I.
Amed’de,
Dağkapı’daki küçük gazete bürosunda, Hasan’la kağıt parçaları ve domates
kasalarıyla sobayı tutuşturmaya çalışıyorduk. Çay mutfakta kaynıyor;
simitlerimiz ise masa üzerinde sükûnetle akıbetlerini bekliyordu. Biz sobayı
yakana kadar ancak açılabilen bilgisayardan haberlere bakmaya başladık:
“Diyarbakır’ın Bağıvar beldesindeki 1500 tuğla işçisi greve çıktı. İşçiler,
sigortasız çalıştırıldıklarını aktarıyor; yevmiyelerine zam yapılmasını talep
ediyor.”
Birbirimize
baktık ve konuşmaya pek gerek kalmadı. Simidimizi bitirip kıçımızı son kez
yasladık sobaya.
***
Bağıvar’a
vardığımızda hava henüz kararmıştı. Beldede grev olduğuna dair bir işareti ne
kadar aradıysak da bulamadık. Neden sonra, bir duvar ardında toplanmış bir grup
insan gördük. “Selamünaleyküm” deyip daldık mevzuya: “Burada tuğla işçilerinin
grevi varmış, haberiniz var mı?”
Ateş
etrafındaki çemberde sohbet, bıçak gibi kesildi. Kimseden çıt çıkmıyordu.
Sonunda biri, “He var abê, hayırdır inşallah” diyebildi. “Biz Devrimci
Demokrasi gazetesinden geliyoruz, bilgi almak istiyoruz, kiminle görüşebiliriz”
dedik; yine sessizlik çöktü. Kimse konuşmak istemiyordu. Bir süre sonra birkaç
söz edildiyse de konuşmaya bir türlü yanaşmıyorlardı.
Gerçekten
konuşacak birilerini buluruz umuduyla kalktık, beldenin içinde gezinmeye
başladık. Bu sırada, ateşin etrafındaki çemberden bir abi yanımıza sokuldu.
“Gelin, şurda kahve var, gidip oturalım” dedi, takıldık peşine. “Fotoğrafımı
çekmeyecekseniz, adımı da almayacaksanız, anlatayım abê” dedi.
***
Bağıvar’da
tuğla işçileri, “çavuş sistemiyle” çalışıyor. Çavuş sistemi, taşeronun ilkel
hali. Çavuşun yoksa, piyasada hiçsin; çavuşun varsa, onun eliyle hiç edilirsin!
Hasılı Bağıvarlı işçiler de, bayramlarda bile izin yapmadan, günde 12-14 saate
varan mesailerle, yüzlerce santigrat dereceye ulaşan ocağın karşısında ömür
tüketiyor. Aldıkları yevmiyelerin toplamı, bir asgari ücret etmiyor. Sigorta
primleri yatmıyor. İş ağır; birçoğu meslek hastalıklarından muzdarip. İş
güvenliğini ise hak getire!
Beldede
yaşayanların hemen hemen tamamı tuğla işçisi. Çoğunluğu aynı aşiretten.
Gezdiğimiz her sokak, karşılaştığımız her diyalog, Zola’nın meşhur
Germinal’indeki madenci gettosunu fena halde anımsatıyor.
Saymakla
tüketemeyiz işçilerin maruzatını. O kahvedeki isimsiz, fotoğrafsız abênin bir
cümlesiyle kapatalım: “Belediyeye, partiye, her yere haber saldık abê. Ama
patronlar ihale alıyor, iş yapıyor, para var adamlarda. Biz gariban işçileriz.
Bizim lafımıza bakıp onlarla arayı mı bozacaklar?”
II.
Almanya,
Frankfurt. Kentin biraz dışındaki ormana az önce hafiften yağmur yağmış. Otelin
terasına çıktığınızda burnunuza derin bir toprak kokusu, kulağınıza kuş
cıvıltıları çarpıyor. Ne de güzel; ayaklı küllüklerin her birinin başına
elektrikli ısıtıcı yerleştirmişler; bu sarhoş edici koku ve seslerden, hiç de
üşümeden istifade edebiliyor insan!
Manzara
eşliğinde kahve-sigara molasını tamamlayıp, üzerinde içecek ve yiyecekler olan
geniş, yuvarlak masalarla donatılmış konferans salonuna geçiyoruz, yeniden.
