7 Ocak 2015'te bürolarına düzenlenen
saldırıda beş çizerinin hayatını kaybettiği Charlie Hebdo dergisi çalışanları
1989’un
Şubatı’ydı. Bradford adında, İngiltere’nin kuzeyinde bulunan gri bir
şehirdeydim. İngilizlerden başka tek tük kişinin adını duyduğu bir yerdi
burası. Ya da, daha doğrusu, bir ay önce 1000 kadar Müslüman gösterici,
ellerinde Salman Rushdie’nin Şeytan Ayetleri’yle sokağa dökülüp ardından da
kitabı törenle yakana kadar öyleydi. Karakolun önünde ateşe verilen kitap, bir
kazığa bağlanmıştı. Şok etmeyi ve rahatsızlık vermeyi hedefleyen bir eylemdi.
Ama bundan daha fazlasını yaptı. Alevler içindeki bu kitap İslam’ın gazabının
ikonu haline geldi. Sayısız fotoğrafçı ve televizyon kamerası tarafından tüm
dünyaya yayılan bu imge “ben, yeni bir tür çatışmanın ve yeni bir dünyanın
habercisiyim” diyordu.
Ocak’ta
gerçekleşen bu eylemden on ay sonra daha da çarpıcı bir imge dünyanın dikkatini
cezbetti: Berlin Duvarı’nın tepesinde mahpusluklarını geride bırakan
göstericiler. İlerleyen yıllarda bu iki imge –Bradford’da yanan kitap,
Berlin’de yıkılan duvar– pek çok insanın zihninde sıkı sıkıya birbirlerine
bağlandı. Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle beraber İkinci Dünya Savaşı'ndan beri
dünyayı tanımlayan ideolojiler çatışması da sona ermiş; onun yerini, daha
sonraki yıllarda Amerikalı siyaset bilimci Samuel Huntington’un “medeniyetler
çatışması” (tarihçi Bernard Lewis’ten devşirilmiş bir tabir) adıyla tanıtacağı
şey almıştı.
Bradford'da Şeytan Ayetleri kitabının
yakıldığı gösteriler, 1989
Protestanlarla
Katolikler arasındaki din savaşlarından tutun da Soğuk Savaş’a kadar geçtiğimiz
birkaç yüzyıl boyunca Avrupa’yı sarsan çatışmaların hepsi “Batı Medeniyeti
bünyesindeki” çatışmalardır, diye yazmıştı Huntington. Ona göre “geleceğin
savaş hatları”, medeniyetler arasında çizilmişti. Konfüçyusçu, Japon, Hindu,
Ortodoks, Latin Amerika ve Afrika medeniyetlerinin de içinde bulunduğu birkaç
medeniyet tanımlamıştı. Ne var ki, asıl mücadelenin Hıristiyan Batı ile
Müslüman Doğu arasında gerçekleşeceğini düşünüyordu.
Huntington
bunları yazdığında sene 1993’tü. Ama pek çok insan, dört sene önce, Şeytan
Ayetleri üzerine dönen kavgada tam da tarif edildiği gibi bir “medeniyetler
çatışması” görmüştü. Britanyalı Müslümanların Britanyalı bir yazarı tehdit
etmeleri ve kitabını yakmaları karşısında şaşkına uğrayan pek çok insanın
aklına, 1989 senesi için korkutucu bir şekilde yeni bir soru takılmıştı: İslami
değerler modern, Batılı ve liberal bir demokrasininkilerle bağdaşır mı? İlk
başta Müslümanlara kucak açanlar bile tereddüt içindeydi. 1996 yılında
Britanya’nın gelmiş geçmiş en liberal İçişleri bakanlarından Roy Jenkins,
Britanya’nın, asimilasyon politikasına son verdiğini ve “karşılıklı hoşgörü ortamı
içerisinde fırsat eşitliğinin” hüküm süreceği bir “kültürel çeşitlilik”
dönemine girildiğini duyurmuştu.
Ben
Şeytan Ayetleri’nin yakılma görüntülerini uzaktan izleyenlerden değildim.
Salman Rushdie gibi ben de Hindistan’da, Rushdie’nin doğduğu Bombay şehrinden
çok da uzak olmayan Secunderabad adlı bir şehirde doğmuş, ama Britanya’da
büyümüştüm. Rushdie gibi ben de kendini “Müslüman”, “Hindu”, “Sih” ya da
“Asyalı” değil, “siyah” olarak gören bir kuşaktan geliyordum. Bizler için
“siyah”, etnik bir damgadan ziyade politik bir kimlikti (Her ne kadar kimin bu
kimliği taşımaya hakkı olduğu konusunda kesin bir yargımız olmasa da).
