Friday 9 January 2015

Sınıfın Maruzatı


I.

Amed’de, Dağkapı’daki küçük gazete bürosunda, Hasan’la kağıt parçaları ve domates kasalarıyla sobayı tutuşturmaya çalışıyorduk. Çay mutfakta kaynıyor; simitlerimiz ise masa üzerinde sükûnetle akıbetlerini bekliyordu. Biz sobayı yakana kadar ancak açılabilen bilgisayardan haberlere bakmaya başladık: “Diyarbakır’ın Bağıvar beldesindeki 1500 tuğla işçisi greve çıktı. İşçiler, sigortasız çalıştırıldıklarını aktarıyor; yevmiyelerine zam yapılmasını talep ediyor.”

Birbirimize baktık ve konuşmaya pek gerek kalmadı. Simidimizi bitirip kıçımızı son kez yasladık sobaya.

***

Bağıvar’a vardığımızda hava henüz kararmıştı. Beldede grev olduğuna dair bir işareti ne kadar aradıysak da bulamadık. Neden sonra, bir duvar ardında toplanmış bir grup insan gördük. “Selamünaleyküm” deyip daldık mevzuya: “Burada tuğla işçilerinin grevi varmış, haberiniz var mı?”

Ateş etrafındaki çemberde sohbet, bıçak gibi kesildi. Kimseden çıt çıkmıyordu. Sonunda biri, “He var abê, hayırdır inşallah” diyebildi. “Biz Devrimci Demokrasi gazetesinden geliyoruz, bilgi almak istiyoruz, kiminle görüşebiliriz” dedik; yine sessizlik çöktü. Kimse konuşmak istemiyordu. Bir süre sonra birkaç söz edildiyse de konuşmaya bir türlü yanaşmıyorlardı.

Gerçekten konuşacak birilerini buluruz umuduyla kalktık, beldenin içinde gezinmeye başladık. Bu sırada, ateşin etrafındaki çemberden bir abi yanımıza sokuldu. “Gelin, şurda kahve var, gidip oturalım” dedi, takıldık peşine. “Fotoğrafımı çekmeyecekseniz, adımı da almayacaksanız, anlatayım abê” dedi.

***

Bağıvar’da tuğla işçileri, “çavuş sistemiyle” çalışıyor. Çavuş sistemi, taşeronun ilkel hali. Çavuşun yoksa, piyasada hiçsin; çavuşun varsa, onun eliyle hiç edilirsin! Hasılı Bağıvarlı işçiler de, bayramlarda bile izin yapmadan, günde 12-14 saate varan mesailerle, yüzlerce santigrat dereceye ulaşan ocağın karşısında ömür tüketiyor. Aldıkları yevmiyelerin toplamı, bir asgari ücret etmiyor. Sigorta primleri yatmıyor. İş ağır; birçoğu meslek hastalıklarından muzdarip. İş güvenliğini ise hak getire!

Beldede yaşayanların hemen hemen tamamı tuğla işçisi. Çoğunluğu aynı aşiretten. Gezdiğimiz her sokak, karşılaştığımız her diyalog, Zola’nın meşhur Germinal’indeki madenci gettosunu fena halde anımsatıyor.

Saymakla tüketemeyiz işçilerin maruzatını. O kahvedeki isimsiz, fotoğrafsız abênin bir cümlesiyle kapatalım: “Belediyeye, partiye, her yere haber saldık abê. Ama patronlar ihale alıyor, iş yapıyor, para var adamlarda. Biz gariban işçileriz. Bizim lafımıza bakıp onlarla arayı mı bozacaklar?”

II.

Almanya, Frankfurt. Kentin biraz dışındaki ormana az önce hafiften yağmur yağmış. Otelin terasına çıktığınızda burnunuza derin bir toprak kokusu, kulağınıza kuş cıvıltıları çarpıyor. Ne de güzel; ayaklı küllüklerin her birinin başına elektrikli ısıtıcı yerleştirmişler; bu sarhoş edici koku ve seslerden, hiç de üşümeden istifade edebiliyor insan!

Manzara eşliğinde kahve-sigara molasını tamamlayıp, üzerinde içecek ve yiyecekler olan geniş, yuvarlak masalarla donatılmış konferans salonuna geçiyoruz, yeniden. Avrupa Kürt İşverenler Birliği’nin resepsiyonu var. Önce, Diyarbakır’daki tuğla fabrikalarına da ortak olan saygıdeğer işveren çıkıyor kürsüye: “İşverenler olarak herhangi bir ideolojik yaklaşıma sahip değiliz. Halkımıza sermayemizle katkı sunmaya çalışıyoruz. Bakın, benim de ortağı olduğum Diyarbakır’daki tuğla fabrikasında bin işçi istihdam ediyoruz. Yurtseverlik budur.”

