Afşar
Timuçin’in “Aşkın Diyalektiği” adlı kitabı günümüzde üzerine çok şey söylenen
aşk kavramını toplumsal, tarihsel ve kültürel boyutlarıyla inceleyen çok
katmanlı bir yapıt. Günümüz toplumunda aşk için çok şey söylenip yazılıyorken
ne kadarı yaşanıyor hep tartışılan bir konu. Bu kadar sözü edilen bir şey içi
boşaltılmış bir kavram mı, yoksa başlı başına bir yanılsama mı? Afşar Timuçin
yıllardır felsefe, edebiyat ve estetik alanlarında birbirinden değerli yapıtlar
vermiş bir aydın. Aşkın diyalektiği hem bu sanatçı duyarlılığının, hem felsefi
birikimin, hem de tarihsel arka planla ilişkili bir sürecin ifadesi olarak
ortaya çıkmış bir kitap. Bu özellikleriyle de neredeyse alanında tek kitap
olarak nitelendirilmeyi hak ediyor. Kitap; kadın-erkek karşıtlığı, bir değerler
ve kültür alanı olarak aşk, aşkın temel nitelikleri, aşkın olağan dışı
görünümleri ve sapmalar başlıklarını da içeren on üç bölümden oluşuyor. Her
düzlemde toplumsal ve tarihsel bakış açısını içeren bir bütünlüğü var. Dünya
edebiyatının ve düşünce tarihinin aşk üzerine söylenmiş sözlerinden alıntılar
metni zenginleştiriyor. Aşkın hep önemli bir konu olarak üzerinde durulmasını,
Timuçin insan incelemesinin en iyi yapılabileceği çünkü insanın en çıplak
haliyle tanımlanabileceği alan olmasıyla açıklıyor. Kitap boyunca aşk-bilinç
ilişkisi ve aşkın insan üzerindeki etkisinin toplumla bağlantısı üzerinde
duruluyor. Bu bakış açısıyla, bütün bir insanlık tarihi içinde aşk kavramının
nasıl tanımlandığı, ne yönleriyle değiştiği veya aynı kaldığı somut örneklerle
yalın biçimde aktarılıyor. Aşkta herkes aşkla ilgili davranışları yeniden
bulduğuna ve bunun hiçbir ilişkiye benzemediğine inansa da aşk ilişkide
olduğumuz kültürle bağlantılıdır. Aşkın en büyük iki yok edicisinin alışkanlık
ve egemenlik duygusu olmasının aşkın bir özgürlük alanı olmasıyla yakından
ilişkilidir. Aşk kurumsallaşınca kaygan, sallantılı ve kesinliksiz bir serüven
olma halini yitirir. Bu da aşkın sona ermesi anlamını taşır. Aşkla ilgili en önemli başlıklardan biri
“ahlak”tır. Aşkın yetkin bilinçlere özgü
gelişmiş ahlakı insanın insana zarar vermesini engeller. Bilinçli insanların
dünyasında herkes kendisinindir, kimse kimsenin değildir. Benimsenmiş veya
benimsetilmiş ahlak ile özümlenmiş ahlakın farkını bilmeden sağlıklı bir aşkın
olabilmesi çok zordur. Özümlenmiş ahlak için ise bilinç gereklidir.
Bilinçsizlik insani düzeyde güçsüzlüktür, her türlü ilişkiyi olduğu gibi
kadın-erkek ilişkisini de zorda bırakır. Özgür eylem için özgür düşünce
zorunludur. Bilinçsiz varlıklar özgür olamazlar, onlar hep doğanın kendileri
için çizmiş olduğu sınırlarda kalırlar. Oysa Gide’nin tanımladığı serseri
“kalıplara sığmayan, kurallara körü körüne uymayı düşünmeyen, özellikle yararda
sınırlanmayan” kişidir. Özgür insan ya da serseri “sürüdeyim öyleyse yokum”
derken gündelik yaşayan insan “katlanıyorum öyleyse varım” der. Bütün bu
nedenlerle bir kalıptan ya da çarktan çıkmışa benzeyen insanlar birbirine
benzedikçe mutlu olurlar, öykünürler birbirlerine, aynı kalıp sözlerle,
suçlamalarla birbirlerini tüketirler. Bunun dışında kalan çok az sayıda insan
olması nedeniyledir ki, çok az da aşk vardır.
