Otto
Dix, Kağıt Oyuncuları, 1920
1937
yılı, o güne dek görülmüş en büyük dışavurumcu serginin açılışına tanıklık
eder. Münih’te sergilenen altı yüz elliye yakın modernist eserin yarısı
dışavurumcu tablo ve heykellerden oluşur. Farklı avangard sanatçıların
(Picasso, Max Ernst) çalışmalarının yanı sıra Franz Marc, Ernst Ludwig
Kirchner, Edward Munch, Marc Chagall, Oskar Kokoschka, Wassily Kandinsky, Paul
Klee, Otto Dix gibi dışavurumcuların eserlerinin yer aldığın bu sergi büyük
ilgiyle karşılanır. İki milyonu aşkın ziyaretçinin gezdiği serginin ismi ise,
barındırdığı eserlere dair kesin bir yargı belirtmekten kaçınmaz: “Yoz Sanat”.
1933’teki kitap yakma törenlerinin ardından Nazi Almanya’sının kültür
politikasının en somut görünümlerinden birini teşkil eden “Yoz Sanat”
sergisinin amacı Alman değerlerini tehdit eden modernist yapıtları ve özellikle
de Alman sanatına damgasını vurmuş dışavurumculuğu yargılamaktı. Böylece
herkesin aynı şekilde görmesi gerekeni farklı biçimlerde çizmeye cüret eden bu
“Yahudiler”in, “Bolşevikler”in, “akıl hastaları”nın ürünleri halkın gözlerinin
önüne serilip sapkınlıkları teşhir edilmeliydi.
Gerçekliği
Parçalamak
Dışavurumcuların
hepsi Ekim İhtilali’ni coşkuyla karşılamamıştır; Yahudi olmayanlar da vardır
aralarında; ama her bir dışavurumcu
sanatçının bir çeşit “akılla” kimi sorunları olduğu doğrudur. Bu, 1914-1918
mezbahasına yol açan kurumsallaşmış akıl anlayışına tepki olduğu kadar,
konformist, salt görünür maddi gerçekliği veri kabul eden bir rasyonaliteye ve
sanatsal üretim alanında kendini bu gerçekliğin sadık temsiliyle sınırlayan bir
estetik anlayışa karşı bir isyandır. Tıpkı 19. Yüzyılın modern kapitalist
medeniyetine ve çeşitli görünümlerine (toplumsal, ahlaki, felsefi,
sanatsal…vs.) karşı romantizmin teşkil ettiği başkaldırı gibi dışavurumculuk da,
sanayileşmenin ve savaşın sonuçlarını, sefaleti, teknolojinin yaratabileceği
dehşeti, burjuva toplumunun iki yüzlülüğünü, büyük kentlerde bireyin
kuşatılmışlığını resmederek kendi çağına isyan eder. Ne var ki burada ayırt
edici olan, tema seçiminden ziyade bu gerçekliğin temsilinde yaşanan kopuştur.
Tuvallere, heykellere, şiirlere, partisyonlara ve filmlere sanatçı kendi
hissiyatının damgasını vurur. Tıpkı sancıların, hüznün, endişenin yahut
sevincin insan yüzüne kazandırdığı ifade gibi [expression], eserler de
gerçeklik karşısında sanatçının duyumsadıklarının ifadesiyle yüklüdür. Ruhun
tepkisiyle, çoğu kez feryadıyla yoğrulmuş bu eserlerde gerçeklik parçalanır,
dış dünya şekilsizleştirilir; dışavurumculuğun temel eserlerinin verildiği
resim sanatında renklerin şiddeti, gölgelerin yoğunluğu, çerçevenin ihlali,
perspektifin askıya alınışı gibi unsurlarla boğucu, karanlık, umutsuzluğun kol
gezdiği bir dönemsel atmosferi ifade etmenin yolları aranır. Çığlığı
dışavurabilecek bir dilin arayışıdır bu.
