Agos
gazetesi önündeki basın açıklamasını yazar Murathan Mungan okudu:
"Dilsizliğin her çeşidinin yaşandığı bu ülkede ölenler, öldürülenler,
katledilenler biz onlardan sonra birkaç kelime daha fazla söyleyebilelim, diye
öldüler".
19
Ocak 2007’de düzenlenen suikast sonucu öldürülen Agos Gazetesi Genel Yayın
Yönetmeni Hrant Dink, bugün İstanbul’da Taksim’den Osmanbey’deki Agos binasına
düzenlenen yürüyüşle anıldı.
Agos
gazetesi önündeki anmada yazar Murathan Mungan'ın yaptığı konuşmanın tam
metnini yayınlıyoruz:
Merhaba
arkadaşlar, Hrant Dink’in değerli ailesi ve dostları, hakikat ve adaleti kıymet
bilenler, hepinizi sevgi ve saygıyla selamlıyorum.
Sekiz
yıldır her 19 Ocak’ta olduğu gibi, bugün gene burada Hrant Dink için toplanmış
bulunuyoruz. Ölümünden sonra milyonlarca kalbin evladı olan Hrant Dink için...
2007 yılında onun öldürülmesinin hemen ardından yazdığım “Cinayetin arkasındaki
en büyük örgüt” başlıklı yazım şöyle başlıyor:
“Söylenecek
sözün çokluğu bazen insanı dilsiz bırakır. Tıkanır, kalırsınız. Haklılığın
suskunluğu, diğer suskunluklara benzemez; düğümü zor çözülür.(...) Tek başına
zaten yeterince trajik ve yaralayıcı
olan bu ölüm, aynı zamanda yakın tarihi ürperterek çağrıştırdıkları, hafızadan
geri çağırdıklarıyla da kavurucuydu. Her yeni ölüm, diğer ölümleri de ilk gün
acısıyla diriltir.
Kaç
kitap yazarsanız yazın, bazen böyle dilsiz kalırsınız.”
Bugün
sözlerimi, o gün kaldığım yerden sürdüreceğim: dilsizliğin her çeşidinin
yaşandığı bu ülkede ölenler, öldürülenler, katledilenler biz onlardan sonra
birkaç kelime daha fazla söyleyebilelim, diye öldüler. Dilimizdeki kilitler
çözülsün diye, dilsizi olduğumuz hakikatler içimizi daha fazla kavurup yakmasın
diye... Onca zaman, bunca kayıp, bunca ölümle hem tarih içinde kilitli kalmış,
hem zaman içinde yol almış o fazladan birkaç kelimeyi bugün en azından onlara,
onların hatırasına borçluyuz. Baskıcı iktidarlar korkunun bulaşıcı olduğunu
bilir, bu yüzden toplumun korkularını sürekli diri tutmaya çalışırlar; onların
bilmediği cesaretin de bulaşıcı olduğudur. Bu yüzden hayatın ve dünyanın
gözlerinin içine bakarak cesaretle konuşmalıyız. O kelimelerin bizden başka
sahibi yok! Bunu hiç unutmamalıyız.
Hrant
Dink’in öldürülmesinin ardından sekiz koca yıl geçti. O yıl doğan çocuklar
dillendi; okuma yazmayı söktü. Oysa Hrant Dink’in ölüsü, gerçek hikâyesi
aydınlatılmamış bir cinayetin kurbanı olarak hâlâ bu kaldırımda yatıyor.