Aşkın kavramı ya da fikridir güzel olan belki, aşkın kendisi diye bir
şey yoktur, ya da düşten başka bir şey değildir. Aşkta mutluluk arayanlar onu
evcilleştirip bir kafese kapatma eğilimindedir. Oysa evcilleşmiş aşk yoktur.
Kierkegaard’ın söylediği gibi “sonuna kadar kendi olma yürekliliğini
gösterebilmek, bir şeyleri gerçekleştirebilmek yürekliliğini gösterebilmek” çok
önemli bir konudur. Oysa günümüzde gerçek bilim adamı, gerçek felsefe adamı
ortadan silinmiş ve ortaçağın serflerine benzer, en az kültürle, televizyon,
radyo, biraz da gazete ile idare eden, boş filmlerle, ucuz roman ve
fotoromanlarla tek tipleştirilmiş insanların içinde “birey” ya da dolayısı ile
gerçek aşkı yaşayan bireyler bulmak çok güçleşmiştir. Televizyonunu otomobilini
karısından çok seven, bilgisayarda sanal arkadaşlık kurma eğilimi taşıyan
insanlar sakatlanmış bireyler olarak karşımıza çıkmaktadır. Kitabın en önemli bölümleri “Bir kültür alanı
olarak aşk” ve “Aşkın temel nitelikleri” isimli bölümleri gibi görünmektedir.
“Bir kültür alanı olarak aşk” bölümünde aşkın bir kültür etkinliği olmasının
onun duygu-düşünce yanından kaynaklandığı belirtilir. Cinselliğin kabasaba ve
en özelliksiz alanlardan biri olduğu bunun aşk ve duygusallıkla özgün ve farklı
bir renge kavuştuğu söylenebilir. Gerçek aşk iki kişinin, karşı cinsten iki
kişinin, iki ruh beden bütününün diyalektik bir ilişkide birbirini keşfetmesi,
birbirinin gizlerini ortaya çıkarmasıdır. Doğrudan doğruya iki kişilik ya da
yalnızca o iki kişiye özgü bir ortam olmasıdır. İnsan kendisini gizleyen bir
varlıktır, o ancak aşkta kendini ele verir. Biraz isteyerek biraz da
istemeyerek sanat ve aşk bu anlamda zorunlu içtenlik alanları olduğunda bütün ikiyüzlülükler
burada sona erer. Aşkta her şey bütünüyle benimsenmek zorunda değildir.
Hesapsız ve karşılıksız bir yönelim olmakla birlikte sonsuz ya da sonuna kadar
bütünleşmeyi gerektirmez. Ancak aşkta başkasıyla aramızda ortak bir alan ve bağ
oluşur. Duygu düşünce alışverişi gerçekleşir. Alain “sevmek zenginliğini kendi
dışında bulmaktır” derken, Exupery “sevmek birbirinin yüzüne bakmak değil aynı
yöne bakmaktır” der. Aşk- bilinç
ilişkisindeki tanımlamalar aşk ancak ayrıcalıklı insanların işi midir gibi bir
soru akla getirebilir. Kitapta bununla ilgili ayrıcalık değil yetkinliğin
önemli olduğu belirtilir. Yalnız bu yetkin bilinçler aşkın dar kapılarından
girebilir. Değerler dünyasıyla hiçbir alışverişi olmayan kişinin sanatla da,
aşkla da gerçek bir ilişkisi olamaz. Değer dünyasının dışında yaşayan insanlar
için sanat boş insanların, aşk ise zavallıların konusu olabilir. Sakınıklıkta
aşk olmaz ve her türlü sakınıklık aşkı öldürür. Yazık edilmiş, yüreksizce ya da
hastalıklı biçime dönüştürülmüş aşklar, aşkın artık varlığını sürdürememesi
halidir. Aşk gözlerde sonsuz bir ışık olarak parıldar, sözlerin gözlerin
söylediğine ekleyecek bir şeyi yoktur, hatta çoğunlukla aşkı yıpratır bu durum.
