24.05.2014 07:03 ŞAPGİR
Nurhak
Yılmaz, Osmanlı son dönemindeki şiddet politikaları sonucunda Diyarbakır’dan
ayrılmak zorunda kalan üç ailenin hikâyesini biriktiren İrlandalı fotoğraf
sanatçısı Helen Sheehan’la konuştu.
Nurhak
Yılmaz, Osmanlı son dönemindeki şiddet politikaları sonucunda Diyarbakır’dan
ayrılmak zorunda kalan üç ailenin hikâyesini biriktiren İrlandalı fotoğraf
sanatçısı Helen Sheehan’la konuştu.
Diyarbakır’ın
daracık küçelerinden başlayıp Beyrut’a, oradan da Avrupa’nın çeşitli kentlerine
uzanan zorlu ve kederli yolculuğa tersinden başlayarak Diyarbakır’a gelen
İrlandalı fotoğraf sanatçısı Helen Sheehan, Ermenilerin bir zamanlar
yaşadıkları mekânlardan arta kalanları fotoğraflayarak ‘Ermeni Aile Hikâyeleri
ve Kayıp Manzaralar’ adlı projeyi ortaya çıkardı. Sheehan, başlangıçta, Londra
Sanat Üniversitesi’ne sunacağı doktora tezinin hazırlıkları kapsamında üç
Ermeni ailenin üyeleriyle görüşüp, sürgüne gönderilen Ermenilerden kalan
hikâyeleri, atalarının memleketleriyle ilişkilendiren fotoğraflar üzerinde
çalışmayı hedefliyormuş. Ancak sürgün ve yok edilme hikâyelerini dinler
dinlemez, onun için bu akademik kaygılar anlamını yitirmiş.
Kendisi
de ‘kendi geçmişinden sürülmüş’ bir kadın olan Helen Sheehan, Londra ve
Paris’te dinlediği anıları ve ‘onların’ fotoğraflarıyla doldurduğu torbasını
alıp, yine ismini ilk kez Ermenilerden duyduğu Dikranagert’in yani
Diyarbakır’ın yolunu tutmuş. Dinlediği hikâyelerin yaşandığı ‘kayıp diyar’a ulaşınca, o insanları da yeniden o mekânlara taşıma sorumluluğuyla karşı
karşıya kalmış.
Diyarbakır
Fotoğraf Amatörleri Derneği'nin (DİFAK) düzenlediği 2. Diyarbakır Fotoğraf
Günleri kapsamında Diyarbakır Sanat Merkezi'nin organizasyonuyla projesinin
sunumunu yapmak üzere bir kez daha Diyarbakır’a gelen Helen Sheehan’ı dinlerken
hemencecik hikayenin bir parçası olmamak mümkün değildi.
İrlandalı bir kadının yolu Ermenilerle nerede,
nasıl buluşur?
Ermenilerle
ilk kez 23 yıl önce, Venedik’teki Ermeni adası San Lazzaro’da tanıştım. Güzel
Sanatlar’ı bitirip, bir bursla Venedik’e gitmiştim. İngilizce öğretmenliği
yaptığım San Lazzaro’da Ermenilerin hikâyeleriyle karşılaştım. Bir halkın
bireyleri başka başka ülkelere dağılmıştı, bu çok trajikti. O insanlar hâlâ
atalarının hikâyeleriyle yaşıyorlardı. Bana göre, soykırımdan çok önce o adada
bir yaşam kuran Ermeni Mıhitarist rahipler, gelecekte yaşanacakları
sezmişlerdi. İnsanlar kültürlerini yaşatmak için güvenli yerler arar; San
Lazzaro da öyle bir yerdi. İzole bir ada olduğu için, kültür ve geleneklerini
koruyabilmişlerdi. Çok zengin bir yaşam kültürleri vardı. Bundan çok etkilendim
ve onlar için bir şeyler yapmayı düşünmeye başladım.
Burada
sunduğunuz proje de bu düşüncenin bir meyvesi mi?
