 1492 sonrasında
“Yeni Dünya”nın “keşfi”yle (fethi demek daha uygun) hızlandı. XVIII. yüzyılın
son iki on yılında da yeni bir rotaya girdi. XVIII. yüzyılın sonunda ortaya
çıkan iki önemli olay (devrim): İngiliz sanayi devrimi ve Fransız politik
devrimi sadece Avrupa’nın değil, bir bütün olarak insanlığın manzarasını baştan
aşağı değiştirecekti. Bunlardan birincisi olan sanayi devrimi, o tarihten sonra
ekonominin üzerinde yol alacağı teknik temeli oluşturdu; ikincisi de
politikanın (yönetimin) nasıl yapılacağını, devlet yönetiminin nasıl bir temel
üzerinde yol alacağını belirledi. Elbette insanlık tarihinde müstesna öneme
sahip bir yeri olan Büyük Fransız Devrimi’nin gerisinde de “aydınlanma”
(Lumières) ve modernite devrimi vardı. Sanayi devrimine kesin bir tarih
atfetmek pek uygun olamasa da James Watt’ın buharlı makinanın telif hakkını
aldığı 1784 yılı başlangıç tarihi sayılabilir... Ondan beş yıl sonra da (1789)
Fransız Devrimi patlak verecekti.
O
tarihten sonra kapitalizm, hızlı bir gelişme kaydedecek, eski üretim, tüketim
ve yaşam biçimlerini alt-üst edecek, bir tsunami gibi her şeyi kapsayacak,
kendi mantığını dayatacak, velhasıl geleneksel yapıları hızla dönüştürecek ve
kendi suretinde bir dünya yaratacaktı. Bu, artık her şeyin metalaştığı,
paralılaştığı, bir alım-satım ve ticaret konusu olduğu dönemdi. Fakat
kapitalizm esas itibariyle mülksüzleştirerek sermaye biriktirmek, her seferinde
daha çok biriktirmektir. Zira sermaye biriktirmenin öteki yüzü,
mülksüzleştirme, proleterleştirmedir. Başka türlü ifade edersek kapitalizm,
kutuplaştırıcı bir temel eğilime ve dinamiğe sahiptir. Yoksulluk üretmeden
zenginlik üretemez, kutuplaştırmadan yol alamaz. Dolayısıyla kapitalist
gelişmenin ileri her aşaması, geniş toplum kesimlerinin yaşam koşullarının
göreli ve mutlak kötüleşmesiyle sonuçlanabilirdi ancak. Kapitalizmde mündemiç
bir temel çelişki demeye gelen ‘üretim için üretim’ sapması, bu gün insanlığın
yüz yüze geldiği sayısız insanî ve toplumsal kötülüklerin ve ekolojik
bozulmanın yegane nedenidir...
Sanayi
devrimiyle birlikte ortaya çıkan teknik gelişmeler, doğal ve mantıkî olarak
insanların daha kolay, daha az zahmetle, daha az zamanda üretip daha iyi
yaşamalarına imkân vermesi gerekirken, çelişik olarak her teknik ilerlemeyle
birlikte emekçi halk sınıflarının durumu kötüleşmeye devam etti. Üstelik söz
konusu süreç, sadece insanî ve sosyal mahiyetteki sorunları azdırmakla da
kalmadı, doğanın dengesini ve toplum-doğa metabolizmasını da çatlattı...
Velhasıl şimdilerde kapitalizm, gezegende yaşamı tehlikeye atmış bulunuyor.
Sanayi
devrimiyle birlikte başlayan süreç, bir taraftan mülksüzleşmeyi
derinleştirirken diğer yandan da onunla birlikte işçi sınıfının yaşam
koşullarını dayanılmaz hâle getirdi. Sanayi devriminden sonraki ilk on yıllarda
günlük çalışma süreleri 14-16 saate kadar çıkıyordu. Kadın ve çocuk emeği sömürüsü
de istisna değil, kuraldı. Fabrikalarda çalıştırılan çocukların yaşı 5’e, 4’e
kadar iniyordu... Genel bir çerçevede işçiler, ikili saldırıyla karşı
karşıyaydılar: 1. İşverenin baskısı; 2. Devletin baskısı. Oysa Fransız Devrimi
“eşitlik ve özgürlük ilkeleriyle insan ve yurttaş haklarını tüm insanlar için
vazgeçilmez ilân etmişti. Ama daha devrimin ikinci yılında (1791) işçilerin bir
araya gelip dernek kurmaları yasaklanmıştı. Fakat tüm baskılara ve yasaklara
rağmen çatışmalar yayılıyor, mücadele devam ediyordu... 1831 yılında Lyon’da
patlak veren ünlü Canuts isyanı, hunharca ezilmişti. Aynı şekilde Paris’te
işçiler, orduya karşı sokaklarda barikatlar kurmuşlardı.
