-
(Photograph by Giles Clarke/Getty Images Reportage)
In a
200-acre-plus dump 5 kilometers north of Haiti’s capital, Port-au-Prince,
hundreds of men, women and children scavenge day and night through the burning
wasteland. They earn $12 to $15 a day — on a good day — for recycling plastics
as well as clothing, household items and aluminum (for smelting). Some 5,000
tons of waste is created each day in the Port-au-Prince area.
It is here
that the majority of the rubble from the January 2010 earthquake was dumped.
The quake killed more than 230,000 people in and around Port-au-Prince.
A few
companies have sprung up recently to buy the recycled plastic for 10 to 14
cents per pound.
Most of
the dump scavengers have major respiratory and other health issues. The
landscape is filled with the smoke from burning rubber, plastics and garbage.
Large pigs roam the mountains of trash, feeding off the rotting household
waste. They are eventually killed and sold by the internal dump-appointed
bosses.
Most
alarming is the amount of unregulated medical waste dumped here from city
hospitals and clinics. “We don’t know how much or what they dump,” said one of
the recyclers.
Ringing
the dump, still within the clouds of drifting toxic smoke, are hundreds of
corrugated tin shacks, where the workers live and deal in the various recycling
side businesses that the dump provides.
(Photograph
by Giles Clarke/Getty Images Reportage)
Photographing
this area was by far one of the more taxing projects I have attempted. Many of
the dwellers have fled the city and gang affiliations and do not want to be
seen. As the Haitian National Police rarely visit here, it has become a safe
haven for some of Port-au-Prince’s more shady characters.
I was
given patrol access in the dump over three days in January. Questions to
officials were left, for the most part, unanswered, but one thing is clear:
Proper incineration and waste disposal is needed, as only 10 percent of the
city’s waste is collected by the state.
AYM,
bir hükümlünün cezaevindeki on kitap sınırlamasıyla ifade özgürlüğünün ihlal
edildiğine yönelik başvurusunda “ifade özgürlüğünün ihlal edilmediğine” karar
verdi.
Beyza
Kural
İstanbul
- BİA Haber Merkezi
30
Ocak 2015, Cuma
Anayasa
Mahkemesi (AYM), cezaevindeki on kitap sınırlamasının “ifade özgürlüğünü ihlal
etmediğine” karar verdi.
Ankara 2
Nolu F Tipi Yüksek Yüksek Güvenlikli Kapalı Ceza İnfaz Kurumu’nda hükümlü olan
Özkan Kart mevzuatta sınırlama olmadığı halde odasında on kitaptan fazlasını
bulunduramadığını belirterek ifade özgürlüğünün ihlal edildiği gerekçesiyle
AYM’ye başvurdu.
AYM, bugün
Resmi Gazete’de yayınlanan kararında ifade özgürlüğünün ihlaline yönelik
iddiaların kabul edilebilir olduğunu, ancak Anayasa’nın “Düşünceyi açıklama ve
yayma hürriyeti” başlıklı 26. Maddesinde güvence altına alınan ifade
özgürlüğünün ihlal edilmediğini söyledi.
Özkan
Kart’ın avukatı Sinem Coşkun bianet'e yaptığı açıklamada, gerekçeli karar
tebliğ edildiğinde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) başvuracaklarını
belirtti.
“AİHM’e
başvuru sürecini uzattı”
AYM’nin
kararı başvurudan iki yıl sonra geldi. Özkan Kart okuma ihtiyaçlarının tam
olarak karşılanmadığına ve yanlarında bulundurabilecekleri kitap sayısının
arttırılmasına yönelik ilk olarak Ankara İnfaz Hakimliğine şikayette
bulunmuştu.
Ankara
İnfaz Hakimliği, Ceza İnfaz Kurumları Kütüphane ve Kitaplık Yönergesinin 30.
maddesine dayanarak, hükümlülere yeterince kitap okuma imkanı verildiği ve
verilen kitapların da yenisi ile değiştirilme olanağının bulunduğu gerekçesiyle
şikayeti reddetti.
Bu karara
yapılan itirazı da Ankara 2. Ağır Ceza Mahkemesi reddetti. Kart avukatı
aracılığıyla 26 Ocak 2013’te AYM’ye başvurdu.
“AYM,
kamuoyunca takip edilen dosyalarda özgürlükler yönünde karar veriyor ama
kararlarının tamamı değerlendirildiğinde, cezaevlerindeki ifade özgürlüğü,
haberleşme hürriyetine dair şikayetler gibi konularda yerel mahkemelerden
farklı karar verdiğini söylemek zor.
“Kamuoyunun
yakından bilgi sahip olduğu dosyalar dışında hakların özünü genişletecek
yorumlar yapmadığını görüyoruz. Onay merkezi gibi işlev görüyor.
“Müvekkilim
açısından AİHM’e başvuru sürecini uzatma dışında pek de bir faydası olmadı.”
On kitap
sınırlandırması nedir?
On kitap
sınırlandırması Tekirdağ F tipi hapishanelerinde de yaşanmıştı. Tekirdağ 2 Nolu
F tipi Cezaevi’nin İdare ve Gözlem Kurulu ile Eğitim Kurulu, her tutuklu ve
hükümlünün kendine ait 10 kitap ve kurum kütüphanesinden de üç kitap
bulundurabileceği yönünde karar almış, karar 15 Ocak 2013’te tebliğ edilmişti.
İdare 15
Mart 2013’te mahpusların hücrelerine girerek dava dosyaları dışındaki tüm
kitaplarına el koydu. Kitaplarını vermek istemeyen mahpuslar hakkında hücre
cezası istemiyle soruşturma açıldı.
Tekirdağ 1
Nolu Cezaevi’nde de kitap sınırlamasına karşı mahpusların yaptığı itiraz İnfaz
Hakimliği’nce reddedildi. 29 Mart 2013’teki aramada saldırı olabileceği
endişesiyle cezaevine giden avukatlar, kitap sınırlamasının kaldırıldığını
öğrendi. (BK)
16 Ocak 2015, Cuma Başlarına
geleceklerden habersiz olarak, sokaklarda her türlü şiddete maruz kalan, bir
lokma ekmek için yaşam savaşı veren hayvanlar, yeni ancak “modern” bir
Hayırsızada vak'ası ile karşı karşıya kalacak.