Aşkta ‘sisyphos’u andıran bir şeyler vardır. Bu yüzden aşk hem vardır hem
yoktur. Hem varlığını tüm ağırlığıyla duyurur hem de bir üflemede uçup gidecek
gibidir. La Rochefoucauld’nın bir sözü bu durumu açıklayıcı niteliktedir:
‘aşkta ateş gibi sürekli bir devinim olmadan varlığını sürdüremez, ummak ve
korkmak bitti mi aşk da biter’ Platon ise aşkı geniş çerçeveli bir biçimde ele
alır. Onu bilgi temelinin içine yerleştirir. Bizi aşağılardan yukarı doğru
yükselten içsel atılımın ta kendisidir. Aşk bilgiye yönelmenin temel koşulu,
bilgiye yönelme isteğidir. Aşkın insanı dönüştüren en insani alanlardan biri
olduğu kitapta şu biçimde çok açıklayıcı bir şekilde dile getirilir: O sessiz,
dolaylı, kendiliğinden bir araştırma alanıdır, bir insanlaşma ortamıdır. Onda
insan kendini bulur ve kendini yaratır. Onda insan insanı keşfeder. Başkasına
ulaşmanın, kavuşmanın yollarını arar, bulur. Aşk insan için gerçek bir
kaçınılmazlıktır. Aşk dünyayı sömürmekle sınırlanmış insan için değil de
dünyayı yeniden kurmaya çalışan insan için zorunlu bir etkinliktir. Sanat gibi
aşkta da insan kendini bir ruh ve beden bütünü olarak yaşar, bu bütünlükten
giderek daha geniş çerçeveli bir bütüne ulaşır. Gerçek aşk tıpkı gerçek sanat
gibi bir bireyden giderek dünyaya açıldığımız yerdir. Bir şiirde, bir tabloda,
bir müzik parçasında da bir insanın varlığında bütün bir dünyayı görürüz. Aşkta
da bir insanla bütünleşmemiz bizi bütün bir insanlığa ulaştırır. Tek kişiyi
sevmeyen bütün insanları sevemez. Aşk gerçek bir kültür ortamıdır, onda insan
olmanın tüm deneyimlerini tıpkı sanatta olduğu gibi heyecanla yaşarız. Bu
tanımlama önemli bir kavramsallaştırmayı içermektedir. Bir anlamda Sait Faik’in
“bir insanı sevmekle başlayacak her şey” dizesiyle tematik bir bağlantısı
vardır. Ovidius da aşk konusunda şöyle ilginç bir saptama yapar. “En örtülü
ateş, en sıcak ateştir.” Aşkın çıplaklaştıkça soğuduğuna dair görüşlerden
biridir bu. Cinsellik- aşk ilişkisi de
önemli bir başlık olarak yer almaktadır. Aşk, cinselliğin karşıtı değildir,
insanlaştırılmış biçimidir. Kendinin bilincinde olmayan, dolayısıyla
toplumsallığını verilmiş bir mekaniklikte yaşayan her insan topluma körü körüne
katılırken cinselliği de çok zaman hayvana yaraşır bir mekaniklikte yaşamak
ister. Cinselliğin bilgisinden uzak kalmış insanlardan oluşmuş genç insanların
yaşadıkları hayal kırıklıkları ve cinselliğin hor görüldüğü bir ‘arı aşk’ fikri
bu durumun bir başka yönden sağlıksız karşıtıdır. Gerçekte aşk insanla ilgili
her şey gibi doğaüstü uçucu niteliklerin değil, düpedüz etin kemiğin
belirlediği bir insan etkinliğidir. Onun için olumluluklar kadar olumsuzluklar
da içerir. Yaşamda bütün öğeler iç-içedir ve arı bir şey olanaksızdır. Bu
nedenle aşk insanın bütün varlığıyla, bütün ruhuyla ve bedeniyle yaşadığı
aşktır. Bizim için bedensellikten ayrı bir ruhsallığın söz konusu olmayacağını,
ruhsal süreçlerin fizyolojik işlevlerden gelen sonuçlar olduğunu her zaman göz
önünde tutmak gerekir. Bu bağlamda arı aşk kavramı bir ruh ve beden ayrımına
giderek bedeni aşk alanının dışına çıkarmak istemektedir. Cinselliğin hayvani
özelliklerinden yola çıkıp, aşkı bir kirlilikler alanı saymak yanlış bir
tutumdur. Aşk bütünüyle insanlaştırılmış bir cinselliktir. Hiçbir ahlak kuralı
insandan daha değerli değildir ya da ahlak dediğimiz kurallar alanı insan
gerçeğinin üzerinde bir gerçeklik oluşturmaz. İnsan ahlak için değil, ahlak
insan için vardır. Ahlak insan olmanın en uygun koşullarını etkin kılmakta
güçlük çektiği zaman yaşamı zedelemeye başlamış demektir. Aşk yararcı değildir
ve çok zaman ussallığı geriye iterek mutlak diyebileceğimiz bir duygu ortamı
yaratır. Aşk- sevgi ilişkisi de üzerinde
fikir ayrılıkları bulunan bir konudur. Kitapta “Aşkın temel nitelikleri”
bölümünde aşk ile sevginin birbirinden farklı olduğu, aynı tutulmaya
çalışılmasının yanlış olduğu irdelenir. Aşk tutkuyla belirgindir. İyiden iyiye
sarsıcı tutkuyla belirgindir Gide’nin söylediği gibi. Sevgide tutku yoktur.