Dünyayı kaybıyla ıssızlaştıranlar hatıraları ve emanetleriyle çoğaltırlar... Ve
emanetin başını bekleyen bizler sekiz yıldır burada toplanıp adalet ve hakikat
arayışımızı dillendiriyor, Hrant’ın ölüsünü unutkanlığın zalim ellerine teslim
etmeyeceğimizi haykırıyoruz. Ayrıca Hrant Dink cinayetini, kendi siyasi
projeleri için araçsallaştırmaya çalışanların emellerine terk etmeyeceğimizi de
belirtmek istiyoruz. Bu sekiz yıl boyunca adalet yerinde sayarken pek çok şey
söylendi, yazılıp çizildi. Bugüne, bana varıncaya dek sözler seyrelip azaldı
belki, ama acılar azalıp seyrelmiyor. Yerini bulmamış bir adaletin sancısı
yüreklerde zonklamasını sürdürüyor; vicdanları sızlatmayı, aklımızı acıtmayı
sürdürüyor. Dahası, o günden bu yana adlarını tek tek sayamayacağım her yeni
kurban ve her yeni ölümle birlikte, Hrant Dink bir kez daha burada, bu
kaldırımda vurulup öldürülüyor. Yerini bulmamış adalet, katillerini ve
kurbanlarını çoğaltır. Gene öyle oluyor. Çünkü tetiği çeken parmaklar değişse
de, cinayetin arkasındaki en büyük örgüt aynı. Adı “faili meçhul”, ama kendisi
“faili belli” onca cinayetin işlendiği bu ülkenin değişmeyen kara gerçeği, bizi
her seferinde aynı sözleri tekrara mahkûm ediyor. İktidarlar ve koltuk
sahiplerinin maskeleri değişse de hiç değişmeden süren merkezi despot devlet
geleneğinin elleri her seferinde gene aynı karanlık oyunu tezgâhlıyor. 1938’te
Dersim kıyımını, 1978’te Maraş katliamını yapanlar, 1955’te 6-7 Eylül
olaylarını başlatanlar, 1993’te Madımak Oteli’ne sığınan canları yakanlar,
2011’de Roboski’yi bombalayan kişiler ve zihniyetler aynı. 500’ü aşkın haftadır
Galatasaray’da diz çürüten cumartesi annelerinin bağırlarını yakanlar da aynı.
Adında “adalet” sözcüğünü taşıyan bir partinin on iki yıldır iktidarda olduğu
bir ülkede yıllardır adalet bekliyoruz. Gelmiyor!
Arkadaşlar,
bu ülkede insanlar yalnızca dostlarının değil, düşmanlarının da kendilerine
benzemesini isterler. Kendisine benzesin ki, kiminle mücadele ettiğini, neyle
savaştığını tanıyıp bilsin isterler. Birbirlerine benzeyenler birbirlerinin
silahlarını, yaralarını, oyunlarını ve nefretlerini tanırlar. Sevginin sahtesi
olur, ama nefretin olmaz. Oysa Hrant Dink onlara benzemiyordu. Çünkü onların
bilmediği bir Türkçeyle konuşuyordu, onların bilmediği bir Ermeniceyle
konuşuyordu. O, tüm halkların eşitliğine ve kardeşliğine inanmış biri olarak,
barışın diliyle konuşuyordu. Laf olsun diye edilmiş temenni türünden bir
barışın değil, sahici, hakiki, kalıcı ve sürekli kılınmasını istediği bir
barışın diliyle... Kan kamaştıran savaş sözcükleri yoktu onun sözlüğünde, kin
tazelemek için değil, hafıza tazelemek için söz alıyordu; insanları hınç bilemeye,
ödeşmeye, intikam almaya değil, geçmişiyle, şimdisiyle ve kendiyle yüzleşmeye
çağırıyordu. Türkleri ve Ermenileri “ebedi düşman” rolüne kapatıp kindarlığa
kilitleyen tüm politikalara karşı çıkıyordu. Ötekileştirmenin dışlayıcı,
düşmanlaştırıcı, şeytanlaştırıcı dilinden çok uzak bir dille konuşuyordu.
Onların hiçbir zaman bilmediği; bilmek, öğrenmek istemediği yabancı bir dildi
bu. Bu nedenle Hrant Dink Ermeniliğiyle “öteki”, diliyle “yabancı”ydı onlara.
Hrant’la birlikte öldürülmek istenen işte bu dildi. Bir türlü hazmedemedikleri
bu barış dili, dünyayı kardeşliğe çağıran bu insancıl dil... Bugün belki de her
zamankinden daha fazla ihtiyaç duyduğumuz bir dil.
Arkadaşlar,
katillerin her infazla birlikte tabancalarına çentik attıkları İkinci
Meşrutiyet öncesinden bugüne, örgütlü, tasarlanarak işlenen gazeteci
cinayetlerinin uzun listesinde Hrant Dink, siyasal bir cinayete kurban giden
62. kişiymiş. Ülkemizin hemen her güne siyasal bir cinayetin, bir katliamın,
bir toplu kıyımın düştüğü “Resmi Tarih Ajandası”nda, kaderi 19 Ocak 2007’ye
düşen, sözünün bedelini, vicdanının maliyetini canıyla ödeyen 62. kişi...