Kar beyaz gömleklerin ütüsünü bozacak kadar coşkulu alkışlar…

Şimdi sözü, bölgedeki yatırım olanaklarını anlatmak üzere sayın Ticaret ve Sanayi Odası temsilcisine bırakıyoruz: “Bu grafikte gördükleriniz, bölgede yatırıma doymamış sektörlerdir. Bu sektörlerde ciddi kazanç olanakları var. Ayrıca Türkiye’nin batısında iş gücü maliyeti aylık 400 hatta 500 doların üzerine çıkabiliyorken, bölgede 300 dolar seviyesinde. Yani hem ülkenize ve Kürt halkına faydalı bir yatırım yapıp hem de kâr elde edebilirsiniz!”

***

Ortam süper. Kurabiye süper. Yüzde yüz portakal suyu süper. Sıcacık ettiğim koltukta yayılmış, kendimden geçmiş halde dinliyorum, bu kıravatlı beyleri. Tuğla işçilerinden bahsediyorlar, onların istihdamının vatana katkısından ve ucuz işgücünden; flaşbek gibi gözümün önünden geçiyor: “Kağıt sobasıyla” ısınan küçük gazete bürosu, duvarın ardında toplaşıp çavuş duyar diye susuşan işçiler, o kahvedeki isimsiz abê, yüzlerce santigrat derecelik tuğla fırını…

Bu sırada kürsüdeki, ruganından kıravatına kadar titriyor: “Gerçek yurtseverlik budur!” Oysa hiçbir tuğla işçisi, vatanın evleri, aileleri için canları pahasına ürettikleri tuğlaları gösterip, “Gerçek yurtseverlik budur” demiyordu. Onlar, yevmiyelerinin toplamının “asgari” ücrete ulaşabilmesi için grev yaparken bile mahcubiyet duyuyordu.

Daha acısı: Onların grevine çok gündem olmadıkça siyasiler ilgi göstermezken, Kürdistan’ı ucuz emek deposu olarak görenlerin bir salonda yaptığı toplantıya 8-10 “üst düzey” yönetici teşrif ediyordu.

III.

Diyarbakır’da bazen, olur da paramızı biraya yetirebilirsek, On Gözlü Köprü’nün ayakları dibindeki kara taşlar üzerine bağdaş kurup Dicle’yle bakışarak türküler söylerdik. O türkülerden biri mutlaka, “Kırklar Dağı’nın düzü, ziyaret çarptı bizi” olurdu; zira Kırklar Dağı’nın misafiriydik. 3-5 kişi oturduğumuz yerde çoğunlukla “örgütlenir”; gırtlağı alkolle yıkanmış yanık sesli bir dengbêje de kulak verirdik.

Kırklar Dağı’nın yamacından kalkıp gittiğimizde, günlük hayata devam etmek hiç değilse bir anlığına zorlaşırdı. O büyük ölçüde kurutulmuş olsa da güzelim nehrin kıyısında, On Gözlü Köprü’ye nazır, kara taşlara bağdaş halde, gündeliğin başıboşluğuyla barışamayacak bir ruh vardı ve sarıp sarmalıyordu.

Biralı kafalarla kente geri döndüğümüz bir gün, Diyarbekir’in reklam panolarında, o güne kadar pek rastlanmadık sıklıkta bir ilanın peyda olduğunu ayırt ettik. Yeni yapılacak Kırklar Dağı Konutları’nın vaat ettiği modern, ayrıcalıklı yaşamdan bahsediyordu. Açıkçası çoğumuz, pek üstünde durmadık. Hem doğa bilinci bugünkü kadar içkin değildi devrimciliğimize hem de bir yandan feci şeyler oluyor, operasyonlar bir şehirde bir kırda ortalığı ayağa kaldırıyordu. Hele de meselenin rantla ilişkili olacağını hiç aklımıza getirmedik. Kentimizi yöneten belediyeleri bazı hususlarda eleştirebilirdik; ama böyle bir şeye fırsat vermeyeceklerine ilişkin oldukça güven doluyduk. Dolayısıyla reflekslerimiz de pek kuvvetli sayılmazdı.