Sarıyer
Kısırkaya’da 20 bin köpek kapasitelik dev bir hayvan “bakımevi” yapıldığını, 10
Ocak 2014’te, Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu’nun basına verdiği
demeçten öğrendim. Bakan Eroğlu, “hayvanlar kimliklendirilecek”, “sahipsiz
hayvan olmayacak”, “artık sokakta hayvan kalmayacak”, “öncelikli olarak şimdi
köpekler toplanacak, sonra kediler” diyerek, yüzyıllardır sokakları bizlerle
paylaşan ve sokaklarda yaşam savaşı veren kent hayvanlarının tecrit
edileceğinin müjdesini (!) veriyordu. Toplama kampı yüzünden İBB ile davalık
olduk.
Bu toplama
kampından haberdar olduktan sonra, inşaat alanına gidip yerinde görmeye karar
verdim. Kısırkaya’nın köy meydanına geldiğimizde, hemen karşımızda bulunan ve
720 hektar gibi çok büyük bir alana yayılmış olan, Kısırkaya Plajı’nın hemen
yanına konumlandırılmış dev bir toplama kampının inşa edildiğini gördüm,
kesinlikle Auschwitz’i andırıyordu.
Tesisi
görür görmez, orada neler olup biteceğini hayal ettim ve tesisin çok kısa bir
zaman içerisinde açılışının yapılacağını bizzat Bakan Eroğlu’nun ağzından
duyduğum için “modern” bir tecrit alanı haline gelecek bu tesisin durdurulması
için bir şeyler yapmaya karar verdim. Trilyonluk bütçeli olan bir projenin
iptal edilmeyeceğini bile bile, bu ülkede hukuka, adalete inanmayan birisi
olarak... Bu devasa “hapishane”nin inşasının başlangıcındaki niyet teşhir
edilmeliydi, öte yandan söz konusu tesisin hayvanlara getireceği felaket
konusunda kamuoyu bilgilendirilmeli, toplumsal bir tepki oluşturulmalı ve de
inşaatın yürütmesinin durdurulması, iptali konusunda tüm iç hukuk yolları
tüketilmeliydi. Kendi adıma, bu toplama kampının durdurulması için elimden
gelen her şeyi yaptığımı düşünüyorum. Şu anda ise inşaat hemen hemen bitmiş durumda...
Hayvan
Haklarını Koruma ve Geliştirme Derneği adına, söz konusu tesisin yürütmesinin
durdurulması ve iptali için Bölge İdare Mahkemesi’ne başvurduk ve İstanbul 6.
İdare Mahkemesi’nde şu anda görülmekte olan bir dava var. Arazi ve bölge
koşulları hakkında hiçbir teknik bilgisi olmayan mahkeme, İBB’nin savunmasını
aldıktan sonra, bilirkişi heyeti dahi tayin etmeden, yürütmeyi durdurma talebim
için ret kararı verdi. Tüm mevzuat hükümleri, alenen yürütmeyi durdurma kararı
verilmesini gerektiriyorken mahkeme bunu görmezden geldi. Ayrıca İstanbul
Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ı da Kamu Görevlileri Etik Kurulu’na
şikâyet ettik. Ettik ancak geçtiğimiz günlerde bu şikâyetimizin akıbeti
hakkında bilgi almak istememiz üzerine, ilgili kurum tarafından kendilerine
böyle bir şikâyetin yapılmadığı tarafımıza bildirildi.
İstanbul
Büyükşehir Belediyesi Veteriner Hizmetleri Müdürü Muhammet Nuri Coşkun ile, İBB
barınaklarındaki sorunlar hakkında görüşmeye gittiğimizde, söz döndü dolaştı ve
Kısırkaya toplama kampına geldi. Kendisi, açmış olduğum dava neticelendiğinde,
kısa bir zaman içerisinde söz konusu tesisin açılışının yapılacağını söyledi ve
bu merkezde hayvanlara ne gibi hizmetler verileceği hakkında bilgi verdi. Müdür
Bey’in iyi niyetini sorgulamayacağım ancak İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin
tüm yerel yönetim dönemlerinde, sokak hayvanına bakış açısını bilmeyen yoktur.
Hayvan hakları savunucuları olarak, gerek 2004 senesinde yasalaşan Hayvanları
Koruma Kanunu öncesinde gerekse kanun sonrasında, İBB’ye karşı sokak hayvanları
için verdiğimiz mücadele hiç de yok sayılabilecek gibi değil. Ormanlara toplu
köpek atmalar, sürgünler, sistematik hak ihlâlleri, kısırlaştırma adı altında
soykırım, toplu ölümler, barınakların içler acısı hâli, toplama ekiplerinin, barınak
personelinin hayvan haklarına ve mevzuata aykırı davranışları... Saymakla
bitmez. İBB’ye ait Hasdal Barınağı’nda ise bir gecede 70’e yakın yavru köpeğin
sadece bir şüphe uğruna boğazlanmasını da unutmadık, unutamadık!
İstanbul
genelindeki İBB “bakımevleri”ni, yani barınaklarını incelediğimizde, kamuoyunda
hâkim olan algının aksine, bu tesislerin hayvanlar için lüks bir pansiyon
olmadığını kolaylıkla görebiliriz. İBB, 200 köpek kapasitelik barınağında dahi,
barınağa kapatılan ya da kısırlaştırmak için sırasını bekleyen hayvanların
takibini yapamazken, sayıları binlerle ifade edilecek hayvanların takibini
nasıl yapacak? En başta aklıma takılan soru bu... Bu dev toplama kampında görev
yapacak personelin, hiçbirisinin bir barınak gönüllüsü gibi hayvanlara duyarlı
bir yaklaşımla yaklaşamayacağı, barınakların genelde işçiler için sürgün yeri
olması dolayısıyla “iş” olarak görülen hayvan bakımının, temizliğin ve hijyenin
gerektiği gibi yerine getirilemeyeceği de ortada. Kent yaşamından koparılan,
insanlarla sosyalleşmiş ve yıllardır bu şekilde yaşayan binlerce köpekten
bahsediyoruz. Ve İBB’nin şu anda işlettiği birçok barınak kapatılarak, bu
tesislerdeki hayvanlar Kısırkaya’ya nakledilecek. Yıllardır mahkemelik durumda
olan ve metan gazı depolama sahası içinde ve yüksek gerilim hatlarının altında
bulunan Hasdal Barınağı da Kısırkaya’ya nakledilecekmiş. Hasdal’ın şu anki
faaliyeti de zaten mevzuata uygun değil, İl Orman ve Su İşleri Müdürlüğü,
mevzuattaki barınak kriterlerine göre Hasdal’ı sözde denetliyor...
