Saturday, 10 January 2015

BATI DÜNYASINDA İSYAN GELENEĞİNE DAİR KISA NOT* Fikret Başkaya

06 Temmuz 2014

 Gezegenin tarihi bir kaç milyar yıl, gezegende canlı yaşamın varlığı milyonlarca yıl, bilen-yapan-eden insan anlamında (homo sapiens) insan soyunun tarihi de yaklaşık 50-60 bin yıl kadar gerilere gidiyor. Neolitik Devrim de denilen insanların yerleşik hayata geçip tarımı keşfetmelerinden bu yana da yaklaşık 11500 yıl geçtiği biliniyor. İnsanlık tarihinin uzunca bir döneminde toplum, bu günkü gibi sınıflara ayrılmış değildi. Devlet ortada yoktu. İnsan toplumları, uzunca bir dönem mülkiyet kavramından habersiz yaşadı. Oldukça uzun bir zaman diliminde temel yaşam ilkesini; paylaşma, bölüşme, dayanışma, yardımlaşma oluşturdu. Başka türlü ifade edersek, kavramın jenerik anlamında komünist bir toplumsal düzen geçerliydi. Emek üretkenliğinin artması, alet-edevat ve beceri yeteneğinin gelişmesi, bir insanın kendi ihtiyacından daha fazlasını üretmesine imkân verdiği dönemden sonra, mülkiyetin ve devletin ortaya çıktığı biliniyor. Çelişik olarak teknolojik ilerleme, yaşamı kolaylaştırmanın hizmetine sunulması gerekirken, insanları köleleştirmenin bir aracı da oldu. Dolayısıyla, her teknik gelişme insan refahını artırması gerekirken, insanları daha çok sömürmenin, baskı altına almanın, köleleştirmenin hizmetine sunuldu.

Toplumun ezen-ezilen, sömüren-sömürülen, yoksul ve zengin, köle ve efendi, zâlim ve mazlum... olarak ikiye bölünmesiyle birlikte, toplum içi ve topluluklar arası çatışmalar da “olağanlaştı”, “sıradanlaştı”. Artık o aşamadan sonra insan toplumları farklı yoğunluklarda olsa da açık veya örtülü bir çatışma ortamında yaşayacaktı... Aslında ezen-ezilen, sömüren-sömürülen ilişkisinin geçerli olduğu yerde, saldırı-karşı saldırı diyalektiği de kaçınılmazdır. Netice itibariyle baskının olduğu yerde baskıya, sömürünün olduğu yerde sömürüye (ki ekseri bu ikisi bir bütünlük olarak tezahür eder) karşı mücadele eşyanın tabiatı gereğidir. Baskının yoğunluğu arttıkça baskıya maruz kalanların tepkisi de doğal olarak büyür. Bu yüzden boşuna “Bu güne kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf mücadelelerinin tarihidir” denmemiştir. “Özgür yurttaş ile köle, patrisiyen ile pleb, baron ile serf, lonca ustası ile kalfa, sözün kısası ezen ile ezilen sürekli karşı karşıya gelmiş, her seferinde ya toplumun devrimci bir dönüşüme uğramasıyla ya da çatışan sınıfların ortak yıkımıyla sonuçlanan, kimi zaman gizliden gizliye, kimi zaman açıktan açığa ama dur durak bilmeyen bir mücadele içinde olunmuştur.

Tarihin daha eski dönemlerinde hemen her yerde toplumun çeşitli zümreler hâlinde tamamıyla eklemlenişini, toplumsal konumların çok yönlü olarak derecelenişini görüyoruz: Eski Roma’da patrisienler, şövalyeler, plebler, köleler; Ortaçağda feodal beyler, vasallar, lonca ustaları, kalfalar, serfler ve bu sınıfların hemen hepsinde de özel derecelenmeler.

Feodal toplumun yıkıntıları arasında filizlenip yükselen modern burjuva toplumu sınıf karşıtlıklarını ortadan kaldırmamıştır. Modern burjuva toplumu eski sınıfların yerine yeni sınıflar, eski baskı koşullarının yerine yeni baskı koşulları, eski mücadele biçimlerinin yerine de yeni mücadele biçimleri getirmekten öteye gitmemiştir.”(1)

Eğer toplumda bölünmüşlük, sınıfsal karşıtlık kesin çizgilerle ayrılmış, sadece ezen-ezilen, sömüren-sömürülen iki sınıftan, iki cepheden ibaret olsaydı, durumun görünürlüğü çok daha kolay olur ve ezilen kesimlerin mücadelesi de daha etkin ve daha kolay sonuç alınır durumda olabilirdi. Oysa gerçek dünyada durum hiç de öyle değildir. Mesela burjuva toplumunu alalım. Teorik olarak kapitalist bir toplumda başlıca üç buçuk sınıf bulunması gerekirdi: 1. Sermaye sahipleri; 2.  İşletme yöneticileri [müteşebbisler] ki şimdilerde bunlara daha çok CEO deniyor; 3. Proleterler (işçiler). Bir de bunlara üretilen malları ve hizmetleri tüketicilere ulaştıran, aracı tacir taifesini eklemek gerekir ki bu kesim de buçuğu oluşturur... Oysa gerçek durum çok büyük farklılık ve çeşitlilik arz eder. İşte büyük kapitalistler, hisse sahipleri (aksiyonerler), orta-boy kapitalistler, küçük işletme sahipleri vb. Aynı şekilde işçi sınıfı da bir dizi çeşitlilik arz eder: Düzenli bir işte çalışan iş güvencesine sahip kalifiye işçiler, sürekli bir belirsizlik ortamına itilmiş, düzenli bir iş ve gelirden yoksun olanlar, işsizler, iğreti işlerde çalışanlar vb.