***

Uzun süre kimse konuşmadı. Adeta ağzımız açık baktık, olan bitene. Sadece Kırklar Dağı Konutları da değil. Bir vakitler, tam da seçim sath-ı mailinde, devletin izin vermediği yönünde eleştirilerle adını sıkça duyduğumuz “Dicle Vadisi Projesi” de sonuçlarıyla hepimizi dumura uğratıyordu. Fiskaya’da, bir tepeciğe kurulmuş sokakları çamur içinde fukara mahallesinin orta yerinde, KFC namlı bir restoran açılıverdi. (Bizim Fiskayalı “ixtiyar” filozof, kesin esaslı bir küfür etmiştir, her bir tahtasına!) Urfa Yolu üzerinde, gıcır otogarın çevresinde, iki üç yıl içinde adeta yeni bir ilçe inşa edildi. Apartmanlar, yükseklikleri kadar önlerindeki tabelalardaki firma isimlerinin puntolarıyla da birbiriyle yarışıyordu. Yaşam alanından çok müteahhit cennetiydi burası. Zira toplumsallığı anımsatan tek bir unsur -kıytırık bir park bile!- görmek, neredeyse imkansızdı. Göz alabildiğine, Diyarbekr’in bozkırına yayılmış beton binalar…

IV.

Lafı evirip çevirmeyelim. Bağıvar’daki tuğla işçileri grevinde, iki taraf var: Patronlar ve işçiler. Patronların safında olanlar var, işçilerin safında olanlar var. Çavuşlar ise bu diyalektiğin en yozlaşmış unsuru. Bu yarılma, ekonomiktir, sosyolojiktir, politiktir, insanidir, felsefidir, ideolojiktir, tarihidir. Hangi yönden bakarsanız bakın, hayat sizi taraflardan biri yanında saf tutmaya zorlar. Halkın hayatına, geleceğine ilişkin ettiğiniz bütün sözleri, bu diyalektiği gözeterek etmek zorundasınız.

Kimlik kazanma mücadelesi veren bir topluluğun gündelik siyaseti, sınıf çelişkisi hususunda yumuşak/geçişken/belirsiz tavrı tolere edebilir. Yahut, topyekûn işgal altındaki bir ülkede eylem, sınıf çelişkisine varana dek bütün “iç çelişkileri” detaya dönüştürebilir. Ancak artık hayatı -hepimizin günlük hayatını; kahvaltıdan uyuyana dek!- dizayn etme göreviyle yüz yüze kaldığınız anda, sınıftan kaçamaz olursunuz. Hangi köşeyi dönerseniz, orada çıkar karşınıza.

İşte, Bağıvar’da nüfusun yüzde doksan dokuzu işçidir; ama belediye üzerinde yaptırım gücü olan, nüfusun yüzde biridir. İncelikli sözlere gerek yok: Bu, sermayenin gücüdür.

Hevsel Bahçeleri’nde, Kırklar Dağı’nda da halkın, hepimizin hakkı var. Fakat göz göre göre ihale konusu olmalarını engellemeye gücümüz yok.

***

Kürt Özgürlük Hareketi’nin “paradigması” Demokratik Özerklik, ekonominin yeniden düzenlenmesi iddiasını da taşıyor. Bu iddia, ekonomiyi emekçi sınıfların, yoksulların çıkarına düzenlemeyi de taahhüt ediyor. Hareketin merkezi yayınlarında çıkan konuya ilişkin yazılarda liberalizm ağır ithamlarla mahkum ediliyor; komünal, ekolojik bir ekonomi anlayışının örgütleneceği belirtiliyor. Fakat ortada bir modelleme olmadığı gibi ciddi bir kafa karışıklığı var. Bir yanda komün, kolektif, kooperatif, halkçı ekonomi gibi büyük sözler edilirken, öte yanda sermayeyle işbirliği, “yatırım” çağrıları, ihaleleler ve taşeronla malul belediyecilik anlayışı devam ediyor. Sınıfsal tavrı net bir modelleme olmadığı için de ekonomik iddialar, maddi temelleri olmayan temenniler içermekten öteye gidemiyor. Hareketi temsil kuvveti olan bir grup siyasetçi Kürt işverenlerin toplantısında “yatırım çağrısı” yaparken, başka bir grup siyasetçi, hem de orak çekiçli bayrak önünde, “emekçilerin kurtuluşu” iddiasında bulunabiliyor. PKK’nin merkezi iradesi, belediyelerin ve demokratik kurumların tavrını çoklukla liberalizm ve “orta sınıf eğilimi” gibi tanımlarla mahkum etmeye devam ediyor; ama bu alanlarda ihtiyaç duyulan köklü dönüşüme kaynaklık edecek netlik ve saydamlıkta günlük programlar, modeller de ortaya çıkmıyor.