Dışavurumculuk
homojen bir akım teşkil etmez. 1906’da Die Brücke (Köprü) topluluğunun ve
1911’de Der Blaue Reiter (Mavi Süvari) grubunun ortaya çıkmasıyla iki dalga
halinde gelişir. Die Brücke’nin kurucularından Kirchner’in ifadesiyle
topluluğun amacı “kendilerini yaratıcılığa zorlayan içgüdüyü doğrudan ve
otantik olarak yeniden canlandıran” tüm genç sanatçıları bir araya getirmekti.
Tahtaya oyulmuş manifestolarında, “geri çekilmiş ve yerleşmiş eski güçlere
karşı yaşam ve eylem özgürlüğünü ele geçirmek” istediklerini vurgularlar.
“Kabuk bağlamış yapıları parçalayın!” naralarıyla, burjuva dünyasının
akademik-konformist güzellik anlayışına karşı açtıkları savaşta Afrika ve
Okyanusya yerlilerinin sanatlarını, çocukların, akıl hastalarının, mahkûmların
çizimlerini, geleneksel halk sanatlarını (bilhassa oymacılık) seferber ederler.
Franz Marc’ın ve Kandinsky’nin öncülüğünde kurulan, Paul Klee’nin de dahil
olacağı Der Blaue Reiter’in kuramsal temelini atmak ise büyük oranda
Kandinsky’ye düşer. Gerçekliğin tasvirine dayalı estetik anlayışa karşı tepkisi
onu tümüyle maddi ve doğal gerçekliğe bağlılığı reddetmeye sürükler. Böylece
Kandinsky her türden figüratif çizimin reddiyesi olan soyutlamanın öncüsü
haline gelir. “Doğaya karşı isyan henüz başlıyor” der Kandinsky, Sanatta Ruhsallık
Üzerine denemesinde. “Her şeyi olduğu gibi, yani düş gücünden yoksun bir
şekilde üretmeyi amaçlayan gerçekçiliğe” dönük bu isyanda resim sanatı
olabildiğince, en gayri-maddi sanat dalı olan müziğe yaklaşmaya çalışmalıdır.
Çünkü müzik, yüzyıllardır doğa olaylarının temsiliyle kendini sınırlamayıp
sanatçının ruhunu ifade etmeye çalışmıştır. Dolayısıyla kendi içsel
yaşantısını, “içsel ihtiyacını” dışavurma özlemindeki sanatçı, resimdeki ritme,
soyut formların armonisine ve en önemlisi renklerin kullanımına önem
vermelidir, çünkü her bir form bir “içsel anlamın dışsal ifadesiyken”, her renk
de kendine özgü bir “ruhsal titreşim” yaratır. Böylece Kandinsky kendi
deneyimlerine dayanarak, farklı formlarla farklı renklerin bir araya gelişinin
ruhta yarattığı etkilerin, “titreşimlerin” bir teorizasyonuna girişir.
Wassily Kandinsky, Beyaz Üzerine II, 1923
Hiç
şüphesiz soyut resim bir kaide değil, dışavurumculuğun görünümlerinden yalnızca
biridir. Dışavurumcu eserler külliyatına bakıldığında, üslup, teknik ve temalar
bakımından bunların arasında ortak noktalar bulmak da hayli zordur. Ortak olan
yönelimdir: Sanatçıyı vakanüvislikten kurtarıp ruhunun dile gelmesini sağlamak.
Marksistler
Tartışıyor
Dışavurumculuk
Marksistler arasındaki en önemli estetik tartışmalarından birine konu olur.
Otuzlu yılların ikinci yarısında antifaşist mültecilerin Rusya’da yayınlanan
dergisi Das Wort’ün sayfalarında başlayan tartışmanın başlıca aktörleri Georg
Lukacs, Ernst Bloch ve Bertold Brecht’tir. Başta Balzac ve Tolstoy olmak üzere,
burjuvazinin devrimci çağına tekabül ettiğini düşündüğü 19. Yüzyıl
gerçekçiliğinin büyük bir hayranı olan Lukacs kendi çağının modernist
akımlarının küçük burjuva, gerici ve “dekadan” [çöküş halinde] bir sanat
ürettiği kanısındadır. Ona göre “geniş kitleler avangard edebiyattan hiçbir şey
öğrenemezler; çünkü bu edebiyatın anlayışı çok öznel, karışık ve parçalıdır”.