Fakat ezen ve ezilen toplum sınıfları arasındaki fark, sadece sınıfsal nitelikte değildir. Farklılıkların bir dökümünü yapmak gerekse, herhâlde bir kaç kitap sayfasına sığmazdı. Farklı dinlere, inançlara, mezheplere mensup olanlar, farklı etkin kökenlere ait olanlar, derilerinin rengi farklı olanlar, farklı dilleri konuşanlar...  Köylülüğün yaygın olduğu ülkelerde büyük toprak sahipleri, orta boy çiftçiler, küçük çiftçiler, topraksız köylüler, tarım işçileri... Tabii hepsi bu kadar değil, her bir ülkedeki sınıfsal-etnik- kültürel ayrışma bir ülkeden diğerine de farklılıklar gösterir.

Batı’da isyan (başkaldırı) geleneğini üç dönem ayrımı yaparak tahlil etmek, sorunun netleştirilmesini kolaylaştırabilir. Bunu köleci, feodal ve kapitalist çağların halk isyanları olarak ele alabiliriz. Fakat daha önce önemli saydığım bir hususu hatırlatmak uygun olur. Uygarlığın başlangıcından beri Batı’da (Avrupa’da) sınıf mücadelelerinin seyri, yoğunluğu ve etkileri, ortaya çıkardığı sonuçlar dünyanın geri kalan bölgelerinden farklıydı. Kabaca iki gelişme çizgisinden söz etmek mümkündür. Biri greko-romen çizgisi denilen, Avrupa’daki evrimi tanımlayan gelişme çizgisi ki bu genel evrim karşısında sadece küçük bir istisna idi. Dünya’nın geri kalanı bir istisna olan Avrupa’dan farklı bir rota izledi. Nitekim Batı’da köleci-feodal-kapitalist bir evrim çizgisi geçerliyken, dünyanın diğer bölgelerinde köleci üretim tarzı hiç bir zaman söz konusu olmadı. Asla temel bölünmüşlüğü ve çelişkiyi oluşturmadı. Söz konusu uygarlıklarda (üretim tarzlarında densin) köleci ilişkiler genel üretim tarzına eklemlenmiş olarak var oldu. İslâm coğrafyasında olsun, mesela Osmanlı imparatorluğunda köle-efendi ilişkisi istisna idi ve asla Antik Yunan ve/veya Roma imparatorluğundaki gibi değildi. Aynı şekilde bazı benzerlikler ve ortak noktalar olsa da Avrupa dışı dünyada Avrupa tipi bir feodalizmden de söz etmek mümkün değildir. İşte, Çin’de, Hindistan’da, İran’da, Orta Doğu’da, Kristof Kolomb’un macerası öncesinde Amerika kıtasında (Aztek, Maya-İnka uygarlıkları) geçerli üretim tarzlarını “feodal” olarak nitelemek abartılı bir basitleştirme olur.

Üzerinde durulması gereken bir önemli husus da Avrupa’da sınıfsal karşıtlıkların, dolayısıyla sınıf mücadelelerinin, dünyanın geri kalan bölgelerinden daha keskin oluşudur. Bunun nedeni Batı’da özel mülkiyetin istisna değil, kural olmasıdır. Oysa Doğu’nun büyük imparatorluklarında, krallıklarında, hanlıklarında, vb. toprak üzerinde özel mülkiyet kural değil istisna idi. Mesela Osmanlı İmparatorluğunda topraklar Beytülmâle aitti. Padişahların topraklar üzerindeki tasarrufu Tanrı adına yapılan bir tasarruftu...(2) Bu özellik, sömürü ve baskının (ezen-ezilen ilişkisini densin) Batı’dakine göre, görece daha “yumuşak” olmasını sağladı. Avrupa dışı toplumsal formasyonlarda “merkezî” bir devlet yapısı geçerliydi. Oysa Batı’da bir dizi iktidar bölünmüşlükleri (hiyerarşiler) söz konusuydu. Bu durum, sömürü ve baskıyı ve aynı zamanda bölünmüş unsurlar arasındaki çatışmaları ve tabii ittifakları da olanaklı hâle getiriyordu. Batı’da çok sayıda köle isyanı olduğu hâlde Avrupa dışı sosyal formasyonlarda veya uygarlıklarda köle isyanlarının pek vâki olmayışı doğrudan bu durumla ilgilidir.