Avrupa Kürt İşverenler Birliği’nin resepsiyonu var. Önce, Diyarbakır’daki tuğla
fabrikalarına da ortak olan saygıdeğer işveren çıkıyor kürsüye: “İşverenler
olarak herhangi bir ideolojik yaklaşıma sahip değiliz. Halkımıza sermayemizle
katkı sunmaya çalışıyoruz. Bakın, benim de ortağı olduğum Diyarbakır’daki tuğla
fabrikasında bin işçi istihdam ediyoruz. Yurtseverlik budur.”
Kar
beyaz gömleklerin ütüsünü bozacak kadar coşkulu alkışlar…
Şimdi
sözü, bölgedeki yatırım olanaklarını anlatmak üzere sayın Ticaret ve Sanayi
Odası temsilcisine bırakıyoruz: “Bu grafikte gördükleriniz, bölgede yatırıma
doymamış sektörlerdir. Bu sektörlerde ciddi kazanç olanakları var. Ayrıca
Türkiye’nin batısında iş gücü maliyeti aylık 400 hatta 500 doların üzerine
çıkabiliyorken, bölgede 300 dolar seviyesinde. Yani hem ülkenize ve Kürt
halkına faydalı bir yatırım yapıp hem de kâr elde edebilirsiniz!”
***
Ortam
süper. Kurabiye süper. Yüzde yüz portakal suyu süper. Sıcacık ettiğim koltukta
yayılmış, kendimden geçmiş halde dinliyorum, bu kıravatlı beyleri. Tuğla
işçilerinden bahsediyorlar, onların istihdamının vatana katkısından ve ucuz
işgücünden; flaşbek gibi gözümün önünden geçiyor: “Kağıt sobasıyla” ısınan küçük
gazete bürosu, duvarın ardında toplaşıp çavuş duyar diye susuşan işçiler, o
kahvedeki isimsiz abê, yüzlerce santigrat derecelik tuğla fırını…
Bu
sırada kürsüdeki, ruganından kıravatına kadar titriyor: “Gerçek yurtseverlik
budur!” Oysa hiçbir tuğla işçisi, vatanın evleri, aileleri için canları
pahasına ürettikleri tuğlaları gösterip, “Gerçek yurtseverlik budur” demiyordu.
Onlar, yevmiyelerinin toplamının “asgari” ücrete ulaşabilmesi için grev
yaparken bile mahcubiyet duyuyordu.
Daha
acısı: Onların grevine çok gündem olmadıkça siyasiler ilgi göstermezken,
Kürdistan’ı ucuz emek deposu olarak görenlerin bir salonda yaptığı toplantıya
8-10 “üst düzey” yönetici teşrif ediyordu.
III.
Diyarbakır’da
bazen, olur da paramızı biraya yetirebilirsek, On Gözlü Köprü’nün ayakları
dibindeki kara taşlar üzerine bağdaş kurup Dicle’yle bakışarak türküler
söylerdik. O türkülerden biri mutlaka, “Kırklar Dağı’nın düzü, ziyaret çarptı
bizi” olurdu; zira Kırklar Dağı’nın misafiriydik. 3-5 kişi oturduğumuz yerde
çoğunlukla “örgütlenir”; gırtlağı alkolle yıkanmış yanık sesli bir dengbêje de
kulak verirdik.
Kırklar
Dağı’nın yamacından kalkıp gittiğimizde, günlük hayata devam etmek hiç değilse
bir anlığına zorlaşırdı. O büyük ölçüde kurutulmuş olsa da güzelim nehrin
kıyısında, On Gözlü Köprü’ye nazır, kara taşlara bağdaş halde, gündeliğin
başıboşluğuyla barışamayacak bir ruh vardı ve sarıp sarmalıyordu.
Biralı
kafalarla kente geri döndüğümüz bir gün, Diyarbekir’in reklam panolarında, o
güne kadar pek rastlanmadık sıklıkta bir ilanın peyda olduğunu ayırt ettik.
Yeni yapılacak Kırklar Dağı Konutları’nın vaat ettiği modern, ayrıcalıklı
yaşamdan bahsediyordu. Açıkçası çoğumuz, pek üstünde durmadık. Hem doğa bilinci
bugünkü kadar içkin değildi devrimciliğimize hem de bir yandan feci şeyler
oluyor, operasyonlar bir şehirde bir kırda ortalığı ayağa kaldırıyordu. Hele de
meselenin rantla ilişkili olacağını hiç aklımıza getirmedik. Kentimizi yöneten
belediyeleri bazı hususlarda eleştirebilirdik; ama böyle bir şeye fırsat
vermeyeceklerine ilişkin oldukça güven doluyduk. Dolayısıyla reflekslerimiz de
pek kuvvetli sayılmazdı.