Ayrımcılığı çoğunlukla sineye çeken ailelerimizin kuşağının tersine ırkçılığa
karşı koyu bir muhalefet yürütüyorduk. Ama, göçmen toplulukları etiketleyen
geleneklere de –özellikle dinî olanlarına– aynı oranda karşıydık. Günümüzde
insanlar İslam bağlamında “radikal” kelimesini kullandıklarında çoğunlukla
köktendinciliği kastediyorlar. Oysa, yirmi sene önce “radikal” kelimesinin bununla
taban tabana zıt bir anlamı vardı: Ateşli bir şekile seküler, bilinçli bir
şekile Batılı, açıkça solcu birini tarif ederdi bu kelime. Yani, benim gibi
birini.
Britanya'da göçmen kadın işçilerin sınıf
mücadelelerindeki önemli uğraklardan biri olan Grunwick grevi, 1977
İslam’ın
kök saldığı topluluklarda büyümüştüm. Yine de, İslam hiçbir zaman toplumu tarif
eden yegâne değer olarak görülmezdi; bu insanlar kendilerini “Müslüman” olarak
tanımlamıyorlardı bile. Onlar için din, kutsal bir kamusal kimlik değil,
Allah’la aralarındaki ilişkinin adıydı. Söz konusu gösterinin fotoğraflarına
bakarken “peki ne değişti?” diye düşündüm. Neden şimdi insanlar kendilerini
Müslüman ilan edip sokaklara dökülüyor ve kitap yakıyorlardı – üstüne üstlük
göçmenlerin deneyiminin sesi olmakla ün yapmış bir yazarın kitabını? Ve ayrım
çizgisi gerçekten de ortaçağdan kalma bir teolojiyle modern Batı toplumu
arasından mı geçiyordu?
Rushdie
olayı, Batı toplumunda yeni bir İslam’ın varlığını çarpıcı bir biçimde ilan
ettiği andı. Aynı zamanda Britanya’nın yeni bir toplumsal çatışma türüyle karşı
karşıya olduğunu anladığı andı. İkinci Dünya Savaşı sonrasında başlayan göç
dalgasından beri, siyahlar ve Asyalılar otoriteyle şiddetli çatışmalara
girmişti. Bu çatışmalar gerilimi yükseltmiş ve kitlesel göçün istenirliği
konusunda hayli yaygın ve sert tartışmalara yol açmıştı. Ama bunlar temel
politik mücadelelerin bir parçasıydı. Sendikalaşma, ayrımcılık veya polisin
kötü muamelesi gibi meseleler, kitlesel göçten önce de aşina olunan konulardı.
Notting Hill siyah ayaklanmaları, 1958
Rushdie
olayı ise farklıydı. Bu, ilk büyük kültürel çatışmaydı, Britanya’nın daha önce
tecrübe ettiği hiçbir şeye benzemeyen bir karşılaşma. Sanki Müslümanların
öfkesinin altında, kötü muamele, ayrımcılık veya yoksulluk yatmıyordu da,
Salman Rushdie’nin sözlerinde derin inançlarına hakaret edildiğini
hissetmelerinden kaynaklanan incinmişlik yatıyordu. Bu incinmişliğin kaynağı
neydi, ve neden şimdi ifade ediliyordu? Bir roman, nasıl olur da bu kadar büyük
infial uyandırabilirdi? Müslümanların acısı dindirilebilir miydi, veya
dindirilmeli miydi? Bradford sokaklarındaki öfkenin, haklar, görevler ve
yetkilerle ilgili geleneksel politik sorularla ilişkisi neydi? Britanya bu
soruları hiçbir zaman sormadı. Yirmi yıl geçti, hâlâ el yordamıyla cevaplar
arıyor.
Rushdie
olayı sadece yeni bir İslam’ın değil, yeni bir solun da habercisiydi.
Radikaller yavaş yavaş seküler evrenselciliğe inanmaktan vazgeçtiler, onun
yerine çokkültürcülükten ve grup haklarından bahsetmeye başladılar.
Aydınlanma’nın akılcılık ve hümanizm fikirleri onları hayal kırıklığına
uğratmıştı, bu nedenle çoğu, Aydınlanma’yı ‘Avrupamerkezci’ bir proje olarak
yerdi. Sol vaktiyle herkesin ırk, etnisite, din veya kültür farkından bağımsız
olarak eşit muamele görmesi gerektiğini savunurken, artık farklı insanların bu
farklılıklardan ötürü farklı muamele görmesi gerektiğini savunur olmuştu.