Aslında insanlık tarihinin son bir kaç bin yılı isyanların, başkaldırıların tarihidir ama tarih, ezenler tarafından yazıldığı için ezilenlerin çığlığı pek duyulmadı. G. R. Elton bu konuda söyle diyordu: “Tarih, imtiyaz sahibi olmayanların duygu ve özlemlerini sıklıkla kaydetmez.” (Elton, 1964: 87) (3)

Zira yaşanmış bir olayın kimin tarafından hikâye edildiği önemsiz değildir.

İsyan edenle isyanı bastıranın anlattığı hikâye doğası gereği farklı olmak zorundadır. Bu konuda çok bilinen köle isyanı, Spartakus’un liderliğinde, Roma Cumhuriyet döneminin sonlarında patlak veren isyandır ama aslında bu isyan “köle savaşları” olarak bilinen üç isyanın sonuncusuydu. Önceki iki isyan milattan önce 1040-1039’da Suriye kökenli Eunus liderliğinde başlatılan ve 1032 yılanda bastırılan isyandı. Bu üç isyanın sebebi veya ortak paydasında o dönemde giderek büyüyen tarım plantasyonlarında ve madenlerde köle emeği sömürüsünün derinleşmesiydi. Ve köleler Sicilya’nın bir bölümünde “Sicilya Kırallığı” adını verdikleri Helenistik temelli bir kırallık kurmayı başarmışlardı. İsa’dan önce ikinci yüzyılın sonlarında birçok köle ayaklanması olduğu biliniyor.

İkinci köle isyanı MÖ 104 ve 100 yılları arasında patlak vermişti. Fakat bu ikinci önemli ayaklanma sadece kölelerin isyanı değildi, Salvius–Tryphon ve Athénion önderliğinde, çobanları da kapsayan bir isyandı. Aynı şekilde Sicilya’da Helenistik modele uygun bir krallık kurmayı başarmışlardı ama konsül Manius Aquilius Nepos tarafından ezildi.

Üçünçü büyük köle isyanı, MÖ 73 yılında patlak veren Spartakus liderliğindeki isyan, büyük köle isyanlarının sonuncusuydu. Roma İmparatorluğunun yürüttüğü genişleme ve yayılma savaşlarında çok sayıda esir alınıyordu ve bu esirler köle statüsüne indirgenerek, pazar için üretim yapan büyük çiftliklerde (latifundiyalar) ve madenlerde çok büyük baskı altında çalıştırılıyordu. Trakyalı bir çoban olan Spartakus ücretli asker olarak Roma ordusuna alınmış, ordudan firar etmiş, yakalanmış ve köle olarak satılmıştı. İtalya’nın güneyinde bir gladyatör okulu sahibi tarafından satın alındığı, okuldan bir grup arkadaşıyla kaçtığı ve önce haydutluk yaptıkları ama zamanla “sosyal eşkıya” niteliği kazandığı ve köleleri özgürleştirmek, ayaklandırmak üzere harekete geçtiği biliniyor. Bir zaman sonra Spartakus’un ünü yayılıyor, kölelerin umudu hâline geliyor ve İtalya’nın her yerinden köleler Vezüv yanardağının yamaçlarında toplanıyorlar. Kendi emekleriyle geçinir hâle geliyorlar, dayanışmayı-yardımlaşmayı esas alan bir yaşam tarzı oluşturmayı ve özgürce yaşamayı başarıyorlar. Oysa bütünüyle köle emeği sömürüsüne dayalı Roma’nın böyle bir duruma razı olması, böyle bir durumu tolere etmesi mümkün değildi. Zira böyle bir şey, Roma için var olma-yok olma meselesiydi... Spartakus, Alp dağlarını aşarak kölelerin ülkelerine dönmesi yönünde bir düşünceye sahipti ama bu düşünce, arkadaşları tarafından benimsenmiyor. O zaman, Sicilya’ya geçmek ve/veya Kuzey Afrika’da eşitlik temeli üzerinde bir yaşam tarzı oluşturma fikrini benimsiyor. Roma ordularının ilk iki saldırısı püskürtülüyor. Roma ordusu M. L. Crassus komutasında üçüncü bir taarruza geçiyor. Spartakus liderliğinde köleler, onu da yenilgiye uğratıyor ama savaşçı köleler itaatsizlik edip düzeni bozuyorlar, erkenden yağmaya girişiyorlar. Crassus, bu durumu lehe çevirip köle ayaklanmasını ezmeyi başarıyor... Ve Spartakus vuruşa vuruşa ölüyor. Bir kısmı köle kaçmayı başarıyor ama yaklaşık 6 bin kadarı yakalanıp Roma’ya götürülüyor. “Kentin girişindeki Apium yolunun iki yanına dikilen direklere bağlanarak (devlet terörü estirmek amacıyla) bir bir haça geriliyorlar. “Keşke bu yol Roma’ya çıkmasaydı!” Köle ayaklanmalarının bastırılması, Roma’nın Cumhuriyet’ten bütün yolların Roma’ya bağlanacağı imparatorluğa geçişini hızlandıran etmenlerden birini oluşturdu.”(4)