***
Uzun
süre kimse konuşmadı. Adeta ağzımız açık baktık, olan bitene. Sadece Kırklar
Dağı Konutları da değil. Bir vakitler, tam da seçim sath-ı mailinde, devletin
izin vermediği yönünde eleştirilerle adını sıkça duyduğumuz “Dicle Vadisi
Projesi” de sonuçlarıyla hepimizi dumura uğratıyordu. Fiskaya’da, bir tepeciğe
kurulmuş sokakları çamur içinde fukara mahallesinin orta yerinde, KFC namlı bir
restoran açılıverdi. (Bizim Fiskayalı “ixtiyar” filozof, kesin esaslı bir küfür
etmiştir, her bir tahtasına!) Urfa Yolu üzerinde, gıcır otogarın çevresinde,
iki üç yıl içinde adeta yeni bir ilçe inşa edildi. Apartmanlar, yükseklikleri
kadar önlerindeki tabelalardaki firma isimlerinin puntolarıyla da birbiriyle
yarışıyordu. Yaşam alanından çok müteahhit cennetiydi burası. Zira
toplumsallığı anımsatan tek bir unsur -kıytırık bir park bile!- görmek,
neredeyse imkansızdı. Göz alabildiğine, Diyarbekr’in bozkırına yayılmış beton
binalar…
IV.
Lafı
evirip çevirmeyelim. Bağıvar’daki tuğla işçileri grevinde, iki taraf var:
Patronlar ve işçiler. Patronların safında olanlar var, işçilerin safında
olanlar var. Çavuşlar ise bu diyalektiğin en yozlaşmış unsuru. Bu yarılma,
ekonomiktir, sosyolojiktir, politiktir, insanidir, felsefidir, ideolojiktir,
tarihidir. Hangi yönden bakarsanız bakın, hayat sizi taraflardan biri yanında
saf tutmaya zorlar. Halkın hayatına, geleceğine ilişkin ettiğiniz bütün
sözleri, bu diyalektiği gözeterek etmek zorundasınız.
Kimlik
kazanma mücadelesi veren bir topluluğun gündelik siyaseti, sınıf çelişkisi
hususunda yumuşak/geçişken/belirsiz tavrı tolere edebilir. Yahut, topyekûn
işgal altındaki bir ülkede eylem, sınıf çelişkisine varana dek bütün “iç
çelişkileri” detaya dönüştürebilir. Ancak artık hayatı -hepimizin günlük
hayatını; kahvaltıdan uyuyana dek!- dizayn etme göreviyle yüz yüze kaldığınız
anda, sınıftan kaçamaz olursunuz. Hangi köşeyi dönerseniz, orada çıkar
karşınıza.
İşte,
Bağıvar’da nüfusun yüzde doksan dokuzu işçidir; ama belediye üzerinde yaptırım
gücü olan, nüfusun yüzde biridir. İncelikli sözlere gerek yok: Bu, sermayenin
gücüdür.
Hevsel
Bahçeleri’nde, Kırklar Dağı’nda da halkın, hepimizin hakkı var. Fakat göz göre
göre ihale konusu olmalarını engellemeye gücümüz yok.
***
Kürt
Özgürlük Hareketi’nin “paradigması” Demokratik Özerklik, ekonominin yeniden
düzenlenmesi iddiasını da taşıyor. Bu iddia, ekonomiyi emekçi sınıfların,
yoksulların çıkarına düzenlemeyi de taahhüt ediyor. Hareketin merkezi
yayınlarında çıkan konuya ilişkin yazılarda liberalizm ağır ithamlarla mahkum
ediliyor; komünal, ekolojik bir ekonomi anlayışının örgütleneceği belirtiliyor.
Fakat ortada bir modelleme olmadığı gibi ciddi bir kafa karışıklığı var. Bir
yanda komün, kolektif, kooperatif, halkçı ekonomi gibi büyük sözler edilirken,
öte yanda sermayeyle işbirliği, “yatırım” çağrıları, ihaleleler ve taşeronla
malul belediyecilik anlayışı devam ediyor. Sınıfsal tavrı net bir modelleme
olmadığı için de ekonomik iddialar, maddi temelleri olmayan temenniler
içermekten öteye gidemiyor. Hareketi temsil kuvveti olan bir grup siyasetçi
Kürt işverenlerin toplantısında “yatırım çağrısı” yaparken, başka bir grup
siyasetçi, hem de orak çekiçli bayrak önünde, “emekçilerin kurtuluşu”
iddiasında bulunabiliyor. PKK’nin merkezi iradesi, belediyelerin ve demokratik
kurumların tavrını çoklukla liberalizm ve “orta sınıf eğilimi” gibi tanımlarla
mahkum etmeye devam ediyor; ama bu alanlarda ihtiyaç duyulan köklü dönüşüme
kaynaklık edecek netlik ve saydamlıkta günlük programlar, modeller de ortaya
çıkmıyor.