Geçtiğimiz
sene, 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu’nun değiştirilmesine dair kanun
tasarısı meclisteki ihtisas komisyonu olan TBMM Çevre Komisyonu’nda
görüşülürken, toplantılarda gözlemci ve temsilci olarak bulunan hayvan hakları
savunucuları ve aktivistler olarak ciddi efor sarfettik. Orman ve Su İşleri
Bakanlığı tarafından hazırlanılarak Başbakanlığa sunulan yasa tasarısında yer
alan “doğal yaşam parkları” diye anılan toplama kamplarının kurulması
düşüncesi, hepimizi oldukça tedirgin etmişti. “Doğal yaşam parkı” tartışmaları
yaşanırken, Bakan Eroğlu, İstanbul’un her iki yakasında, Kocaeli ve Trabzon’da
pilot uygulama olarak örnek bakımevleri açılacağını duyurdu. Bu tedirginlik,
yerini büyük bir tepkiye bıraktı ve hayvanlardan yana saf tutan onbinlerce insan
sokağa döküldü. Bu yoğun tepki karşısında, Bakanlık tasarısındaki “doğal yaşam
parkı” ibaresi kaldırıldı. Zaten bu tesislerin, tasarıda tanımı dahi
yapılmamıştı; toplama kamplarının nerede, ne şekilde inşa edileceğine dair en
ufak bir hüküm dahi bulunmuyordu.
“Doğal
yaşam parkı” ifadesi tasarıdan çıkarılmıştı ancak fiilen inşaatlar devam
ediyordu. Yani Bakanlığın attığı adım hiçbir işe yaramadı, fikir neyse zikir de
o oldu: Yakında dev toplama kamplarının açılışı yapılacak, sokak hayanlarının
kent yaşamından, gözlerden ırak bir şekilde tecrit edileceği bir döneme girmiş
olacağız. TBMM Çevre Komisyonu toplantılarının birinde, AKP Adıyaman
Milletvekili Mehmet Metiner’in sokak hayvanlarının besleme odaklarında
toplanması yönünde verdiği ve komisyonca kabul edilen, ancak daha sonraki
komisyon toplantısında yaşanan gerginlik sonucunda da tekrar müzakere edilip
farklı bir hâle bürünen ilgili tasarı maddesinden de anlaşılıyordu ki hükûmet
ve devlet, sokaklarda hayvan görmek istemiyordu. Zaten bu niyetlerini de alenen
ortaya koymuşlardı: Çevre Komisyonu Başkanı Erol Kaya da Orman ve Su İşleri
Bakanı Veysel Eroğlu da komisyonda çoğunlukta olan üye milletvekilleri de
sokakların hayvanlardan arındırılması gerektiğini defalarca dile getirmişti.
Milletvekilleri, “ne yani AB gibi biz de uyutalım mı, bunu mu istiyorsunuz, biz
barındıracağız, besleyeceğiz” diyerek üstü kapalı olarak bizleri tehdit
etmekten de kendilerini alıkoyamıyordu, ne de olsa erk sahibi onlardı, tüm
Türkiye’deki hayvanların kaderi bu muktedirlerin elindeydi...
Rant ve
kentsel dönüşüm için kılıf hazırlandı
Tüm yasama
sürecini izlediğimde, hayvanlar üzerinde oynanan oyunun aslında, kentsel
dönüşüm ve son dönemde ciddi bir rant getiren inşaat sektörünün bir parçası
olduğunu ve endişelerimizin oldukça haklı olduğunu görüyorum. Süreci izleyecek
olduğumuzda,
* 25.06.2010
tarihinde değiştirilen 6831 sayılı Orman Kanunu’na eklenen “Savunma, ulaşım,
enerji, haberleşme, su, atık su, petrol, doğalgaz, altyapı, katı atık bertaraf
ve düzenli depolama tesislerinin; baraj, gölet, sokak hayvanları bakımevi ve
mezarlıkların; Devlete ait sağlık,
eğitim ve spor tesislerinin ve bunlarla
ilgili her türlü yer ve binanın Devlet
ormanları üzerinde bulunması veya yapılmasında kamu yararı ve zaruret olması
halinde, gerçek ve tüzel kişilere bedeli mukabilinde Çevre ve Orman Bakanlığınca
izin verilebilir. Devletçe yapılan ve/veya işletilenlerden bedel alınmaz.”
fıkrası, ormanların bakımevi olarak kullanılmasının önünü açmış oldu (Madde 17;
üçüncü fıkra). Sadece bakımevi olarak değil, birçok alanda ormanların
kullanılması mümkün kılındı. 18.04.2014’de Resmî Gazete’de yayımlanan Orman
Kanunu’nun 17/3 ve 18. Maddelerinin uygulama yönetmeliği de yine hayvan
bakımevinin yanında patlayıcı madde deposuna kadar birçok tesisin ormanlar
üzerinde yapılmasına izin veriyor.
* Orman
Kanunu’na paralel olarak, 16.05.2012’de, bugün Kentsel Dönüşüm Kanunu olarak
anılan, 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkındaki
Kanun kabul edildi. Bu kanun, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı üzerinden,
Büyükşehir Belediyesi ve Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı gibi büyükşehir
alanının tümüne müdahele edecek birimleri yetkili kılarken, uygulama alanları
adı verilen alanların belirlenmesini ve Hazine’ye devredilmesini TOKİ
aracılığıyla gerçekleştirilmesini öngörüyor. 2012’den bu yana İstanbul’da 27
alan/ilçe afet riski altındaki alan ilan edilirken, bu alanların
“iyileştirilmesi”, “tasfiyesi”, “yenilenmesi” süreci sokak hayvanlarının
belediyeler eliyle zehirlenmesi,
toplatılması ve uzaklaştırılmasını da barındırıyor. Sarıyer,
Kısırkaya’da inşası devam eden tesisle de, belirlenen bu afet alanlarından
toplatılan, zorla yerinden edilmiş on binlerce köpeğin şehirden uzak bir alanda
toplanması öngörülüyor. Böylece, TOKİ’ye ve İdare’ye bedelsiz olarak
devredilmesi planan büyük bir arazide, 100 köpekli barınakların bile denetim
sorununa çözüm üretemeyen yerel yönetimler devreden çıkarılarak, İBB eliyle
işletilen, bütün şehir alanındaki hayvan toplamaların hızlandırılması, ulaşımı
ve denetimi imkânsız bir itlaf merkezinin işler hale getirilmesi planlanıyor.