Alâeddin Şenel, “Kemirgenlerden Sömürgenlere-İnsanlık Tarihi” adlı ünlü eserinde, Spartakus ayaklanmasıyla ilgili şöyle diyor: “Spartakus köle ayaklanmasının insanlık tarihi bakımından iki önemli uzantısından söz edilebilir. Birincisi, Roma emperyalizminin sömürdüğü köleler ile boyunduruk altında tuttuğu halkların önderlerini (Spartakus ve İsa’yı) cezalandırmada haçı kullanmasıdır. Böylece haçın imparatorluğa, sömürüye ve baskıya karşı başkaldırmanın simgesi olması beklenirken tersinin olmasıdır. İlk kovuşturmalardan sonra, imparatorluğa uygun bir ideoloji olabileceğini kavrayan Roma yöneticileri, İsacılığı devlet dini yapma başarısını göstermişlerdir. Roma İmparatorluğunun dağılmasıyla kurulan düzenler ise (haksızlığın ve acımasızlığın simgesi olabilecek) haç’ı İsacılık ile birlikte eşitsizlikçi toplum düzenlerine (gönüllü) boyun eğdirmenin bir aracı olarak kullanabilmişlerdir.

Bunun tam tersi (ikinci) bir etkiyle, Roma İmparatorluğu’ndaki köle ayaklanması ve ayaklanmanın önderinin adı (Birinci Dünya Savaşı sonrası Almanyasında “Spartakistler” ayaklanmasında görüldüğü gibi) eşitsizlikçi düzenlere başkaldıranların esin kaynaklarından birini oluşturabilmiştir.”(5)

Batı tarihinde Orta Çağ olarak bilinen çağ, Batı Roma İmparatorluğu’nun çöküşüyle (476), Kristof Kolomb’un macerasının başlangıcı olan 1492 arasındaki dönemi kapsıyor. Elbette bir çağ için bu tür kesin tarihler vermek o kadar da isabetli değildir. Yine de Orta Çağ uygarlığının dört ayırt edici niteliğinden veya özgünlüğünden söz etmek mümkündür:

1. Politik otoritenin bölünmüşlüğü/parçalanmışlığı, dolayısıyla devlet kavramının silikleşmesi.

2. Tarım ağırlıklı bir ekonomik işleyiş.

3. Toprağın sahibi olan ve militer soyluluk ve serflerden (köylülük) oluşan bir sosyal bölünmüşlük ve nihayet.

4. Hristiyan inancına dayalı, kilise tarafından biçimlendirilen bir düşünce sistemi.

Söz konusu toplumsal yapı XIII. yüz yıldan başlayarak dönüşüme uğradı ve esas itibariyle de yüzyılın sonundan itibaren tarımda belirgin değişimler ve dönüşümler ortaya çıktı. XIII. yüzyılın sonunda ortaya çıkan kuraklık tarımda tam bir yıkıma neden oldu; uzunca bir zaman süren kıtlık yaşandı. Bazı tahminlere göre 1347 ile 1353 arasında, yedi yılda Batı Avrupa’da 25 milyon insanın ölümüyle sonuçlanan veba salgını da tarımı olumsuz etkiledi. Bu iki faktör tarım sektöründe bir yıkım tablosu ortaya çıkardı. İşgücü yetersizliği yüzünden ücretler yükselince dışarıdan, Baltık ve Slav ülkelerinden daha ucuza tahıl ithal etme yoluna gidildi. Bu yeni durum büyük toprak sahipleri ve senyörler lehine, küçük köylüler ve küçük soyluların aleyhine sonuçlar ortaya çıkardı. Zira küçük köylülerin ucuz ithal tahılla rekabet etmeleri mümkün değildi. Bu durumun sonucunda köylüler arasında işsizlik artmış, proleterleşme derinleşmişti. O tarihten sonra tarım daha çok kentin ihtiyaçlarını karşılamaya yöneliyor, tahıl üretiminin yerini sanayi ve ticaret bitkileri (keten kenevir, üzüm vb.) alıyor, köylüler işsiz kalmadıkları (proleterleşmedikleri) durumlarda ortakçı ve yarıcı statüsüne indirgeniyorlardı...