Dışavurumculuğun akıldışı öznelciliği Lukacs’a göre, tarihsel-toplumsal
“totalite”yi kavramayı sağlayamadığı gibi faşist ideolojinin gelişmesine de
katkıda bulunmuştur. Gerçek bir antifaşist halk cephesi kültürü oluşturabilmek
için ise, sanatçılar “biçimciliğe” saplanmayıp Cervantes’ten Balzac’a ve
20. Yüzyılda Thomas Mann ve Maxim
Gorki’ye uzanan hümanist-gerçekçi kültürel sürekliliği geliştirmelidirler.
İlk
oyunlarında dışavurumcu bir üslup kullanmış olmakla birlikte bu akıma özel bir
yakınlık duymayan Brecht ise yazılarında Lukacs’ın gerçekçilik anlayışını hedef
alır. Ona göre yalnızca belirli bir çağın belirli bir roman tipini gerçekçi
olarak niteleyip model almanın kendisi aslında “biçimciliğe” hapsolmaktır:
“Gerçekçiliği var olan belirli eserlerden çekip çıkarmaya çalışmamalıyız;
insanlığa, gerçekliği kendilerinin hakîm olabileceği bir biçim içinde vermek
için, eski yeni denenmiş denenmemiş ve isterse sanat dışı bir alandan elde
edilmiş olsun, her türlü aracı kullanmalıyız”. Avangard eserlerin halk
tarafından anlaşılmaması meselesinde de Lukacs’a karşı çıkar. Lukacs’ın halkçı
(popüler) olduğunu iddia ettiği gerçekçi eserlerin de geniş kitleler için ilgi
çekici ve anlaşılabilir hale gelmek için birçok zorluğu aşması gerektiğini
hatırlatır: “Yalnızca halkçıyım demekle yetinemeyiz; halkçı olmanın da bir
süreçten geçmeyi gerektirdiğini unutmayalım”.
Wassily Kandinsky, Der Blaue Reiter (Mavi
Süvari), 1903
Theodor
W. Adorno’nun “dışavurumculuğun filozofu” olarak tanımladığı Ernst Bloch bu
konuda Lukacs’ın tam karşıt kutbunda yer alır ve bu polemik iki eski dostun
arasındaki en önemli ve ilişkilerinin kopmasında en belirleyici tartışmadır.
Bloch, Lukacs’ın kendi kriterlerine uymayan her eseri egemen sınıfın kefesine
koymaya dönük analizinin diyalektik değil tümüyle mekanik olduğu kanısındadır.
Lukacs’ın sanata atfettiği gerçekliği yansıtma ve totaliteyi kavranabilir
sağlama ilkeleri Bloch’u tatmin etmez. Her sanat eseri, ona göre iki dünyaya
köklerini salar, biri şimdinin, diğeri ise geleceğin var olabilecek dünyası.
Dışavurumcular da bir yandan gerçekliğin üzerindeki aldatıcı görünümü bozarak
bu gerçekliğin esasını kavramaya çalışır, bir diğer yandan ise “henüz var
olmayanı” duyumsatır. Blaue Reiter’in tuvalleri, yüzeyde görünen ilişkilerin
arkasındaki çatlakları, “süreksizliği” işlerken, bu kopukluklar arasında bir
başka gerçekliğin imkânlarını aramakta, henüz gerçekleştirilmemiş muhtemel bir
dünyanın tasvirine soyunmaktadır. Bir çöküş sanatı olmak şöyle dursun
dışavurumculuk burjuva uygarlığının dekadansını resmetmektedir Bloch’a göre:
“İşitmek isteyenin işitmemezlik edemeyeceği devrimci öğeler vardı
çığlıklarında”.
Modern
kapitalist medeniyetin krizi derinleşirken, dışavurumcuların çığlığı 20.
yüzyılın harabeleri arasından bize seslenmeye devam ediyor.
17/1/2015
/ skopbülten / Uraz Aydın (Skop Bülten)
Bu
metin, Yeniyol dergisinin Mayıs-Haziran 2013 sayısında yayınlanmıştır.
No comments:
Post a Comment