Tarih:
09-01-2015
İstanbul'da
soğuktan donmamak için Suriyeliler 20 aile beraber bir dükkanda kalıyor. Kampa
gitmeme nedenlerini ise 'Kızlarımıza tecavüz ediyorlar' diye gösteriyorlar.
İstanbul'da
dondurucu soğuk hayatı esir alırken, sokaklarda yaşayan yüzlerce Suriyelinin
dramı yürek yakıyor. Cumhuriyet Gazetesi'nden Erk Acarer 20 aile bir dükkanda
yaşayan ve hastalıkla boğuşan Suriyelilerle konuştu. Mülteciler, "Kampa
niye gitmiyorsunuz" sorusuna, "Kızlarımız güzel, tecavüz
ediyorlar" diye cevap verdi.
Cumhuriyet
Gazetesi'nden Erk Acarer'in haberi şöyle:
Karayel,
İstanbul’u hallaç pamuğu gibi atıyor; deniz yemyeşil. Soğuk, fakir mahallelere
aç bir kurt gibi iniyor. Şehrin çöküntü semtleri “sıfırın altına” hazırlıksız
yakalanıyor. Öteden beri “çaresizin” yaşadığı Eminönü, Küçükpazar’dan
İstanbul’un en büyük sığınmacı mahallesi diye söz etmek mümkün. Yakın bir
geçmişte, önce burayı bir “aktarma merkezi” olarak kullanan Bangledeşlileri,
ardından da Romanya’dan gelen sokak müzisyenlerini ağırlayan Küçükpazar, son
iki yıldır da, ülkelerindeki savaştan kaçan Suriyelileri konuk ediyor. Semtin,
tuhaf kodunu ve “sefil halini” çözmek için, basit gözlemler yeterli oluyor. Her
köşe başında 2.5 TL’ye döner ayran satılıyor. Mendil ve dilencilikle geçimini
sağlamaya çalışanların bozuk paralarını, kesinti yaparak kâğıt paraya
bütünleyenler yeni bir sektör oluşturmuş durumda.
Semt,
bir süre öncesine göre tenha. Sığınmacıların büyük bir bölümünün iki hafta önce
belediyle tarafından toplanarak kamplara götürüldüğünü öğreniyoruz. Ne var ki
soğuğa karşın, kampa gitmemek için direnenler de bulunuyor. Sokaklarda çocuklar
var. Yine ayakları çıplak! Elerindeki torbalarda ekmek taşıyorlar.
Ev
olarak kullanılan bir dükkânın önündeyiz. İstanbul’un en soğuk gecesini
Suriyeli sığınmacılarla geçireceğiz. Kepenk açıldığı anda, şehri, “gerçek
sandığımız yaşamımızı” kapının önünde bırakıyoruz. Açıkça, başka bir
boyuttayız. Battaniye ve çarşafların perde olarak kullanılıp bölümlere
ayrıldığı 80 metrekarelik dükkânda onlarca kişi yaşıyor. İçerisi soğuk olmasına
rağmen, kesif bir koku yayılıyor. Öksürük sesleri, çocuk ağlaması, yaşlıların
inlemesi birbirine karışıyor. Birkaç elektrikli soba, içeriyi ısıtmaya
yetmiyor. 80 metrekarede 100’e yakın kişinin yaşadığına tanık oluyoruz.
DÜKKANDA
20 AİLE
20
aile, onlarca hikâye... Bu soğukta, böyle bir yerde, bu kadar kalabalık nasıl
yaşanıyor? Mekâna sığınan Suriye Türkmenleri anlaşılır derecede Türkçe
konuşabiliyor: “Başka çaremiz mi var” diye anlatıyor 25 yaşındaki Abdurrahman,
iki gün önce doğan ve karısı Büşere’nin kucağında çaputlara sarılı olan Sibel’i
göstererek: “Kendimizden geçtik. Açlığı biliyoruz, ama bu çocukların durumu ne
olacak? Mama ve beze ihtiyacımız var. Kara kara düşünüyoruz. Ailemizden çok
şehit verdik. Canımızı kurtardık. Ama işte görüyorsun, perişanız.” Aslında
“perişanız” tanımı durumu anlatmaya pek yetmiyor.