Tarımsal alanda bir önemli gelişme de kentlerin artan et tüketimini karşılamak üzere, büyük çaplı koyun besiciliğinin başlatılmasıydı. Ünlü “çitleme hareketinin (enclosure) başlamasıyla büyük toprak sahipleri konumlarını daha da pekiştirdi ve sürecin belirleyici unsuru hâline geldiler. Artık ortak mallar (common goods) kavramı önemini kaybediyordu ve toplumun, köylü kitlesinin ortak kullanımına sunulmuş tarım toprakları ve meralar büyük toprak sahiplerinin eline geçiyor, mülksüzleşme ve tabii proleterleşme derinleşerek devam ediyordu. Köylü topluluğu parçalandı. Bütün bunlara ekseri dayanılmaz vergiler ve angarya da ekleniyordu. Ve sonuç derinden derine yürüyen itirazların ve isyanların açık isyanlara dönüşmesi olacaktı... Köylü isyanlarıyla ilgili yazılı kaynaklar son derece sınırlı olsa da bu durum ezilen, sömürülen ve isyan etmekten, başkaldırmaktan başka seçenekleri kalmayan kırların emekçi çoğunluğunun çığlığını tam olarak unutturması da mümkün olmadı. Mesela daha XII. yüzyılda Normandiya köylüleri “bizde insanız” diye sızlanırken, XIV. yüzyılda İngiliz köylüleri: “Âdem toprağı beller, Havva yün eğirirken beyefendiler neredeydi?” diye hesap sorar hâle gelmişlerdi. Çitleme (enclosure) saldırısına karşı mücadele yürüten İngiliz köylülerinin şu beyti, durum hakkında bir fikir veriyor: [They hang the man, and flog the woman, That steals the goose from off the common; But let the greater villain loose, That steals the common from the goose].

“Çaldı diye herkesin olan kazı

Adamı asıp kırbaçladılar kadını

Saldılar lakin zalimin büyüğünü,

Herkesin olanı kaz kafalıdan çalanı.”

“İnsafsız, yok edici, öğütücü bir saldırıyla yüz yüze gelen köylüler, çok çeşitli tepki ve mücadele yöntemlerine başvuruyorlardı: Angaryaya karşı pasif direniş, senyörler hesabına vergi toplayan senyörlük mübaşirleriyle çatışma, işi sabote etme, ot ambarlarını ateşe verme, senyörlere ait “özel ormanlarda” avlanma... söz konusu tepki ve mücadele yöntemlerinden bazılarıydı... Tabii buna zaman zaman başvurulan çapulculuk ve eşkıyalık yöntemini de dâhil etmek gerekir...

Batı Avrupa’da emekçi halk kitlelerinin yaşam koşullarını olumsuz etkileyen,  itirazları ve isyanları tetikleyen sadece ortak mallara, “herkese ait olması gerekene” [commons] soyluların ve yeni yetme burjuvaların el koyması değildi. Mesela Fransa’da ardı-arkası kesilmeyen savaşlar, yenilgiler, her seferinde vergilerin daha da ağırlaşmasıyla sonuçlanıyordu ve bu dayanılmaz bir durumdu. Nitekim Flandre’lıların isyanı tam da bu ağır vergilere bir cevaptı. İsyancılar, Brugge ve İeper kenlerini ele geçirmişlerdi ama 1323 yılında patlak veren isyan 1328 de Cassel’de Fransa kralının ordusu karşısında yenik düşmüştü... Fransa’da “Jacques Hareketi” olarak bilinen ve önemli izler bırakan isyan da 1358 yılında bastırılmıştı. Avrupa köylü isyanları geleneğinden önemli izler bırakan bir isyan da İngiltere’de Wat Tyler önderliğindeki köylü ayaklanmasıdır. Bu isyanın bir özelliği de isyana zanaatkârların da dâhil olmasıydı. Bu vesileyle hatırlanması gereken bir şey de isyanların sadece toplumun “en yoksullarının” isyanı olmamasıdır. Nitekim tarım kesiminde durumları sarsılan kırların küçük toprak sahipleri ve aynı şekilde “küçük soylu” tabaka, isyanların önemli bileşenleriydi...

Kapsamı, yoğunluğu ve etkileri farklı olmakla birlikte, XVI. yüzyıl ve sonrasında Almanya’da, Fransa’da, İngiltere’de, İtalya ve Macaristan’da çok sayıda köylü ayaklanması oldu. Bu isyanlardan en kapsamlılarından biri de Almanya’da Thomas Münzer’in önderlik ettiği ünlü “Köylüler Savaşı”dır. Köylüler Savaşı’nın diğer köylü isyanlarından farkı, onun ortaklaşmacı bir perspektife sahip olmasıdır. Hareketin sloganlarından biri omnia sunt communia (her şey ortaktır) idi. Ve çağına göre son derecede ileri bir perspektife sahipti. Yoksul bir ailenin çocuğu olan Thomas Münzer, çok erken yaşta babasını kaybediyor. Slav kökenli bir zanaatkâr olan babası, bir kont tarafından idam ediliyor. Leibzig’de teoloji eğitimi görüyor ve rahip yardımcılığı görevine atanıyor. Sosyal bir devrimin gerekliliğine inanıyor ve bu yüzden kurulu düzenin efendileriyle (Sivil iktidar, Roma Kilisesi ve Martin Luter’le) arası açılıyor. 1523’ter itibaren Luter’e yönelik itirazının dozu artıyor. Fikirlerini köylüler arasında yaymak için isyanı bir avantaja dönüştürmek istiyor. İsyancı köylülerin taleplerini 12 maddelik bir manifestoda ortaya koyuyor. Ve isyan, Almanya’nın Fransa sınırlarından Avusturya içlerine kadar geniş bir bölgeye yayılıyor...  Komutasındaki 7-8 bin kadar savaşçı köylüyle 1525 yılında Mühlhasen ve Thuringe kentlerini ele geçiriyor. Ve fakat Frankenhausen’deki savaşta isyan yenilgiye uğratılıyor. Thomas Münzer yakalanıyor, başı kesilerek idam ediliyor. (İbreti âlem için densin) Başı ve gövdesi ayrı ayrı sergileniyor... Münzer’den yüz yıl kadar önce benzer bir isyan da bizim topraklarımızda Şeyh Bedrettin liderliğinde gerçekleşmişti, onun âkibeti de Münzer’inki gibi olmuştu...