V.
Kimlik
siyaseti, iki nedenle gereklidir: Birincisi, kimliğini kazanma/kabul ettirme
safhasını aşamamış topluluk ve birlikte yaşadığı diğer topluluklar için her zaman
başat bir mesele olmayı sürdürmek zorundadır. Bu, birilerinin
gündemleştirmesinden de bağımsız, hayatın dayattığıdır.
İkincisi,
kimlikler egemenlerce toplumsal rıza üretiminin aracı olarak kullanıldığı gibi
başka bir toplumsallığın inşasında da birleştirici motivasyon olarak
kullanılabilir. Bunun için ustalıklı bir eyleme ve söyleme ihtiyaç vardır; zira
iktidar, her daim peşinizde gezecektir. Ama bundan -hele de bu konjonktür ve
coğrafyada- vazgeçilemez.
Fakat,
Kimliklerin
teker teker özgürleşmesinin yanı sıra farklı kimliklerden insanların yeni bir
hayatı birlikte kurmasını dert ediyorsanız, başka bir birleştirici motivasyona
ihtiyaç duyarsınız. Bu motivasyon, bütün kimliklerden halkın çıkarları ortak
kesimlerini birleştirme ehliyetine sahip olmalıdır. -Ki, çıkarları -dolayısıyla
siyasetten beklentileri- farklı olan toplumsal kesimleri birleştirmenin, kimlik
siyasetinde bile olanağı kalmamıştır.
Ulusların
kendi kaderini tayin hakkı da, bundan yirmi yıl öncesinin argümanlarıyla dahi
tartışılabilir değildir. Artık, ezilen ulusun bütün sınıflarıyla ezildiği,
kurtuluşunun da sınıflar üstü bir kavgayı koşulladığı tezi, hayat tarafından
-özellikle Kürt sorunu bağlamında- dumura uğratılmıştır. (Bkz. Rojava ve Şengal
dolayısıyla KDP tartışmaları) Hayat bizi sınıf’a doğru ittirmektedir.
Kürt
Özgürlük Hareketi’nin bu açıdan mayası kuvvetlidir. Kuruluşundan bu yana emekçi
sınıflara yaslanan hareket, HDP projesindeki etkinliği, buna dair tezleri ve
Demokratik Özerklik programıyla da emeğin safındadır. Mesele, mayada/paradigmada
sağlam olanı, pratikle barıştırmaktadır. En basitinden: Komünalizm gibi “büyük”
sözler eden bir hareketin belediyelerinin taşeron gibi utanç verici iş
düzenlerinden halen arınmamış olması (hatta buna dair gerçek bir çabanın dahi
kayda geçmeyişi), müteahhitlerle dolup taşması, AKP’yle oldukça benzeşen
kentleşme pratiklerine imza atması, anlaşılabilir, açıklanabilir hal değildir.
Kürdistan’a bakınca ucuz emek deposu gören işverenlere yönelik yatırım
çağrısının, bu asalak sınıfın oburluğuna alan açılmasının -hatta yer yer bu
oburlukla ortaklaşılmasının- ne komünalizmle, ne demokratlıkla, ne ekolojik
yaklaşımla bağlaşır yanı var. Tüm bu pratikler münferit birer vaka olmadığına
göre tek tek kişileri veya bahse konu belediye yönetimlerini eleştirmek/kurban
etmek de çözüm ehliyetine sahip bir tutum değil. Yapılması gereken, mevcut
durumu kökleriyle tartışmak (Neolitiğe uzanan, çoğunlukla afaki kalan -ve
bitmeyen- tartışmalardan bahsetmiyorum!) ve bu tartışmanın sonuçlarından
kalkınan modeller önermek.
Giderek
daha çok tartışmak zorunda kalacağımız bu hususta ön açıcı olacak modellemeler
tariflemek, benim de, bu yazının da haddini aşar. Fakat yazının, meramını
-oldukça uzatmak pahasına- anlattığını umuyorum. Hayatın nasılsa devrime doğru
dayatmasını sürdüreceği, Kürt halkının öncülüğünün de hayattan yükselen mesaja
karşılık gelecek bir pratiği zamanla görünür kılacağı inancındayım. Hatta bu
konuda mütevekkilliğe varacak bir güven içerisinde olduğumu bile
söyleyebilirim.
No comments:
Post a Comment