*
31.05.2012’de Resmi Gazete’de yayımlanan Afet Yasası Kanunu 3. maddesinin 6.
fıkrası da Kısırkaya toplama kampının arazi seçimi ve tahsis sürecindeki
mevzuata aykırı uygulamalarının birkaç yıl öncesinden yasal olarak önünün
açıldığını gösteriyor. Söz konusu
fıkrada, 25.02.1998 tarihli 4342 sayılı
Mera Kanunu’nun 14. maddesinin 1. fıkrasının g bendindeki alanlar, yani doğal
afet bölgelerinde yerleşim yeri için ihtiyaç duyulan alanların, ek gerekçe
gösterilmeksizin Bakanlık kararıyla Hazine’ye aktarılabileceği; tahsis
amaçlarının herhangi bir denetim ya da kısıtlamaya tabi tutulmaksızın
değiştirileileceği açıkça belirtiliyor. Dolayısıyla, tahsis amacındaki
değişikliği esnek kılarak arazinin bundan sonraki kullanım amaçlarının da
değişebileceğini, örneğin bu arazinin hayvan itlaf tesisi olarak kullanılmasını
ve hatta tüm hayvanların yok edildikten sonra bambaşka bir tahsis amacıyla
TOKİ’ye devredilmesini de yasal hale getirmiş oluyor.
*
Kısırkaya’daki toplama kampının inşa edildiği alan ve yanıbaşındaki plaj,
doğrudan afet alanı olarak ilan edilmiş değil. Ancak arazinin dahil olduğu
geniş ormanlık alanın imara açılmış olması ve Kısırkaya Köyü’nün en yakınındaki
mahallî yerleşim olan Çamlıtepe (Derbent) mahallesinin Çevre ve Şehircilik
Bakanlığı’nın 17.12.2012 tarihli ve 2200 sayılı yazısıyla “gerigörünüm ve
etkilenme bölgesi sınırları içerisinde” dahil edilmesi, Kısırkaya hayvan
toplama kampının inşasının, kuzeyde Kısırkaya Plajı’ndan başlayarak, Belgrad
Ormanları’nın büyük kısmını içine alan ve Sarıyer merkeze doğru genişleyen,
uluslararası sermaye, yatırım ve inşaat ihaleleriyle büyüyen ve bölgede
yoğunlaşan sermaye birikiminden ayrı düşünülemeyeceğini bir kez daha
gösteriyor.
* Bu ayın
sonunda TBMM’ye gelmesi beklenen torba yasa içinde; İmar Kanunu, Yapı Denetimi
Hakkında Kanun, İskân Kanunu, Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu,
Çevre Kanunu, Kat Mülkiyeti Kanunu, Belediye Kanunu, Belediye Gelirleri Kanunu
ve Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği Kanunu’nda değişiklik öngörülüyor.
Torba yasada yer alan “3194 sayılı İmar Kanunu ile Bazı Kanun ve Kanun
Hükmündeki Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı” ile
ilgili olarak, Mimarlar Odası “yönetimde merkezileşmeye yol açarak ve yerel
yönetimlerin yerinden yönetim yetkilerini kısıtlayacak, kamusal alanlarda
yapılaşmanın önünü açacak, mesleki hakların kısıtlanması yoluyla mesleki eğitim
alan uzmanların sunduğu nitelikli hizmetlerin topluma ulaşmasını engelleyecek,
kamusal hizmetleri özelleştirerek sermayeye rant ve kar sağlayacak koşulların
oluşumunun yasal altyapısını hazırlamaktadır” açıklamasında bulunuyor. Bu
kanunî düzenlemelerin Kısırkaya toplama kampı gibi alanlara da etki edeceği
oldukça belli.
*
10.09.2014 tarihinde değiştirilen 4342 sayılı Mera Kanunu’na da “Bakanlar
Kurulunca kentsel dönüşüm ve gelişim proje alanı olarak ilan edilen yerlerin,
ilgili müdürlüğün talebi, komisyonun ve defterdarlığın uygun görüşü üzerine,
valilikçe tahsis amacı değiştirilebilir” bendi eklendi (Madde 14/ı bendi).
Aniden torba yasa ile değiştirilen Mera Kanunu da meraların kentsel dönüşüm
projeleri kapsamında kullanılabilmesinin önünü açmış durumda. Kısırkaya toplama
kampının arazisi de statüsü değiştirilen bir mera... Arazinin bir kilometre
ilerisinde ise üçüncü köprü yol güzergâhı bulunuyor. Kısırkaya’ya komşu olan
Gümüşdere’deki mera ve tarım alanlarına da bazı sermaye gruplarının göz
diktiğini hepimiz biliyoruz.
* 2012
yılında ise Orman ve Su İşleri Bakanlığı’nca hazırlanılarak Başbakanlığa
sunulan, bizlerin tüm eleştiri, görüş ve önerilerine rağmen ısrarla tatmin
edici bir şekilde düzenlenmeyen Hayvanları Koruma Kanunu değişikliği tasarısı
da bakımevlerinin kurulmasını kolaylaştırıyor. Özellikle Orman Kanunu’nun ve
Mera Kanunu’nun değiştirilmesi, bu düzenlemelerden önce de ormanlık alanların madencilik
gibi endüstri kollarında, tarım vasfını kaybetmiş arazilerin de farklı
tasarruflarda kullanılmasının kanunen önünün açılması, yaban hayvanlarının
yaşam ortamları, yeşil alanlar ve tarım arazileri üzerinde ciddi bir tehdit
oluşturuyor.
Şu anda
TBMM Genel Kurulu gündeminde bulunan yasa tasarısında, hayvan bakımevi
izinlerinin belediyelerce verilmesi öngörülüyor. Malumunuz, Türkiye’de
belediyeler, sayısız usulsüz, ihtilaflı, hukuk dışı birçok projeye ruhsat
veriyor, adeta hayvanların doğal yaşam ortamlarını ve yaşam alanlarımızı inşaat
sektörüne peşkeş çekiyor. Son dönemdeki kanunî düzenlemelerle de hayvan
bakımevlerindeki hayvanlar, bu hırsın ve doyumsuzluğun kurbanı olacağa
benziyor; hayvan bakımevi kelimesi de bir kılıf olarak karşımıza çıkacak. Yine
aynı Bakanlığın tasarısında, tüm eleştirilerimize rağmen, hayvanat bahçelerinin
de kurulması teşvik ediliyor. Özel hayvanat bahçelerinin açılabilmesi için dahi
devletçe arazi tahsisi yapılabileceği öngörülüyor. Halbuki, mevcut hayvanat
“hapishaneleri”ndeki durum, hayvanlar açısından içler acısı... Hayvanları
birincil dereceden ilgilendiren yasama çalışmalarında dahi, hayvanların değil,
insanların, imtiyaz sahibi sermaye gruplarının çıkarları gözetiliyor. Mesela
İstanbul Tuzla’da 120 milyon 750 bin TL teklifle Bayraktar Kardeşler İnşaat
Taahhüt Ticaret A.Ş. tarafından inşası sürdürülen ve bünyesinde bir yunus
parkını da bulunduran dev marina projesinin arazi tahsisinin ne şekilde
yapıldığı ayrı bir merak konusu... Sözde, hükûmet yunus parklarının, kanun değişikliği
ile yasaklanacağını duyurmuştu bir de.