Tarih boyunca halklar isyan etmeye devam ettiler, çoğu kez de yenildiler, liderleri, önderleri, ön saflarda savaşanları her durumda hunharca katledildi ve Garp cephesinde yeni bir şey yok... Aslında özgürlük mücadelesinde yenilmek diye bir şey yoktur. Zira adımını attın mı özgürleşmeye başlarsın ve bu öylece sürüp gider... Her ne kadar isyanlar kısa vadede yenilmiş gibi görünseler de her zaman bir şeyleri değiştirmeyi -az ya da çok- başarmışlardır. Mücadele deneyimleri nesilden nesile aktarılmış, ilham, cesaret ve umut kaynağı olmuştur.


Köle ve köylü isyanlarından, ekonomik ve politik devrimlere: Modern zamanlar.

Avrupa’nın batısında XIII. yüzyılda başlayan ekonomik ve sosyal değişim, 1492 sonrasında “Yeni Dünya”nın “keşfi”yle (fethi demek daha uygun) hızlandı. XVIII. yüzyılın son iki on yılında da yeni bir rotaya girdi. XVIII. yüzyılın sonunda ortaya çıkan iki önemli olay (devrim): İngiliz sanayi devrimi ve Fransız politik devrimi sadece Avrupa’nın değil, bir bütün olarak insanlığın manzarasını baştan aşağı değiştirecekti. Bunlardan birincisi olan sanayi devrimi, o tarihten sonra ekonominin üzerinde yol alacağı teknik temeli oluşturdu; ikincisi de politikanın (yönetimin) nasıl yapılacağını, devlet yönetiminin nasıl bir temel üzerinde yol alacağını belirledi. Elbette insanlık tarihinde müstesna öneme sahip bir yeri olan Büyük Fransız Devrimi’nin gerisinde de “aydınlanma” (Lumières) ve modernite devrimi vardı. Sanayi devrimine kesin bir tarih atfetmek pek uygun olamasa da James Watt’ın buharlı makinanın telif hakkını aldığı 1784 yılı başlangıç tarihi sayılabilir... Ondan beş yıl sonra da (1789) Fransız Devrimi patlak verecekti.

O tarihten sonra kapitalizm, hızlı bir gelişme kaydedecek, eski üretim, tüketim ve yaşam biçimlerini alt-üst edecek, bir tsunami gibi her şeyi kapsayacak, kendi mantığını dayatacak, velhasıl geleneksel yapıları hızla dönüştürecek ve kendi suretinde bir dünya yaratacaktı. Bu, artık her şeyin metalaştığı, paralılaştığı, bir alım-satım ve ticaret konusu olduğu dönemdi. Fakat kapitalizm esas itibariyle mülksüzleştirerek sermaye biriktirmek, her seferinde daha çok biriktirmektir. Zira sermaye biriktirmenin öteki yüzü, mülksüzleştirme, proleterleştirmedir. Başka türlü ifade edersek kapitalizm, kutuplaştırıcı bir temel eğilime ve dinamiğe sahiptir. Yoksulluk üretmeden zenginlik üretemez, kutuplaştırmadan yol alamaz. Dolayısıyla kapitalist gelişmenin ileri her aşaması, geniş toplum kesimlerinin yaşam koşullarının göreli ve mutlak kötüleşmesiyle sonuçlanabilirdi ancak. Kapitalizmde mündemiç bir temel çelişki demeye gelen ‘üretim için üretim’ sapması, bu gün insanlığın yüz yüze geldiği sayısız insanî ve toplumsal kötülüklerin ve ekolojik bozulmanın yegane nedenidir...

Sanayi devrimiyle birlikte ortaya çıkan teknik gelişmeler, doğal ve mantıkî olarak insanların daha kolay, daha az zahmetle, daha az zamanda üretip daha iyi yaşamalarına imkân vermesi gerekirken, çelişik olarak her teknik ilerlemeyle birlikte emekçi halk sınıflarının durumu kötüleşmeye devam etti. Üstelik söz konusu süreç, sadece insanî ve sosyal mahiyetteki sorunları azdırmakla da kalmadı, doğanın dengesini ve toplum-doğa metabolizmasını da çatlattı... Velhasıl şimdilerde kapitalizm, gezegende yaşamı tehlikeye atmış bulunuyor.