Bu
yüzden aradan geçen sekiz yıl boyunca yetişen yeni kuşaklar ve sislenen
hafızalar için belki de Hrant Dink’i yeniden anlatmak, yeniden hatırlatmak gerekiyor:
O, sadece Ermeni halkının bir sözcüsü değil, tüm Türkiye’nin sesiydi. Ezilen,
dışlanan, sömürülen tüm kesimlerin sesi. Bugün aramızda olsaydı, Gezi Parkı
Direnişi’nde bizlerle saf tutacak, tarih boyunca 76 kez kıyıma uğramış,
Ortadoğu’nun en kimsesiz, en sahipsiz halkı olan Ezidilerin yanında yer
alacaktı. Hrant Dink yaşamı boyunca kendine ve değerlerine sadık kalmış biri
olarak uzlaşmacı ama ödünsüz tutumuyla bu ülkede pek çok şeyi değiştirdi. Hatta
ölümü bile çok şey öğretti bize. Hiçbir çevrenin, hiçbir iktidar odağının
hoşuna gitmeye, gözüne girmeye çalışmadan, doğru bildiklerini söyleyip
inandıklarını savundu. Onun ve benzerlerinin verdiği mücadele, onların
ölümleriyle birlikte kesintiye uğrayacak bir mücadele değildir. Burada ve
meydanlarda toplanan kalabalıklar da zaten bunu gösteriyor.
Bu
coğrafyanın halkları düzayak yapılmış çözümlemeler, üstünkörü saptamalarla
ışıklandırılamayacak kadar karmaşık, çok katmanlı bir geçmişten, tarihin
labirentinde kaybolmuş pek çok hikâyenin içinden geçip geliyor. Bu nedenle
Hrant Dink de, Ermeni sorununun çözümü için yeni bir dil ve her iki tarafın da
ezberlerinin dışına çıkan yeni bir yaklaşım gerektiğini düşünüyordu. Bu
topraklarda yaşayan insanların bu konuyu her yönüyle konuşarak, birbirlerini
tanıyarak, birbirlerinin hikâyelerini dinleyerek, birbirlerinin acılarını
anlayarak, birbirlerine değerek, dokunarak, zamanla bu sorunu barışçıl bir
çözüme kavuşturabileceğine inanıyordu. Her iki topluluğun da hatıraları ve
hafızaları arasında bir diyalog kurulması gerektiğine inanıyordu. Böylelikle
resmi hafızaların yerini artık sivil hafızaların alacağını ümit ediyordu.
Ermeni sorununu, emperyal güçlerin uluslararası masalarda Türkiye’ye karşı
elinde tuttuğu bir koz olmaktan çıkaracak olan şeyin, halkların kendi arasında
geliştireceği bu diyalog zemini olacağına inanıyordu. Bu yüzden Hrant Dink’in
bu konuyla ilgili rüyalarından biri, iki halkın birbiriyle kaynaşmasını
sağlayacak Ermenistan-Türkiye sınır kapısının açılmasıydı. Dostlar, arkadaşlar,
ölülerimizin sadece hatıralarına değil, rüyalarına da sahip çıkmamız gerekir.
İşte bugün o kapının açılması, pek çok şeyin kapısının da açılması demek
olacaktır. O kapının açılması, yüzyıldır Ararat dağının doruğuna çöken sisin
dağılması olacaktır. O kapının açılması 2015 yılına çok yakışacaktır.
Dostlar,
arkadaşlar, çoğunuzun bildiği gibi bu topraklarda her inkârın ardında yakın ya
da uzak tarihli toplu mezarlar yatar. Hrant Dink’in öldürülüşünün sekizinci
yılı, gene bildiğiniz gibi aynı zamanda 1915 Ermeni soykırımının yüzüncü
yılıdır. Ermeni soykırımının reddi, inkârı Türkiye’nin yüzyıllık yalnızlığıdır.