Tekrar
konumuza, Kısırkaya Sahipsiz Hayvan Geçici Bakımevi ve Bahçeli Yaşam Alanı’na
dönecek olursak; buranın çok kısa bir zaman içinde, tabelasında yazdığı gibi
bir bakımevi ve yaşam alanından ziyade kontrolden, denetimden uzak bir toplama
kampı, izolasyon alanı haline geleceğini düşünüyorum. Neden mi?..
100
köpeklik barınak kontrol edilemiyorken...
Yıllardan
beri, Türkiye barınaklarında, sokak hayvanlarına ne türden bir mezalim
yaşatıldığı ortada... 100 köpeklik bir barınakta dahi, hayvanlar aç kalıp bir
köşeye sinip kalabiliyor ve çoğunlukla hiçbir görevli tarafından fark
edilmiyor.
Yeterli ve
gerektiği gibi tedavi yapılmadığından, sağlık personelinin meslekî
deneyimsizliği, yetersizliği ve klinik imkânlar çok kısıtlı olduğundan salgın
hastalıklar nedeniyle birçok hayvan hayatını kaybediyor. Kısırlaştırılan
hayvanlar, buz gibi ıslak, beton zemine çuval gibi atılıyor. Mahallemizden
kaybolan bir köpeği aramak için İBB barınaklarını gezdiğim sırada, anesteziden
çıkmak için mücadele eden sokak köpeklerinin ölüme varabilecek kadar vahim
durumunu, bir İBB barınağındaki veteriner hekime bildirdiğimde, adam sıcak
ofisinden dışarı çıkma zahmetinde bile bulunmamıştı...
Ulaşım yok
İBB, her
ne kadar, Kısırkaya’nın hayvanlar için çok lüks bir merkez olacağını iddia
edip, tüm fizikî koşulların hayvanlar lehine oluşturulduğunu söylese de, bir
kere, söz konusu tesise ulaşım yok. Şehir merkezinden Kısırkaya Köyü’ne sefer
yapan otobüs, sizi köy meydanında indiriyor ve buradan İBB’nin toplama kampına
ancak çok uzun bir süre yürüyerek gidebiliyorsunuz. Özellikle çetin kış
koşulları düşünüldüğünde ulaşım neredeyse imkânsız.
Arazinin
su yoğunluğu oldukça fazla...
Toplama
kampının arazi seçimi yönetmeliğe aykırı...
Türkiye’de
hayvan bakımevlerinin ne şekilde tesis edileceği de Hayvanların Korunmasına
Dair Uygulama Yönetmeliği hükümleri dahilinde ve bakanlık genelgeleri ile
belirlenmiş durumda. İBB aleyhine, söz konusu tesisle ilgili açtığım davada da
bu yönetmelik hükümlerini hukukî dayanak olarak göstermiştim. Kısırkaya toplama
kampı, bu yönetmeliğin 22. maddesinde belirtilen koşulların neredeyse hiçbirini
karşılamıyor. Yönetmelik, bakımevi arazisinin su yoğunluğu fazla olan toprak
olmaması, çok yönlü rüzgâr almaması, denizden uzak olması ve dik yamaç üzerinde
olmaması gerektiğini söylese de sanki İBB, yönetmeliğin tam aksi yönünde bir
arazi seçmiş ve inşaata başlamış. Dev toplama kampı, Kısırkaya Plajı’nın hemen
yanında yer alıyor ve faaliyete geçtiği anda, zaten şu anda yıkılmış olan
Kısırkaya Plajı’nın kullanılmasına da imkân kalmayacak çünkü binlerce köpeğin
gürültüsü ve vücut artıklarından kaynaklanan koku, orayı kullanılamaz hâle
getirecek.
Sürekli
kayan toprak...
Emine
Erdoğan’ın ricacı olduğu iddiası...
Öte
yandan, T24 adlı haber sitesinde 31 Ağustos 2014 tarihinde yayınlanan bir
habere göre, Kısırkaya Plajı’nın yıkımında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın eşi Emine
Erdoğan’ın “ricası” olduğu iddia ediliyordu:
“Eski
Çevre Bakanı Erdoğan Bayraktar’ın, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın eşi Emine
Erdoğan’ın ricasıyla imara açtığı Sarıyer’deki Kısırkaya köyünde İstanbul
Büyükşehir Belediyesi (İBB), plajı ‘Hayvan barınağı yapılacak’ diye yıktı.
Ancak arazi, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na devredilirken bölgeye doğalgaz
hattının da çekildiği ortaya çıktı.
Bir tarafı
3. havalimanı, diğer yanı 3. köprü inşaatı ile çevrili Kısırkaya köyü
geçtiğimiz hafta, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın eşi Emine Erdoğan’ın da
adının karıştığı bir yasal dinleme kaydıyla gündeme geldi. “
Neden
meclis kararı değil encümen kararı?
Ayrıca
İBB, arazi tahsisi ve bakımevi inşaatı konusundaki başvurularında kullanmak
için neden meclis kararı almadı da encümen kararı aldı?.. Bunu da sorgulamak
gerekiyor. Bir ya da birkaç sene sonra, yine başka bir encümen kararı alınarak
bu tesisin yıkılıp söz konusu arazinin bambaşka tasarruflarda
kullanılmayacağının garantisini kim verebilir? Tüm Kısırkaya halkının şiddetle
karşı çıktığı, Kısırkayalı çiftçilerin meranın statüsünün değiştirilmesini kesinlikle
istemediği İl Mera Komisyonu raporunda da açıkça belirtilmişken, hayvandan,
doğadan, yaşamdan yana saf tutan insanlar bu toplama kampına ve bölgede bitmek
bilmeyen rant projelerine ve bu projelerin etkilerine, olası sonuçlarına karşı
tepkilerini her fırsatta dile getiriyorken, daha açılmadan neye hizmet edeceği
belli olan bir ölüm kampı konusunda ısrarcı olmanın hiçbir iyi niyetli tarafı
yok.