Türkmenlerin
kaldığı dükkânda sadece bir tuvalet bulunuyor. Piknik tüplerde su ısıtmaya
çalışılarak, yine tuvalette banyo yapılıyor. Abdurrahman, banyoya rağbet
olmadığını söylüyor. “Ancak tuvalette çok kuyruk oluyor, nöbetçi benim, bazen
uyuyakalıyorum, o zaman da kavgalar yaşanabiliyor” diyor. Abdurrahman’la
konuşurken genç bir kadın, yanımıza ilaç kutusuyla yaklaşıyor, umutsuzca
bakıyor: “Bitti... Ağrıdan uyuyamıyorum.”
‘HEPİMİZ
ÖLECEĞİZ, AMA BEN BİRAZ ERKEN’
Zaten
burada kimsenin rahat bir uyku uyuyabilmesi mümkün değil. 60’lı yaşlardaki
Abdullah, “Uykudan, yemekten geçtik, ölmemek için uğraşıyoruz” diyor. “Aramızda
çok hasta olanlar var.” Sahab, bir perdenin ardında öksürerek yatıyor. Karısı
bir piknik tüpte çay demlemek için uğraşıyor. Suriye’deki savaşta bir daha
iyileşemediğini söylüyor. 80 metrakarelik dükkânda, tevekkülle yumuşatılmaya
çalışılan sert bir yaşam olduğu muhakkak. Sahab’ın zorlukla anladığımız sözleri
bunun bir yansıması: “Hepimiz öleceğiz, ama ben biraz erken!
O meşhur
soruyu, sorup tokat gibi bir cevap alıyoruz. Neden kampa gitmiyorsunuz? Abbas
Ali, dört kelimeyle özetliyor: “Kızlarımız güzel, tecavüz ediyorlar!” Oğlu
Yengin’e sarılıyor... “Bu çocuklar vallahi de billahi de aç yatıyorlar. Ekmek
yok, yemek yok, içmek yok.” Abbas Ali , yaşadıkları yerle ilgili bilgiler de
veriyor: “Burada hepimiz akrabayız. Ölsek de kampa gitmeyiz. Orada kötülük var.
Buraya günlük 150 TL para veriyoruz. Dilencilik yapmayız. Kadınlarımız ve
namusumuz her şeyden önce gelir. Tespih ve mendil satarak hayatta kalmaya
çalışıyoruz. Günde 10 TL kazanırsak ne iyi...”
İnsanın
aklı almıyor, Abbas Ali sürdürüyor, bir parçası kalan umutlarından söz ediyor:
“Biz kanaatli insanlarız. Karnımız doydu mu yüzümüz güler. Günün birinde
ülkemize dönmek isteriz. Halep’te küçük bir evimiz vardı. Televizyonumuza
bakardık, ekmeğimizi yerdik. Geçinip giderdik işte. Ah o günler yeniden
gelse...”
KAR
TOPUNDAN NEFRET EDEN ÇOCUKLAR
Abbas Ali
oğlu Yengin’e sarılıyor. Yengin, “son gülen” demek. Kepenk açılıyor. Dışarıda
çocuk yok. Çocuklar okula gitmiyor. Çocuklar, kardan, kardan adamdan, kar
topundan nefret ediyor. Çocuklar soğuktan donuyor. Küçükpazar’da, “getirdiler
bakamıyorlar” yargısı eksik kalıyor. Çünkü anlatmakta zorlandığımız bir hayat
var. Ya 21. yüzyılın arsızlığında hep birlikte gülmek için yeni bir hayat
kuracağız ya bu çocuklarla donacağız!
No comments:
Post a Comment