Beni
Diyarbakır’a getiren, Paris’te ve Londra’da konuştuğum Ermeni ailelerin
hikâyeleriydi. Üç aileyle görüştüm: Sarrafian, Zorian ve büyükbabaları 1915’te
katledilen ve adını kullanmamamı istemeyen bir aile. Bu aileden görüştüğüm
kadın, hâlâ çok gergin ve üzgündü.
Özellikle
bu aileleri seçmenizin bir nedeni var mıydı?
Konuya
nereden başlayacağımı bilmiyordum. Paris’teki bir gazeteye ilan verdim. İlana
birkaç cevap geldi. Seta Tahan Bilezikjiyan’la Paris’te, 2010’da tanıştım.
Seta, Diyarbakır’da doğan büyükbabası Boghos Sarrafian ve büyükannesi Anna
Tufenkjian hakkında konuşmayı çok istiyordu.
Sarrafian
ve Zorian aileleri Diyarbakır kökenli. Abdülhamid döneminde bu toprakları terk
etmiş ve katliamdan kıl payı kurtulmuşlar ama sürgüne giderken, kişisel
eşyalarını ve aile fotoğraflarını yanlarına alabilmişler.
Diyarbakır’ın
ilk fotoğraf stüdyolarından birini açmış olan Sarrafianlar, önce Beyrut’a
gitmişler. Oradan Avrupa’ya gitmek istiyorlarmış ama çok iyi Arapça bildikleri
için Beyrut’ta kalmışlar ve mesleklerini bu şehirde sürdürmüşler. O dönem
çektikleri fotoğraflar, kaybolmuş insanlar ve mekânların tanıkları olarak,
bölgenin fotoğraf tarihindeki en özel belgeler arasında yer alıyor.
Yeni
kuşakta sürgünün etkilerine dair izler gözlemlediniz mi?
Sürgünde
yaşayan Ermeni ailelerde göze çarpan ilk şey, kapalı sosyal yapıları. Sürekli
olarak geçmişlerini, geldikleri yeri düşünüyorlar. Aradan birkaç kuşak geçmiş
olmasına rağmen çocuklarına nereden geldiklerini, hangi şehirden, hatta hangi
köyden olduklarını anlatıyorlar. Çocuklarına nereli olduğunu sorduğunuzda,
“Dikranagerdliyim” veya “İstanbulluyum” diyorlar.
Bu
çalışmaya doktora teziniz kapsamında başlamışsınız...
Başlangıçta
bir tez çalışmasıydı, ama ailelerle yaptığım görüşmeler ve daha sonra yaptığım
sergiler beni o akademik yönden uzaklaştırdı. Ortaya çıkan gerçekler akademik
yazımlardan çok daha önemli bir hal aldı ve beni de hikâyenin bir parçası
haline getirdi. Elbette, akademik bakış açısı bana güç verdi, bu sayede konuya
bir çerçeve çizebildim ve fotoğraf sanatının gereklerini yerine getirdim. Fakat
bir nesne asla sadece göründüğü şey değildir. Örneğin sunumumda da fotoğrafını
kullandığım avludaki o ağaç, sadece bir ağaç değildir. O ağaç bir bellek
taşıyor. Ben ona bakarken, “Bu ağaç her şeyi gördü” diye düşünüyorum.
Londra’da, Paris’te yaşayan aileler, onların hikâyeleri, buradaki mekânlar,
benim için akademik bir çalışmadan çok daha fazla anlam ifade ediyor. Bu
ailelerin hikâyeleri gerçekten çok çarpıcı. Aile tarihleri ülkelerin
tarihlerine benzemez, bireysel hikâyeler de barındırırlar. Mesela o aileden
biri, gittiği yere bir kolye veya bir Diyarbakır kabartması götürmüştür, bu çok
önemlidir. Burada yaşayan insanlar anıları ve eşyalarıyla birlikte
kaybolmuşlardı.
Sergi
Diyarbakır’da nasıl karşılandı?