Tüm bu
yasal düzenlemeler, Emine Erdoğan hakkındaki iddialar, İBB’nin arazi seçimi
konusundaki ısrarı, bizim gibi “sade” vatandaşın anlam veremeyeceği tüm bu
akılalmaz girişimler herkesin aklına, bu toplama kampının bir bahane olduğunu;
asıl niyetin kısa bir süre içerisinde İstanbul’un sokak hayvanlarının kökünü
kazımak olduğunu ve söz konusu arazinin imara açılarak türlü rant projelerinde
kullanılacağını getiriyor. Her şey bu kadar sistemli ve planlı iken, tüm yasal
düzenlemeler imar değişikliğini işaret ediyor iken maalesef ben tüm bu olan
biteni iyi niyetli olarak tanımlayamıyorum. Sadece yaban ve kent hayvanlarına
üzülebiliyorum, çünkü bunun adı zorunlu göç ve soykırım!
Hayvanlar
nereye gidecek?..
Meclis
genel kurulu gündeminde olan tasarıda yer alan “(...) kısırlaştırılan, aşılanan
ve rehabilite edilen hayvanların mikroçiple kayıt altına alındıktan sonra
öncelikle sahiplendirilmeleri esastır. Güçten düşmüş hayvanlar, bakımevlerinde
ayrılacak özel bölümlerde hayvan refahına uygun olarak bakılır. (...) 14 üncü
maddenin (p) bendinde tarif edilenler hariç olmak üzere sahiplendirilemeyenler;
okul, hastane, ibadethane, çocuk oyun alanı gibi toplumun yoğun olarak
kullandığı yerler hariç alındıkları ortama bırakılır.” ifadesi bana ne yazık ki
yine iyi niyetli gelmiyor. Çünkü kentlerde okul, hastane, ibadethane, çocuk
oyun alanı gibi yapıların olmadığı muhit ya da sokak, neredeyse yok denecek
kadar az. Bu şu demek oluyor; kimi ücra sokaklarda, vitrin malzemesi olarak tek
tük hayvan bırakılacak, geriye kalan kent hayvanları da tecrit altında,
birbirleri ile yaşamaya mahkûm edilerek, her türlü yaşamsal ihtiyaçtan yoksun
bırakılarak barındırılacak. Bu hayvanların ne kadar süre ile bu toplama
kamplarında tutulacağı ise tam bir muamma. Kanun tasarısı yasalaştığı takdirde,
kent hayvanlarına müebbet hapis geliyor diyebiliriz.
Yeryüzüne
Özgürlük Derneği olarak, kent hareketlerine ve diğer toplumsal hareketlere
mümkün olduğunca bu soykırım projesine karşı harekete geçmeleri ve birlikte
hareket etmek için davette bulunuyoruz. Kısırkaya toplama kampı için TMMOB
Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi, İstanbul Barosu Hayvan Hakları
Komisyonu ve Sarıyer Kent Dayanışması gibi örgüt ve oluşumlar yeni yeni
harekete geçmeye başladı ise de İstanbul’da sayıları 50’yi geçen hayvansever,
hayvan koruma dernek ve gruplarından bu dev toplama kampı için hiçbir tepki
gelmemesini de manidar buluyorum açıkçası...
“Modern”
Hayırsızada vakası yolda...
Kentsel
dönüşümün görünmez kurbanları olan kent hayvanları, şimdi de yasal
düzenlemelerin, rantın kurbanı haline geliyor. Başlarına geleceklerden habersiz
olarak, sokaklarda her türlü şiddete maruz kalan, bir lokma ekmek için yaşam
savaşı veren hayvanlar, yeni ancak “modern” bir Hayırsızada vakası ile karşı
karşıya kalacak. Yani 1910’dan 2015’e devletin hayvana bakış açısında zerre
kadar bir değişiklik yok, tek değişiklik imha ve tecrit yöntemlerini
geliştirmek; hayvanlar için yeni ve “modern” tesisler inşa ederek soykırımın
boyutunu büyütmek. Yüzyıllardır insanlarla, sokaklarda sosyalleşen, hiçbir suçu
olmayan hayvanların izole edilmesini ve soykırıma tâbi tutulmasını engellemek
için bir şeyler düşünmemeli miyiz sizce de? (BÖ/AS)
*
Türkiye’de sokak hayvanlarının ve barınakların hâli
5
yaşındaki Ermeni bir öğrencinin okul kaydı, 'soy kodu'nun tutmaması nedeniyle
yapılmadı
Azınlık
okullarında ‘soy kodu’ fişlemesi kamuoyunda yükselen tepkilere rağmen devam
ediyor. Son olarak iki öğrenci Ermeni okullarına kayıt yaptıramadı. İstanbul
Milli Eğitim Müdürlüğü’nden bir yetkili “Öğrencilerin soy durumuna bakıyoruz”
açıklaması yaptı. Okullara alınmayan öğrencilerin velilerinin avukatı İsmail
Cem Halavurt, “Bakanlık suç işliyor” dedi.
Babası
Ermeni kilisesinde vaftiz olmuş, 5 yaşındaki bir öğrenci, sene başında, Ermeni
anaokullarından birine kaydını yaptırdı. Okul idaresi, uygulama gereği, eğitim
ve öğretim yılının ilk döneminde okula devam eden öğrencini kaydını İl Milli
Eğitim Müdürlüğü’ne bildirdi. İl Milli Eğitim Müdürlüğü’nden ise, “Öğrenci hakkında yapılan araştırma
sonucunda, soyunun Ermeni olmadığı anlaşıldığından, asli kaydının yapılmasının
uygun görülmediği” yönünde bir yazı geldi. Agos’tan Uygar Gültekin’in haberine
göre, yazıda, öğrenci velisine gerekli tebligatların yapılması, öğrencinin
kaydının silinmesi ve sonucun da İl Milli Eğitim Müdürlüğü’ne bildirilmesi isteniyordu.
Bir başka
öğrenci de, amca çocuklarının okuduğu ve mezun olduğu bir Ermeni okuluna kayıt
yaptırdı ancak aynı gerekçelerle İl
Milli Eğitim Müdürlüğü tarafından kaydı engellendi. Bakanlık okul idaresini
uyararak , öğrencinin kaydının silinmesini istedi. Benzer durumda olan başka
öğrenciler de var.