V.

Kimlik siyaseti, iki nedenle gereklidir: Birincisi, kimliğini kazanma/kabul ettirme safhasını aşamamış topluluk ve birlikte yaşadığı diğer topluluklar için her zaman başat bir mesele olmayı sürdürmek zorundadır. Bu, birilerinin gündemleştirmesinden de bağımsız, hayatın dayattığıdır.

İkincisi, kimlikler egemenlerce toplumsal rıza üretiminin aracı olarak kullanıldığı gibi başka bir toplumsallığın inşasında da birleştirici motivasyon olarak kullanılabilir. Bunun için ustalıklı bir eyleme ve söyleme ihtiyaç vardır; zira iktidar, her daim peşinizde gezecektir. Ama bundan -hele de bu konjonktür ve coğrafyada- vazgeçilemez.

Fakat,

Kimliklerin teker teker özgürleşmesinin yanı sıra farklı kimliklerden insanların yeni bir hayatı birlikte kurmasını dert ediyorsanız, başka bir birleştirici motivasyona ihtiyaç duyarsınız. Bu motivasyon, bütün kimliklerden halkın çıkarları ortak kesimlerini birleştirme ehliyetine sahip olmalıdır. -Ki, çıkarları -dolayısıyla siyasetten beklentileri- farklı olan toplumsal kesimleri birleştirmenin, kimlik siyasetinde bile olanağı kalmamıştır.

Ulusların kendi kaderini tayin hakkı da, bundan yirmi yıl öncesinin argümanlarıyla dahi tartışılabilir değildir. Artık, ezilen ulusun bütün sınıflarıyla ezildiği, kurtuluşunun da sınıflar üstü bir kavgayı koşulladığı tezi, hayat tarafından -özellikle Kürt sorunu bağlamında- dumura uğratılmıştır. (Bkz. Rojava ve Şengal dolayısıyla KDP tartışmaları) Hayat bizi sınıf’a doğru ittirmektedir.

Kürt Özgürlük Hareketi’nin bu açıdan mayası kuvvetlidir. Kuruluşundan bu yana emekçi sınıflara yaslanan hareket, HDP projesindeki etkinliği, buna dair tezleri ve Demokratik Özerklik programıyla da emeğin safındadır. Mesele, mayada/paradigmada sağlam olanı, pratikle barıştırmaktadır. En basitinden: Komünalizm gibi “büyük” sözler eden bir hareketin belediyelerinin taşeron gibi utanç verici iş düzenlerinden halen arınmamış olması (hatta buna dair gerçek bir çabanın dahi kayda geçmeyişi), müteahhitlerle dolup taşması, AKP’yle oldukça benzeşen kentleşme pratiklerine imza atması, anlaşılabilir, açıklanabilir hal değildir. Kürdistan’a bakınca ucuz emek deposu gören işverenlere yönelik yatırım çağrısının, bu asalak sınıfın oburluğuna alan açılmasının -hatta yer yer bu oburlukla ortaklaşılmasının- ne komünalizmle, ne demokratlıkla, ne ekolojik yaklaşımla bağlaşır yanı var. Tüm bu pratikler münferit birer vaka olmadığına göre tek tek kişileri veya bahse konu belediye yönetimlerini eleştirmek/kurban etmek de çözüm ehliyetine sahip bir tutum değil. Yapılması gereken, mevcut durumu kökleriyle tartışmak (Neolitiğe uzanan, çoğunlukla afaki kalan -ve bitmeyen- tartışmalardan bahsetmiyorum!) ve bu tartışmanın sonuçlarından kalkınan modeller önermek.

Giderek daha çok tartışmak zorunda kalacağımız bu hususta ön açıcı olacak modellemeler tariflemek, benim de, bu yazının da haddini aşar. Fakat yazının, meramını -oldukça uzatmak pahasına- anlattığını umuyorum. Hayatın nasılsa devrime doğru dayatmasını sürdüreceği, Kürt halkının öncülüğünün de hayattan yükselen mesaja karşılık gelecek bir pratiği zamanla görünür kılacağı inancındayım. Hatta bu konuda mütevekkilliğe varacak bir güven içerisinde olduğumu bile söyleyebilirim.


No comments:

Post a Comment