Amacım
sadece Ermenilerin hikâyesini anlatmak değil. Bu coğrafya, Ermenilerin,
Zazaların, Alevilerin birlikte oluşturduğu bir coğrafya; ortak bir geçmiş söz
konusu. Bu yıkımı kuşaklar boyu, herkes paylaşmış ve zarar görmüş. Ben bunun
içinde, Ermenilerin hikâyesini inceledim. Kürtlerin ve Ermenilerin hikâyeleri
çoğu zaman iç içe geçiyor. Kürtler bu nedenle anlıyor, empati kurabiliyorlar;
sergiyi gezdikten sonra kendi hikâyelerini anlatmaya başlıyorlar. Örneğin dün
sergiyi gören üç kişi kendi ninelerinin de Ermeni olduğunu anlatmaya başladı.
Bu tür çalışmalar Kürtlerin, Alevilerin ve Zazaların bir şeyleri daha rahat
ifade etmelerini sağlıyor. Buradaki insanlar İstanbul veya başka yerlerdeki
entelektüellerden daha iyi anladılar beni, çünkü neler yaşandığının farkındalar.
Ama milliyetçiler hâlâ olanları reddediyor. Örneğin burada sergiyi gezen bir
ulusalcıyla konuştum. Konuya sadece tarihi yapıların yıkılması açısından baktı.
Ona, sorunun tarihi yapıların yıkılması değil, bir halkın yok olması olduğunu
anlatmaya çalıştım.
Siz
Diyarbakır’da neler hissettiniz?
Ermeni
şair Peter Balakian’ın şiirlerinde söylediği gibi, Diyarbakır acının ve
güzelliğin bir arada yaşandığı bir şehir. Geçmişi, tam bir ‘şiddet tarih’i
ancak Diyarbakır’ın şu anki yöneticileri yani Kürtler burada çokkültürlü bir
yapı oluşturmaya çalışıyorlar. O açıdan Diyarbakır’dan umutluyum. Burada sadece
Ermeniler değil, Asuriler de, Süryaniler de vardı. Diyarbakır o çokkültürlü
yapısına yeniden kavuşabilir.
“Hükümet
soykırımla yüzleşmeye hazır değil”
İnsanlar
konuşmaya başladılar. Bellek bir kez tazelenmeye başladı. Ben bunu durdurulamaz
bir güce benzetiyorum. Bir şeyi gizlemeye çalışırsanız, bir şekilde dışarı
çıkar. Saklanan bir şey hakkında bir kez konuşmaya başlarsanız, yavaş yavaş
geri gelmeye başlar. Çünkü yok saydığınız şey daha fazla merak uyandırır. Benim
çalışmam da bunun çok küçük bir parçası, bir bellek tazeleme çalışması; birçok
insanın geçmişini hatırlamasına vesile oluyor. İnsanlar ninelerini, dedelerini
hatırlıyorlar. Ancak ben hükümetin bu sorunla yüzleşmeye veya bu durumu kabul
etmeye hazır olduğunu düşünmüyorum. Sadece toprak ve mülkler konusunda
kaygılanıyorlar; tek dertleri para. Ermeniler açısından ise gasp edilen
malların geri alınması gibi bir sürü prosedür var ve biz hâlâ konunun çok başındayız.
Türkiye’de bu konuda hâlâ çok büyük bir korku var. Öncelikle korkunun aşılması
gerekiyor ve bu ancak konuşularak yapılabilir. Karşılaştığım birçok insan,
geçmişte bu konuyu konuşmaya bile korktuğunu söylüyor. Üç yıl önce, burada
evinde misafir olduğum arkadaşımla bu konuyu konuşuyorduk. Ermeni olan
büyükannesi, evde temizlik yapan kadını göstererek “Susun, konuşmayın” dedi.
Yerleşmiş korkular var. İstanbul ve Diyarbakır gibi büyük kentlerde insanlar bu
tarz çalışmalar aracılığıyla konuşabilse de, kırsal kesimde bu çok zor. Ama
umutlu olmak için sebebimiz var. Mesela, birkaç yıl öncesine kadar,
Diyarbakır’a gelen Ermeniler büyük bir umutsuzluk yaşıyordu, çünkü eskiden
ailelerine ait olan yerler artık onların değildi. Evleri, kiliseleri ve burada
yaşadıklarına dair hiçbir iz kalmamıştı. Bu kilisenin restore edilmesiyle,
insanlarda bir umut oluştu.
Nurhak Yılmaz
(Agos)
No comments:
Post a Comment