Sevecendir, görmüş geçirmiş, hoşgörülü ve anlayışlıdır. Ussaldır ve ussallığın
çizgisini dikkatle ve özveriyle izler. En coşkulu sevgi bile sınırlarını aşmaz,
anlaşılmaz öğeler barındırmaz, yoğun tutkularla işi yoktur sevginin. Oysa aşk
tepeden tırnağa tutkudur, ussallık geriye çekilir aşkta. Denetlenebilir bir şey
değildir, aşk taşkınlık düzeyine varan bir çılgınlıktır. Aşka mutluluk için
yönelmek son derece yanlıştır, büyük sıkıntılara adaydır aşık olan kişi. Aşk ile evliliğin ilişkisi nasıldır sorusu da
önemli bir sorudur. Genel düşüncenin aksine aşkın, evliliğin bir ön hazırlığı,
bir tür kutsallığının onaylandığı süreç veya evlilik eşiği, mutlu sonucu gibi
değerlendirmelerin temelsiz olduğudur. Evlilik aşkın zorunlu sonucu değildir,
evlilik bütün olumsuz özellikleriyle bu arada getirdiği kolaylık ve güçlüklerle
aşkı öldüren bir kurumdur. Aşkın düşmanı olan alışkanlıklar ve kolaylıklar
evlilik kurumunun temel özellikleridir. Kolay yoldan sağlamalar geliştikçe
aşkın izleri silinmeye başlar. Dağınık yırtıcı aşk evcilleşir ve yenik düşer.
Aşk uçurumun kenarında yaşamak iken evlilik en uygun konforu sağlamaktır. Aşk
değişkenlikle belirgin bir canlılık gerektirir, evlilik durağan ve tekdüzedir.
Evlilik aşkın çeşitli olumsuzluklarından kendini kurtarırken çok daha büyük ve
çok daha tehlikeli olumsuzlukların içine düşer. Evlilikte olabilecek en iyi
kazanım aşkın temiz bir sevgiye dönüşmesidir. Çoğu zaman çevresel etmenler bunu
da engeller. Evlilik-aşk arası çelişkilerin en temel olanlarından biri aşkın
yasak olma niteliğidir. Aşkın önünden bütün engeller kalkınca geriye aşk
kalmaz. Toplumun göreneksel değerlerinden giderek çok şeye hayır dediği yerde
aşk uyarsızlıklarla dolu kocaman bir evettir. Aşık olmak gerçekte bir olmaza
evet demektir. Bu yüzden aşk evlilikleri sözleşme evliliklerinden daha az
şanslıdır. Ne yazık veya ne şans ki çoğu aşk evlilik limanının durgun sularında
bitmek gibi yumuşak bir inişle son bulmaz. Çoğunun sonu açık denizi andırır. Böylece
insan başarısız bir aşktan bir diğerine yelken açar. Kitapta aşk ile ilgili temel nitelikler,
kültür ve değerler tanımlaması yapıldıktan sonra aşkın olağan dışı görünümleri,
fahişelik, donjuanlık, eşcinsellik gibi bölümler yer almaktadır. Toplumun eşcinselliğe
katı bakışının yol açtığı gizli ve örtülü kimlikler ve gerçek yönelimi
gizleyici karşı cinsle içtensizlik ilişkiler gözlenebilir. Ahlaki nedenlerle
eşcinselliğe karşı olmanın doğru olmaması gibi bunu topluma benimsetmeye
çalışan görüşler de doğru değildir. Fahişelik, yalnızca para karşılığı ilişkide
bulunmak olarak ele alınmamaktadır. Daha iyi giyecek, daha yüksek bir toplumsal
yaşam adına hayatını bir erkekle birleştirmenin de örtülü fahişelik diye
nitelendirilebileceği durumlarla sıkça karşılaşılır. Bu ikisinin arasında
hangisinin daha ahlaki olduğu tartışması anlamsızdır. Bir şey ya ahlakidir ya
da değildir. Fahişelik yoksulluğun yayılması ile ilişkilendirilse de iyiden