Sanayi devrimiyle birlikte başlayan süreç, bir taraftan mülksüzleşmeyi derinleştirirken diğer yandan da onunla birlikte işçi sınıfının yaşam koşullarını dayanılmaz hâle getirdi. Sanayi devriminden sonraki ilk on yıllarda günlük çalışma süreleri 14-16 saate kadar çıkıyordu. Kadın ve çocuk emeği sömürüsü de istisna değil, kuraldı. Fabrikalarda çalıştırılan çocukların yaşı 5’e, 4’e kadar iniyordu... Genel bir çerçevede işçiler, ikili saldırıyla karşı karşıyaydılar: 1. İşverenin baskısı; 2. Devletin baskısı. Oysa Fransız Devrimi “eşitlik ve özgürlük ilkeleriyle insan ve yurttaş haklarını tüm insanlar için vazgeçilmez ilân etmişti. Ama daha devrimin ikinci yılında (1791) işçilerin bir araya gelip dernek kurmaları yasaklanmıştı. Fakat tüm baskılara ve yasaklara rağmen çatışmalar yayılıyor, mücadele devam ediyordu... 1831 yılında Lyon’da patlak veren ünlü Canuts isyanı, hunharca ezilmişti. Aynı şekilde Paris’te işçiler, orduya karşı sokaklarda barikatlar kurmuşlardı.

Bu dönemde işçi sınıfının içine sürüklendiği sefalet ortamı ve dayanılmaz yaşam şartlarıyla ilgili olarak, Fransa’da Emile Zola’nın, İngiltere’de Oliver Twiste’in romanları son derecede öğreticidir... Elbette sayıları hızla artan ve yaşam koşulları da hızla kötüleşen işçi sınıfının (proleteryanın) bu saldırı karşısında sessiz ve tepkisiz kalması mümkün değildi. Daha önce söylediğimiz, saldırı-karşı saldırı diyalektiği hükmünü icra etmek durumundaydı. Mücadele içinde işçiler, kendi konumlarının bilincine vardılar ve bir işçi sınıfı bilinci de ortaya çıktı. Kapitalizmin saldırısına karşı ortaya çıkan ilk tepki İngiltere’deki Luddites isyanıydı ve bu hareket, 1811’den itibaren yaygınlaşacaktı. Aslında Luddites isyanı, bir tür içgüdüsel tepkiydi: İşçiler yaşamlarını çekilmez hâle getirenin fabrikalar olduğu düşüncesiyle makineleri kırıyor, fabrikaları ateşe veriyor, patronların (efendilerin densin) evlerini talan ediyordu... Rivayete göre hareket adını, Ned Ludd adında bir işçiden alıyor. “Kaptan Ludd”, “General Ludd”, “Kral Ludd” olarak da anılan Ludd’un bir tür efsaneleştiği anlaşılıyor... İleriki dönemde Luddism ve/veya Luddist, terimleri teknolojiye karşı olanlar için de kullanılmıştır. Her seferinde ordu, bu isyanları eziyor ve kontrol altına alıyordu. Makineleri asıl düşman olarak gören (algılayan) bu mücadele tarzı, 1820’li yıllardan itibaren etkisizleşiyor: Köksüzleşen kalifiye olmayan yeni proleterler arasında gruplaşmalar ortaya çıkıyor, bir dizi mezhep oluşuyor ve daha sonra politik eylem girişimleri başlatılıyordu... 1836’da Chartiste hareket, genel oy hakkı ve maaşlı milletvekilliği için mücadele yürütüyor ve bu mücadele 1848’de başarısızlığa uğruyordu... 1834’te Robert Owen ilk işçi sendikasını kuruyor ve artık işçi sınıfı için örgütlü mücadele dönemi başlıyordu. Nihayet 1884’de ‘Sendika ve Grev Hakkı’ kabul ediliyor, o tarihten sonra sendika, grev ve toplu sözleşme pratiği yerleşiyordu...

Tüm Avrupa’yı saran ‘1848 Devrimleri’nden sonra mücadele, yeni bir sürece girdi. Aynı yılda Sosyalist teorinin kurucuları ve mücadelenin liderleri olan Marx ve Engels’in ortak kaleme aldıkları Komünist Manifesto [1848] yayınlandı. Artık sınıfsız-sömürüsüz, sınırların olmadığı bir insanlık toplumunun imkân dâhilinde olduğu düşüncesi zihinlere yerleşmekteydi. 1864 yılında “Komünist Enternasyonali” olarak da bilinen “Uluslararası İşçi Derneği”nin (L’Asociation İnternational des Travailleur) toplanması, işçi hareketi ve sosyalist mücadele bakımından sembolik ve reel bir öneme sahipti. Batı’da (Fransa’da) kapitalizmden çıkma ve sosyalist bir toplum kurma yolundaki ilk kalkışma 1871’de ortaya çıkan “Paris Komünü”ydü. Gerçi Komün, ezildi ve ömrü çok kısa oldu ama sosyalist bir toplumun mümkün ve gerekli olduğuna dair bilincin canlı kalmasını sağladı.