Konuyla
ilgili bilgi veren Milli Eğitim Müdürlüğü yetkilisi, şunları söyledi:
“Öncelikle kişilerle ilgili nüfus bilgilerine, anne ve babaların soy
bilgilerine bakılıyor. Soy bilgisi yoksa, zaten okul kayıt alamıyor. Bu nedenle
ret cevabı gelmiştir. Biz, Ermeni, Rum, Yahudi hepsinin soy durumuna bakıyoruz.
Bizim elimizde soy durumlarını gösterir bir bilgi bankası yok. Nüfus’a
soruluyor.”
2013’te,
Ermeni okulunda okumak isteyen bir öğrencinin de kaydı Milli Eğitim Müdürlüğü
tarafından reddedilmiş ve ret belgesinde, devletin vatandaşlarını soy durumuna
göre fişlediği ortaya çıkmıştı. İstanbul İl Milli Eğitim Müdür yardımcılarından
birinin imzasını taşıyan resmî yazıda, 1923 yılından bu yana “vukuatlı” nüfus
kayıtlarının gizli ‘soy kodu’ taşıdığı belirtiliyordu. Aynı yazıda, ‘soy
kodu’na örnek olarak “Ermeni vatandaşlarımızın soy kodu 2’dir” ifadesi yer
alıyordu.
Okullara
bırakın
VADİP
Eğitim Komisyonu Üyesi Garo Paylan, Milli Eğitim Bakanlığı’nın uygulamasına
tepkili. Uygulamadan vazgeçilmesi
gerektiğini belirten Paylan, “Çocukların Ermeni olduğuna MEB’in karar
vermesinin yasal hiçbir dayanağı yok. Öğrencilerin okullara kayıt olup
olmayacağına dair inisiyatif, okullara bırakılmalı. Okul müdürlerimiz veya
vakıflar tarafından oluşturulacak olan bir komisyon karar vermeli” önerisinde
bulundu.
Mevcut
durumda azınlık okullarında hangi öğrencilerin okuyabileceğine dair yasal bir
düzenleme var. 5580 sayılı Özel Öğretim Kurumları Kanunu, azınlık okullarını, “Rum,
Ermeni ve Musevî azınlıklar tarafından kurulmuş, Lozan Antlaşması ile güvence
altına alınmış ve kendi azınlığına mensup Türkiye Cumhuriyeti uyruklu
öğrencilerin devam ettiği okul öncesi eğitim, ilköğretim ve ortaöğretim özel
okulları” diye tarif ediyor. Öğrencilerin okullarda okuyup okuyamayacağına,
Milli Eğitim Bakanlığı karar veriyor.
Kafalar
karışık
MEB’in bu
uygulaması nedeniyle, Ermeni okullarında da kafalar karışmış durumda. MEB’in
uygulamasındaki kriterler belirli ve açık değil. Kimin Ermeni olup olmadığına
karar verme yetkisi MEB’e ait. Ermeni kiliselerinde ailesi ve kendisi vaftiz
olmuş olsa dahi, kaydı kabul edilmeyen öğrenciler var. Aynı zamanda, okullarda
din hanesinde İslam yazan öğrenciler de var.
MEB suç
işliyor
Son
gelişmenin ardından öğrenci velileri, durumu mahkemeye taşımaya hazırlanıyor.
Ailelerin avukatı İsmail Cem Halavurt, MEB’in uygulamasına tepkili. Daha önce
soy kodu gerekçe gösterilerek okula alınmayan ailenin de avukatlığını yapan
Halavurt, “Uygulama, tamamen hukuka aykırıdır. Herhangi bir yasal dayanağı
yoktur. Irkçı, ayrımcı ve keyfi uygulamadır. Eğitim hakkı kısıtlanmaktadır.
Eğitim hakkını düzenleyen uluslararası sözleşmeler var. Daha önce kazandığımız
davada, mahkeme, açık bir şekilde bu uygulamanın hukuka aykırı olduğuna karar
vermiş ve eğitim hakkının korunması gereken en temel haklardan olduğunu
kaydetmişti. İdare, bu kararın ardından yasal düzenleme yapmadığı gibi,
insanları mahkeme kapılarında uğraştırıyor. Hukuka aykırı işlem yapıyor ve suç
işliyor. Bu uygulama ortadan kaldırılmalıdır.”
Halavurt,
okul kayıtlarında, kararın okullara bırakılacağı bir sistemin hayata
geçirilebileceğine dikkat çekti: “Okullara inisiyatif verilmelidir. Okul
müdürleri, hangi öğrencinin okula alınıp alınmayacağına karar vermeli ve
öğrencilerin önündeki bu engel kaldırılmalı. Bu yüzden insanlara mahkeme
kapıları önlerinde çile çektirilmemeli.”
Bakanlar
Kurulu, Birleşik Metal İşçileri Sendikası'nın toplu sözleşme görüşmelerinin
anlaşmazlıkla sonuçlanması üzerine dün başladığı grevi 60 gün erteledi.
Resmi
Gazete'nin mükerrer sayısında da yayımlanan kararda grevin ertelenmesine,
"milli güvenliği bozucu nitelikte" olduğu gerekçesiyle karar
verildiği belirtildi.
Karar ile
60 günlük süre dün başlamış oldu.
Bakanlar
Kurulu'nun Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu'na göre grev erteleme
yetkisi bulunuyor.
Birleşik
Metal İşçileri Sendikası'nın grevi, 24 fabrikayı ve 15 bin işçiyi kapsıyordu.
'Hükümet
işçiye darbe yaptı'
Kararı BBC
Türkçe'ye değerlendiren Birleşik Metal İşçileri Sendikası Başkanı Adnan
Serdaroğlu ise kararı "işçiye darbe" olarak niteledi.
"Hükümet
sermayeyle işbirliği içinde işçiye darbe yaptı" diyen Serdaroğlu,
sözlerini şöyle sürdürdü:
"Türkiye'de
yıllardır uygulanan bir yöntem erteleme. Bunu pek çok iş kolunda yaptılar. Ama
metal işkolu bunun karşılığında gereken cevabı verecektir. Yıllara yayılan bir
huzursuzluk, iş barışının bozulması, verimli-güvenli ortamı ortadan kaldıran
bir süreci kendi kendilerine önlerine koymuşlardır.
'Bilim
dışı bir karar'
Kocaeli
Üniversitesi Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bölümü'nden öğretim
görevlisi Doç. Dr. Aziz Çelik de hükümetin kararının "bilim dışı"
olduğunu söyledi.
BBC
Türkçe'ye konuşan Çelik, "Grevin güvenliği etkileyecek bir sonuç doğurması
mümkün değil. Kanunun vasfına bile uyulmuyor. Benzer ürünleri üreten onlarca
fabrika var. Bu ürünleri ithal etmek mümkün. Türkiye savaşta değil, deprem yok.