iyiye bozulmuş bir toplumsal yapının ya da ailelerin ürünüdür. Yoksulluktan
ahlaksızlığa zorunlu bir geçiş vardır gibilerinden görüşler insanı tanımamaktan
kaynaklanan sakat görüşlerdir. Yaşamın
kaçınılmaz bir sonucu olan acı aşkın da zorunlu bir yüzüdür. Önemli olan acı
çekmeyi bilmek, yakınmadan, ağlayıp sızlamadan acı çekebilmektir. Acıyla
yaşamayı başaranlar bilge insanlardır. Acıdan kaçmak veya onu yok saymak değil,
iyi gözlemlemek ve evcilleştirmek gerekir. Acı çekmeyi göze almamak hem daha
çok acı çekmeyi hem de gelişmenin önünü kapatmayı getirecektir. Gerçek acılar
derinlerde, görünmeyen yerlerde kuytulardadır. Hazlar gibi acılar da kolay ele
geçmez ve sağlıklı yaşandığında insanı geliştirir. Aşk da sanat gibi baştan beri yalnızca
yapılan değil, aynı zamanda üzerine düşünülen bir insan etkinliği olmuştur.
İnsanoğlunun genel tutumudur bu, yaptığını düşünür, düşündüğünü yapar. Her
alanda kendini tanımak isteyen insan aşkta da kendini tanımaya çalışır. Aşk ona
kafa yoranların işidir sözü bunu tanımlar büyük ölçüde. Aşk gereklidir daha da
insan olabilmek için, sonsuz acılarla sevinçleri bir arada yaşayıp bilgeleşmek
için gereklidir. Aşk deneyi iç koşullar ne olursa olsun bir yücelme ve yüceltme
deneyidir. İnsan olanaksızı gerçekleştirmeye çalışırken daha da insanlaşır. Aşk insanın sonsuzluğu
duyumsadığı, ölmezliği sezdiği yerdir. Aşkın olmadığı yerde ne doğru dürüst
bilim, ne sanat ne de felsefe gelişebilir. Yaşamın itici gücü olarak ileriye
doğru sonsuz olanaklar sağlar ve güçlü dönüşümlere katkıda bulunur. Sonuç olarak kitap aşkın yaşamdaki
kaçınılmazlığını, zorluğunu ve insanı dönüştüren yönünü ayrıntılı olarak ortaya
koymaktadır. Yetkin bilinçlerin yaşadıkları aşk ilişkilerinden bir şeyler
öğrenerek, dönüşerek ve kendini daha iyi tanıyarak çıkması olanaklıdır. Aşkta
insanı insanlaştıran boyutlardan biri de budur. Bunun için aşk insan var
olduğundan beri var ve yazılı kültür oluşmadan sözlü kültür döneminde ve
oluştuktan sonra yazılı kültür dönemindeki edebiyat yapıtlarının konusu aşktır.
Yaşamdan aşkı çıkarırsak geriye ne kalır diye düşününce ne kadar önemli olduğu
daha da belirginleşmektedir. Aşkın diyalektiği yapıtı tarihsel- toplumsal arka
planı, iyi seçilmiş örnekleri ve bütün alanları; sapmalar da dahil içeren
kapsamıyla benzersiz bir yapıt. Felsefi derinlikle sanatsal duyarlılığın
buluşmasından doğan değerli bir yapıt. İnsan okuduktan sonra yaşadıklarına,
hissettiklerine daha farklı açıdan bakma gereksinimi duyuyor. Bacon “Öğrenim
Üstüne” adlı denemesinde kitap vardır ancak tadına bakılmak içindir, kitap
vardır yutulmak, kitap vardır çiğnenmek ve özümlenmek içindir. Başka deyimle
kimi kitapların insan ancak birkaç bölümüne göz atmalı, kimisini baştan sona
şöyle bir okuyup geçmeli, pek azını da her ayrıntı üzerinde titizlikle durarak
adamakıllı okumalı der. Aşkın diyalektiği titizlikle adamakıllı okunması
gereken nadir kitaplardan biri.
No comments:
Post a Comment