29 Ocak 2015 Perşembe
28 Şubat
1997’deki meşhur Milli Güvenlik Kurulu toplantısından tam 3 yıl önce, yine bir
28 Şubat günü İstanbul Taksim Meydanı’nda “Atatürk’e Saygı” mitingi yapıldı.
Refah Partisi İstanbul Milletvekili Hasan Mezarcı, Atatürk aleyhine bir soru
önergesi verip bazı DEP milletvekillerinin de desteğini alınca, dönemin
Başbakan’ı, Doğru Yol Partisi Lideri Tansu Çiller hemen bir miting çağrısı
yaptı. Koalisyon ortağı SHP’nin genel başkanı Murat Karayalçın ile MHP Genel
Başkanı Alparslan Türkeş’in de katılıp konuşma yaptıkları mitingi izlemiştim.
Aslında miting bile denemezdi. Tam bir fiyaskoydu. Bir pazartesi günü
okullardan taşınmış lise öğrencileriyle meydanın dörtte biri doldurulamamıştı.
Nitekim 1saat bile dolmadan, miting neredeyse başladığı gibi bitti.
Halbuki
Çiller, Türkiye Cumhuriyeti’nin üç “kırmızı çizgisi”nin (Atatürk, laiklik ve
üniter devlet) birden aşılmak istendiği alarmını vererek partisi ve hükümetinin
kitle desteğini artırmak istemişti. Mezarcı’nın partisinden bağımsız attığı bir
adımı suiistimal edip hem “irtica” hem de “bölücülük”e karşı kendisini
kahramanlaştırmak isteyen Çiller’in geldiği nokta ortada. Buna karşılık o gün
onun hedefinde olan RP geleneğinden türeyen AKP, 13 yıldır ülkeyi tek başına
yönetiyor; DEP’in takipçisi HDP de “altın çağı”nı yaşıyor: Bir yandan AKP ile
birlikte çözüm sürecini yürütürken diğer yandan ilk kez genel seçimlerde yüzde
10 barajını aşmaya çok yakın bir yerde bulunuyor.
‘KUZEY
IRAK’TAN ‘KUZEY SURİYE’YE
Türkiye’de
“kırmızı çizgi” denilince akla Irak Kürtleri de gelirdi. Onların ABD
himayesinde Irak Kürdistanı’nda kendi kendilerini yönetme ihtimali bir zamanlar
“savaş nedeni” bile sayılırdı. Gelinen noktada Kürtler bağımsız bir devlete ne
kadar yakınlaştılarsa Ankara ile araları da o kadar kapandı. Çok güçlü ekonomik
ilişkilere sahip olan Ankara ile Erbil’in, PKK’nın bölgesel nüfuzunu
genişletmesini engellemek için de birçok kez birlikte hareket ettiklerini
biliyoruz. Örneğin Kürdistan Bölgesel Yönetimi (KBY) Başkanı Mesud Barzani’nin
2013 Kasım ayında Şivan Perwer ile birlikte Diyarbakır’a gelip dönemin AKP
Lideri Erdoğan’a destek vermiş olduğu hafızalarda taze. Erdoğan o buluşmada
Irak Kürtlerinin yaşadığı bölgeyi “Kürdistan” olarak adlandırmış ve yılların
“Kuzey Irak” veya “Irak’ın kuzeyi” saçmalığına son vermişti.
Ya da öyle
sanmıştık. Zira Cumhurbaşkanı Erdoğan, Suriye Kürtlerinin ağırlıkla yaşadığı
Rojava bölgesi söz konusu olduğunda “Kuzey Irak”tan mülhem “Kuzey Suriye”
adlandırmasını benimsiyor. Üstelik PYD öncülüğünde bu bölgede üç ayrı kanton
üzerinden “demokratik özerklik” uygulanmasını asla kabul edemeyeceklerinin
altını çiziyor.
KOBANİ’Yİ
KİM İNŞA EDECEK?
Herkesin
“Düştü düşüyor” dediği Kobani’de (IŞ)İD’i dize getirip tüm dünyanın takdirini
kazanmış olan Suriye Kürtlerinin statü arayışlarını, Türkiye’nin kırmızı
çizgileri arasına hapsetmek mümkün müdür?
Ankara dün
Kobani’ye askeri yardım koridoru açılmasını bir koz olarak kullanmak istemiş,
pek de başarılı olamamıştı. Bugünse, daha ilk günden kentin yeniden inşası ve
göç edenlerin geri dönmesi meselelerini hatırlatıyor. Her iki konuda da
Türkiye’nin belirleyici bir rolü olacağı bir gerçek ama özünde insani olan bu
sorunları basit stratejik ve taktik hesaplar üzerinden ele almaya çalışmak tam
tersi sonuçlar doğurabilir.
Eğer söz
konusu insanlar Türkiye’den kopuk olsa, mesela Suriye’dekinden kat kat fazla
sayıda Kürt Türkiye’de yaşıyor olmasa Ankara’nın Rojava’yı kırmızı çizgiler
içine hapsetme girişiminin belki bir şansı olurdu. Ancak 6-7 Ekim olaylarında
gördüğümüz gibi Kobani ile mesela bir Diyarbakır, Şırnak, Batman, hatta Adana,
İstanbul arasında herhangi bir mesafe yok.
Yazıyı, 6
Ekim’de Kobani’nin düşmesinin beklendiği günlerdeki bir cümlemle bitirmek
istiyorum: Kürtlerin kalbini Suriye’de kırıp Türkiye’de kazanamazsınız.
No comments:
Post a Comment