Geçtiğimiz
yirmi yılda “farklılık politikası”nı oluşturan fikirlerin büyük kısmı,
çokkültürcülük politikaları aracılığıyla ana-akım hale geldi. Ama Rushdie
olayının da gösterdiği gibi, çokkültürcülüğün çok daha karanlık bir yönü var.
Çokkültürcülük, kabile toplumunun beslenmesinin önünü açtı ve Müslüman
toplulukları içerisindeki ilerici eğilimleri zayıflatarak muhafazakâr dinî
liderlerin elini güçlendirdi. Militan İslamcılığı
bizzat yaratmadıysa da, Müslüman toplulukları içinde ona yer açılmasına katkıda
bulundu.
1989’da
Rushdie olayının arka planını araştırmak için Bradford Camiler Konseyi Başkanı
Sher Azam’la görüşmeye gitmiştim. Birden tanıdık birinin sesini duydum: “Selam
Kenan, burada ne işin var?”
Londra’dan
arkadaşım Hassan’dı. “Rushide olayıyla ilgili bazı görüşmeler yapıyorum,”
dedim. “Allah’ın unuttuğu bu yerde sen ne yapıyorsun?” diye sordum. Hasan
güldü: “Burayı Allah’ın hatırladığı bir yer haline getirmeye geldim,” dedi.
“Birkaç aydır buradayım, Rushdie karşıtı kampanyanın hazırlanmasına yardım
ettim.” Bu cevap üzerine yüzümün halini görünce kahkahayı bastı. “Ne
şaşırıyorsun,” dedi. ‘Beyaz sol’dan gına getirmişti. Bütün o bitmeyen
mitinglerden, sokak köşelerinde kimsenin okumak istemediği gazeteleri
dağıtmaktan bıkmıştı. Ama mesele radikal politikadan duyduğu hoşnutsuzluktan
ibaret değildi. Kim olduğunu, nereden geldiğini unuttuğunu söyledi. Kim
olduğunu keşfetmek için Bradford’a dönmüştü. Ve orada, bir ortaklık duygusu
bulmuş, “Müslümanlar olarak haysiyetimizi, değerlerimizi ve inançlarımızı
savunmamız” gerektiğini anlamıştı. Hiç kimsenin, “ne Rushdie’nin ne de
ırkçıların”, bunları ayaklar altına almasına izin vermeyecekti.
Londra’da
tanıdığım Hassan, (benim gibi) Sosyalist İşçi Partisi’nin üyesiydi. Troçkizm
dışındaki diğer zevkleri, meyveli kokteyl, seks ve Arsenal takımıydı. Birlikte
Specials ve Clash konserlerine gider, esrar tüttürür, futbol konusunda kavga
ederdik. Birlikte eylemlere katılmıştık, Ulusal Cephe'ye birlikte taş atmıştık,
birlikte tutuklanmıştık.
Bütün
bunlarda sıradışı bir taraf yoktu. 1980’lerde Britanya’da büyümüş birçok Asyalı
böyleydi. Hassan Pakistan’da doğmuş, ama Britanya’da büyümüştü. Anne-babası
namazında niyazında Müslümanlardı, ama kendi nesillerinin pek çok üyesi gibi
camiye ancak ‘Cuma hissiyatı’na kapıldıklarında giderlerdi. Hassan çocukken
camiye gitmiş, Kuran’ı öğrenmişti. Okul bittiğinde Allah da onu terk etmişti.
Salman Rushdie bir söyleşisinde “İçimde Tanrı’nın bıraktığı bir boşluk var,”
diyordu. Şahsen Hassan’da böyle bir boşluğun izine rastlamamıştım. Bir futbol
fanatiği olarak taptığı yegâne Tanrı, Arsenal’in sihirbaz orta saha oyuncusu
Liam Brady idi. Oysa şimdi Bradford’da, mollaların ayak işlerine koşan, kitap yakan
bir zihniyette ilham bulan, ömründe inanmadığı bin yıllık bir masal uğruna kan
dökmeye hazır biri olmuştu.
Hassan’ın
solcu delikanlıdan İslamcı militana dönüşme hikâyesi, Şeytan Ayetleri’ndeki
anti-kahramanların dönüşümü kadar sıradışı. Bu dönüşümün altında, hem
Britanya’da hem de diğer Batı ülkelerinde yaşanan daha büyük çaplı değişimlerin
hikâyesi var. Yalnızca Rushdie olayını değil, 11 Eylül’ü de hazırlamış olan
değişimler.
8/1/2015 / skopbülten / Kenan Malik, Çeviri:
Ayşe Boren, Elçin Gen
Kenan
Malik’in From Fetwa to Jihad: Salman Rushdie Affair and its Legacy başlıklı
kitabının Giriş kısmından kısaltılarak çevrildi.
No comments:
Post a Comment