Tarihte, hafızada, akılda, vicdanda ve dünyadaki yalnızlığıdır. Türkiye’nin bu
yüzyıllık yalnızlığı artık son bulmalıdır. Bu ülke geçmişin hayaletlerinden
korkmayarak tarihiyle yüzleşmeli, geçmişte yaşananlara ilişkin sorumluluklarını
üstlenmeli ve bu karanlık mirasın kahredici ağırlığından kurtulmalıdır. Bunu,
dünyanın azarlayan bakışları ya da başkalarının onayları için değil, kendisi
için istemelidir. Geçmişten günümüze işlenen bunca cinayetin seyircisi bir
toplum olmaktan kurtulmanın bir yolu da budur. Çünkü biliyoruz ki, mücadele
edilmesi gereken halklar, uluslar değil, zihniyetlerdir. Uzun bir süredir bu
ülkede sistemli olarak ve giderek tırmanan bir biçimde toplumsal kutuplaşmalar
yaratılıyor, düşmanlıklar körükleniyor, bizzat devleti yönetenler şiddet
amigoluğu yapıyor. Oluşturulan bu alacakaranlık kuşağını andıran siyasal
iklimle, Türkiye adeta adım adım Enver Paşalarla, Talat Paşalarla gecikmiş
randevusuna sürükleniyor. “Edirne’den Ardahan’a bölünmez,” dedikleri vatan,
Susurluk’tan Roboski’ye parça parça edildi, ediliyor.
İşte
bu yüzden biz Hrant için, adalet için sekiz yıldır haykıranlar artık
demokrasinin karikatürünü değil, kendisini istiyoruz. Acilen demokrasi ve
koşulsuz ifade özgürlüğü istiyoruz. Kapalı kapılar ardında tezgâhlanan karanlık
oyunların göstermelik demokrasisini değil, günışığı demokrasisi istiyoruz.
Laiklikten ödün vermemiş bir demokrasi istiyoruz. Kimsenin kimsenin kanına,
canına susamadığı bir toplumda, kurban almadan ve kurban vermeden yaşamak
istiyoruz. Hemen her gün bir kadın cinayetinin işlenmediği, transların,
eşcinsellerin öldürülmediği, çocukların devlet kurşunlarıyla katledilmediği bir
ülkede yaşamak istiyoruz. Etnik, kültürel, dinsel, cinsel her çeşit
ayrımcılığın ortadan kalktığı, kimsenin kimsenin yaşam biçimine, diline,
dinine, mezhebine, inancına ya da inançsızlığına karışmadığı, herkesin eşit
haklara sahip yurttaşlar olduğu, demokratik olgunluğa erişmiş bir toplumda
barış, kardeşlik ve dayanışma içinde yaşamak istiyoruz. Ağaca, suya, parka,
koruya, ormana, herkesin ve her canlının yaşam hakkına saygılı çok dilli,
çokkültürlü, çok renkli bir toplum olarak yaşamak istiyoruz. Vesayet
biçimlerinin tümüne kayıtsız şartsız karşı çıkıyor, 12 Martların, 12 Eylüllerin
apoletleriyle ılımlı kindarlık, kravat takmış yobazlık arasında seçim yapmak
istemiyoruz.
Bugün
burada basın özgürlüğünü savunmak için “Je suis Charlie Hebdo” diyorsak,
kimilerinden farklı olarak 1994’te Istanbul’da “Özgür Ülke” gazetesi
bombalandığında sokaklara çıkmış olmanın gönül rahatlığıyla diyoruz.
Arkadaşlar,
Hrant Dink’in ölümüyle bu ülke sadece kıymetli bir evladını kaybetmedi, aynı
zamanda önemli bir gazetecisini de kaybetti. Gazetecilik mesleğinin çok büyük
ölçüde haysiyet kaybına uğradığı böyle bir dönemde, onun ve onun gibi
gazetecilerin yokluğu daha çok hissediliyor. Sırf bunun için bile, Hrant
Dink’in dördüncü çocuğu olan “Agos” gazetesine, onun emanetine de sahip
çıkmamız gerekiyor.
Dilerim,
Hrant Dink ve benzerlerinin uğruna öldükleri doğrular, çok uzak olmayan bir
gelecekte, günışığı görmüş bir demokraside, barış içinde bir arada yaşayan bir
toplumda gündelik hayatın sözü bile edilmeye değmeyecek sıradan gerçekleri
olur!
Gene
dilerim, yakın bir gelecekte adalet yerini bulur, sonraki yıllarda burada
toplanacak olanlar, hâlâ sonuçlanmamış bir hak ve adalet arayışı için değil, sadece
Hrant’ı ve hatıralarını yâd etmek için bir araya gelirler.
Sözlerimi
sonlandırırken, Dink ailesini muhabbetle kucaklar, hepinizi yeniden sevgi ve
saygıyla selamlarım. (ÇT/EKN)
*
Fotoğraf: Agos
No comments:
Post a Comment