O dönemden sonra sosyalist bir toplumsal düzen için verilen mücadele, biri Marksizm, diğeri de Bakunin ve Jeseph Proudhon’un öncülük ettiği anarşizm olmak üzere iki rotada yol alacaktı. Anarşizm başlarda özellikle Rusya, Fransa, İspanya ve İtalya’da etkili olsa da 1900’lerin başından itibaren politika alanındaki etkisi ve görünürlüğü zayıfladı.

Batı Avrupa’da işçi sınıfının örgütlü mücadelesi önemli kazanımlar elde etti: İş istikrarı sağlandı, iş kazaları önemsenir oldu, 1850-1860’lı yıllardan başlayarak ücretlerde sürekli bir artış sağlandı, sosyal konut planı gündeme getirildi ve genel bir çerçevede işçilerin yaşam standardı görece iyileşti...

İzleyen dönemde büyük sendikalar ve sosyalist/işçi partileri kuruldu. Lakin burjuva parlamentosuna dâhil olmak, zamanla mücadelenin etkinliğini zaafa uğrattı. Kapitalizmi aşma hedefi savsaklandı. Reformist/revizyonist bir rotaya girildi.

Aslında işçi sınıfı mücadelesinin genel bir çerçevede iki rotada ilerlediğini söylemek mümkündür: Fransız sendikacılığı devrimci bir karaktere sahipti. Kapitalizmi aşmayı hedefliyordu. CGT (Confédération Générale du Travail) 1895’te kuruldu. İngiltere’deki sendikacılık pratiği, kapitalizmi aşmak gibi bir perspektife sahip değildi. Sistem içi mücadeleyle durumunu iyileştirme tercihi yapılmıştı. ABD’de zaten oldum olası konsensüs kültürü geçerlidir. Baştan itibaren devletin ve sermeyenin kontrolünde bir mücadele pratiği geçerli oldu. Almanya’daysa, sendikacılık alanında ikili yönetim (cogestion) modeli geçerli oldu. İşçiler işletmenin ve ekonominin yönetimine katılmakla yetindiler. Sistemi dönüştürme, kapitalizmi aşma perspektifine daha baştan yabancılaştılar. Aslında genel bir çerçevede İngiliz, Alman ve Amerikan sendikacılık hareketi konsensüs sendikacılığı olmanın ötesine hiç bir zaman geçemediler… (6)

Elbette XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Batı’da işçi sınıfının durumunda göreli ve mutlak bir iyileşme oldu ama bu durumu kolonyalist ve emperyalist yayılmadan, dünyanın geri kalanının yağma ve talanından bağımsız düşünmek doğru olmaz. Batı’da, kapitalist/emperyalist ülkelerde işçi sınıfının durumunun iyileşmesi, yeryüzünün lanetlilerinin durumunun kötüleşmesinden bağımsız değildi... Aynı şekilde Emperyalistler arası II. savaş (1939-1945) sonrasında Batı’da yaşam standardının hızlı yükselişinin asıl nedeni de başta enerji (petrol) olmak üzere, Üçüncü Dünya denilen ülkelerin doğal kaynaklarının nerdeyse bedavaya kullanılmasıydı...

Kapitalizmi aşmaya dönük, itirazlar, isyanlar, başkaldırılar, ödenen onca bedele rağmen bu güne kadar başarılı olamadı. Kapitalist sömürü, yağma ve talan, kaldığı yerden devam etti. Ve fakat insana, doğaya, canlı yaşama düşman kapitalist sistem, artık tam bir sürdürülemezlik tablosu ortaya çıkarmış bulunuyor. Doğanın dengesi hızla bozuluyor, sosyal kötülükler çığ gibi büyüyor, yaşam anlamsızlaşıyor, tehlikeye giriyor ve hâlâ insanlara, sabrederlerse işlerin ilerde “düzeleceği”, daha iyi olacağı söyleniyor... Velhasıl ilerleme ve kalkınma adına insanlığın ve uygarlığın geleceği tehlikeye atılmış bulunuyor. O hâlde iki şey: Ya vakitlice kapitalizm belası defedilecek, insana saygılı, doğayla uyumlu yeni bir uygarlık tercihi yapılacak ya da insanlığın bir geleceği olmayacak. Zira insan toplumlarının eylemi, artık jeolojik dönüşümler (anthropocène) yaratacak düzeye  ulaşmış bulunuyor.





Karl Marx- Friedriche Engels, Komünist Manifesto, Almancadan çeviren. Nail Satlıgan, Yordam Kitap, ss: 40, 41.
2. Fikret Başkaya, Yediyüz- Osmanlı Beyliğinden 28 Şubata, Bir devlet geleneğinin anatomisi, Özgür Üniversite Kitaplığı.
Elton, G.R (1964), Reformation Europe 1517-1559, London and Glascow, Collins. 3rd. Edition.
Alaêddin Şenel, Kemirgenlerden Sömürgenlere- İNSANLIK TARİHİ, İmge Kitabevi, Ankara, 2006, s. 739
A. Şenel, age s. 741
Bu konuda bkz: Samir Amin, “Sosyalizme Doğru Halk Hareketlerinin Birliği ve Çeşitliliği”, Çev: Fikret Başkaya, www.ozguruniversite.org

No comments:

Post a Comment