Bu
dönemde işçi sınıfının içine sürüklendiği sefalet ortamı ve dayanılmaz yaşam
şartlarıyla ilgili olarak, Fransa’da Emile Zola’nın, İngiltere’de Oliver
Twiste’in romanları son derecede öğreticidir... Elbette sayıları hızla artan ve
yaşam koşulları da hızla kötüleşen işçi sınıfının (proleteryanın) bu saldırı
karşısında sessiz ve tepkisiz kalması mümkün değildi. Daha önce söylediğimiz,
saldırı-karşı saldırı diyalektiği hükmünü icra etmek durumundaydı. Mücadele
içinde işçiler, kendi konumlarının bilincine vardılar ve bir işçi sınıfı
bilinci de ortaya çıktı. Kapitalizmin saldırısına karşı ortaya çıkan ilk tepki
İngiltere’deki Luddites isyanıydı ve bu hareket, 1811’den itibaren
yaygınlaşacaktı. Aslında Luddites isyanı, bir tür içgüdüsel tepkiydi: İşçiler
yaşamlarını çekilmez hâle getirenin fabrikalar olduğu düşüncesiyle makineleri
kırıyor, fabrikaları ateşe veriyor, patronların (efendilerin densin) evlerini
talan ediyordu... Rivayete göre hareket adını, Ned Ludd adında bir işçiden
alıyor. “Kaptan Ludd”, “General Ludd”, “Kral Ludd” olarak da anılan Ludd’un bir
tür efsaneleştiği anlaşılıyor... İleriki dönemde Luddism ve/veya Luddist,
terimleri teknolojiye karşı olanlar için de kullanılmıştır. Her seferinde ordu,
bu isyanları eziyor ve kontrol altına alıyordu. Makineleri asıl düşman olarak
gören (algılayan) bu mücadele tarzı, 1820’li yıllardan itibaren etkisizleşiyor:
Köksüzleşen kalifiye olmayan yeni proleterler arasında gruplaşmalar ortaya
çıkıyor, bir dizi mezhep oluşuyor ve daha sonra politik eylem girişimleri
başlatılıyordu... 1836’da Chartiste hareket, genel oy hakkı ve maaşlı
milletvekilliği için mücadele yürütüyor ve bu mücadele 1848’de başarısızlığa
uğruyordu... 1834’te Robert Owen ilk işçi sendikasını kuruyor ve artık işçi
sınıfı için örgütlü mücadele dönemi başlıyordu. Nihayet 1884’de ‘Sendika ve
Grev Hakkı’ kabul ediliyor, o tarihten sonra sendika, grev ve toplu sözleşme
pratiği yerleşiyordu...
Tüm
Avrupa’yı saran ‘1848 Devrimleri’nden sonra mücadele, yeni bir sürece girdi.
Aynı yılda Sosyalist teorinin kurucuları ve mücadelenin liderleri olan Marx ve
Engels’in ortak kaleme aldıkları Komünist Manifesto [1848] yayınlandı. Artık
sınıfsız-sömürüsüz, sınırların olmadığı bir insanlık toplumunun imkân dâhilinde
olduğu düşüncesi zihinlere yerleşmekteydi. 1864 yılında “Komünist
Enternasyonali” olarak da bilinen “Uluslararası İşçi Derneği”nin (L’Asociation
İnternational des Travailleur) toplanması, işçi hareketi ve sosyalist mücadele
bakımından sembolik ve reel bir öneme sahipti. Batı’da (Fransa’da)
kapitalizmden çıkma ve sosyalist bir toplum kurma yolundaki ilk kalkışma
1871’de ortaya çıkan “Paris Komünü”ydü. Gerçi Komün, ezildi ve ömrü çok kısa
oldu ama sosyalist bir toplumun mümkün ve gerekli olduğuna dair bilincin canlı
kalmasını sağladı.
O
dönemden sonra sosyalist bir toplumsal düzen için verilen mücadele, biri
Marksizm, diğeri de Bakunin ve Jeseph Proudhon’un öncülük ettiği anarşizm olmak
üzere iki rotada yol alacaktı. Anarşizm başlarda özellikle Rusya, Fransa,
İspanya ve İtalya’da etkili olsa da 1900’lerin başından itibaren politika
alanındaki etkisi ve görünürlüğü zayıfladı.
Batı
Avrupa’da işçi sınıfının örgütlü mücadelesi önemli kazanımlar elde etti: İş
istikrarı sağlandı, iş kazaları önemsenir oldu, 1850-1860’lı yıllardan
başlayarak ücretlerde sürekli bir artış sağlandı, sosyal konut planı gündeme
getirildi ve genel bir çerçevede işçilerin yaşam standardı görece iyileşti...
İzleyen
dönemde büyük sendikalar ve sosyalist/işçi partileri kuruldu. Lakin burjuva
parlamentosuna dâhil olmak, zamanla mücadelenin etkinliğini zaafa uğrattı.
Kapitalizmi aşma hedefi savsaklandı. Reformist/revizyonist bir rotaya girildi.
Aslında
işçi sınıfı mücadelesinin genel bir çerçevede iki rotada ilerlediğini söylemek
mümkündür: Fransız sendikacılığı devrimci bir karaktere sahipti. Kapitalizmi
aşmayı hedefliyordu. CGT (Confédération Générale du Travail) 1895’te kuruldu.
İngiltere’deki sendikacılık pratiği, kapitalizmi aşmak gibi bir perspektife
sahip değildi. Sistem içi mücadeleyle durumunu iyileştirme tercihi yapılmıştı.
ABD’de zaten oldum olası konsensüs kültürü geçerlidir. Baştan itibaren devletin
ve sermeyenin kontrolünde bir mücadele pratiği geçerli oldu. Almanya’daysa,
sendikacılık alanında ikili yönetim (cogestion) modeli geçerli oldu. İşçiler
işletmenin ve ekonominin yönetimine katılmakla yetindiler. Sistemi dönüştürme,
kapitalizmi aşma perspektifine daha baştan yabancılaştılar. Aslında genel bir
çerçevede İngiliz, Alman ve Amerikan sendikacılık hareketi konsensüs
sendikacılığı olmanın ötesine hiç bir zaman geçemediler… (6)
Elbette
XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Batı’da işçi sınıfının durumunda
göreli ve mutlak bir iyileşme oldu ama bu durumu kolonyalist ve emperyalist
yayılmadan, dünyanın geri kalanının yağma ve talanından bağımsız düşünmek doğru
olmaz. Batı’da, kapitalist/emperyalist ülkelerde işçi sınıfının durumunun
iyileşmesi, yeryüzünün lanetlilerinin durumunun kötüleşmesinden bağımsız
değildi... Aynı şekilde Emperyalistler arası II. savaş (1939-1945) sonrasında
Batı’da yaşam standardının hızlı yükselişinin asıl nedeni de başta enerji
(petrol) olmak üzere, Üçüncü Dünya denilen ülkelerin doğal kaynaklarının nerdeyse
bedavaya kullanılmasıydı...
Kapitalizmi
aşmaya dönük, itirazlar, isyanlar, başkaldırılar, ödenen onca bedele rağmen bu
güne kadar başarılı olamadı. Kapitalist sömürü, yağma ve talan, kaldığı yerden
devam etti. Ve fakat insana, doğaya, canlı yaşama düşman kapitalist sistem,
artık tam bir sürdürülemezlik tablosu ortaya çıkarmış bulunuyor. Doğanın
dengesi hızla bozuluyor, sosyal kötülükler çığ gibi büyüyor, yaşam
anlamsızlaşıyor, tehlikeye giriyor ve hâlâ insanlara, sabrederlerse işlerin
ilerde “düzeleceği”, daha iyi olacağı söyleniyor... Velhasıl ilerleme ve
kalkınma adına insanlığın ve uygarlığın geleceği tehlikeye atılmış bulunuyor. O
hâlde iki şey: Ya vakitlice kapitalizm belası defedilecek, insana saygılı,
doğayla uyumlu yeni bir uygarlık tercihi yapılacak ya da insanlığın bir
geleceği olmayacak. Zira insan toplumlarının eylemi, artık jeolojik dönüşümler
(anthropocène) yaratacak düzeye ulaşmış
bulunuyor.
Karl
Marx- Friedriche Engels, Komünist Manifesto, Almancadan çeviren. Nail Satlıgan,
Yordam Kitap, ss: 40, 41.
2.
Fikret Başkaya, Yediyüz- Osmanlı Beyliğinden 28 Şubata, Bir devlet geleneğinin
anatomisi, Özgür Üniversite Kitaplığı.
Elton,
G.R (1964), Reformation Europe 1517-1559, London and Glascow, Collins. 3rd.
Edition.
Alaêddin
Şenel, Kemirgenlerden Sömürgenlere- İNSANLIK TARİHİ, İmge Kitabevi, Ankara,
2006, s. 739
A.
Şenel, age s. 741
Bu
konuda bkz: Samir Amin, “Sosyalizme Doğru Halk Hareketlerinin Birliği ve
Çeşitliliği”, Çev: Fikret Başkaya, www.ozguruniversite.org
No comments:
Post a Comment