Bir de metal sektöründeki hacme baktığımızda, bu işyerleri çalışanların
toplamının sadece bir kısmını temsil ediyor” dedi.
Geçen
yılın Temmuz ayında Şişecam'da çalışan işçilerin başlattığı grev de "genel
sağlığı ve milli güvenliği bozucu" nitelikte olduğu gerekçesiyle
ertelenmişti.
İşyerinde
örgütlü Kristal-iş Sendikası bu kararı Anayasa Mahkemesi’ne taşımıştı.
Toplu
sözleşme ise Ağustos ayının sonunda imzalanmış, grev süreci sona ermişti.
Angry
Sandwich People, or in a Praise of Dialectic başlıklı videodan bir kare, Chto
Delat
30/1/2015 / skopbülten / Dmitry Vilensky, Çeviri: Elçin Gen
Aşağıdaki
metin, Chto Delat kolektifinden Dmitry Vilensky’nin 2010 yılında kaleme aldığı
Pavilion Unicredit: An Artist's Tale başlıklı yazıdan kısaltılarak çevrildi.
Yazı, UniCredit bankasının Bükreş şubesinin sponsoru olduğu Pavilion
galerisinde açılan Zamanın Yoldaşları başlıklı serginin öncesinde yaşananları
konu alıyor.
Basit bir
hikâyeyle başlayalım.
Bir
zamanlar, sanatçıların, birer işçi olarak, eserlerinin sergilenmesi
karşılığında ücret almaları gerektiğini düşünecek kadar saf bir sanatçı varmış.
Katıldığı pek çok projede bu konuda ısrar ettiğinde yaşadığı olumsuz deneyimlere
rağmen, elinden geleni yapması gerektiğini düşünüyormuş – özellikle de
eserleri, sermayenin varlığının bariz biçimde hissedildiği yerlerde
gösterilecekse. Olanca alçak gönüllüğüyle ücret verilip verilmeyeceğini
sorduğunda genelde aldığı cevap hep “para yok” oluyormuş. Ne sanatçı ödeneği
için, ne yol masrafları için, ne de üretim masrafları için... Küratörler
genelde ondan ve meslektaşlarından
sadece filmlerinin kopyalarını ya da eserlerinin basılı malzemesini istiyor,
gerisini kendilerinin halledeceğini söylüyorlarmış. Çoğu sanatçı, eserlerinin
de yer aldığı önemli sergileri görme, böylece mesleki açıdan gelişme fırsatına
bile sahip olamıyormuş.
Sanatçı,
bir kolektifin üyesiymiş. Bu kolektifin bir galerisi yokmuş; videolarının
çoğunu kendi kaynaklarıyla finanse ediyor (ya da doğru düzgün finanse
edemiyor), günün birinde yeni bir çalışma için para bulunacağı ümidine
sarılıyorlarmış. Üstelik, ürettikleri eserler kamuya açıkmış.
Birgün
sanatçı, henüz tanışmadığı, hoş bir küratörden nazik bir mektup almış. Kadın
mektubunda onu bir sergide videosunu göstermeye davet ediyormuş. Videonun
serginin genel teması için ne kadar elzem olduğunu anlatmış. Hatta sanatçıdan,
videoya eşlik edecek yeni bir çalışma daha yapmasını bile rica etmiş.
Bu daveti
görünce sanatçının etekleri zil çalmış. Hemen serginin temasıyla ilgili
açıklamayı okumuş ve kullanılan ifadeler, yer verilen fikirler karşısında çok
heyecanlanmış. Bitmemiş bir proje olarak modernliğin özgürleştirici yönü...
Devrimci düşüncenin, sosyalizmin, komünizmin günümüzde taşıdığı özgürleştirici
imkânlar... Toplumun dönüşümünde sanatın rolü... Bu minvalde devam ediyormuş
açıklamalar.
Sanatçı,
bu meseleleri dert edinen küratörlerin ve sanat mekânlarının var olması ne
müthiş, diye düşünmüş. Davet edildiği serginin açılacağı mekânın ismine bakmış:
Bükreş’teki Pavilion UniCredit. Bu mekân, en radikal (hatta devrimci)
çalışmaları, dünya çapındaki solcu ve toplumcu sanatçıları desteklemesiyle ünlüymüş.
Sanatçı,
UniCredit bankasının Romanya şubesini Google’da taratmış ve Avrupa’daki en
güçlü bankalar arasında bulunan kurumun toplumsal sorumluluk projeleriyle ve
kültüre verdiği destekle de övündüğünü görmüş:
UniCredit
Grubu’nu oluşturmak üzere güçlerini birleştiren bankalar, bulundukları
ülkelerde kültürü ve yerel sanat faaliyetlerini desteklemek konusunda uzun bir
geleneğe sahiptir. UniCredit’in geniş sanat koleksiyonu ve UniCredit & Art
Project bünyesindeki onlarcainisiyatif
bu katılımın kanıtıdır.
Bulunduğumuz
yerlerde yaşayan yerel topluluklarla yakınlık kurarak, kültürel gelişimlerine
katkıda bulunan her türlü girişimi destekleyerek, onlarla aramızda güçlü bir
bağ oluşturmaya çalışıyoruz. Müzik, edebiyat, film ve plastik sanat projelerine
destek vererek kültürel çeşitliliği teşvik ediyoruz.
Sanatçımız
pürist değilmiş. UniCredit’in bu kadar güzel bir politikası olduğuna göre
sanatçılara ve kültürel inisiyatiflere de saygı duyuyordur, diye düşünmüş –
özellikle sponsoru olduğu sanat mekânının kapısında ismi geçiyorsa. Peki
sanatçılara saygısını nasıl gösterecek? Tabii ki eserlerine doğru düzgün bütçe
ayırarak, konuk küratörlere ve projelerinde yer alan herkese insan gibi çalışma
koşulları sağlayarak.
Sanatçı
bütün bunlar üzerine düşündükten sonra Pavilion UniCredit’teki sergi davetine
icabet etmeye karar vermiş. Küratöre yazdığı mektupta, kibarca, eseri için ve
üyesi olduğu kolektifin video gösterimi için ücret ödenip ödenmeyeceğini
sormuş.
Küratör
sanatçıya epey ayrıntılı bir mektup yazmış. Sanatçılara ücret ödemek için para
yokmuş: Bütün para yeni bir duvarın inşaatına, pencerelerin karartılmasına vs.
gitmiş. Başka hiçbir şey için para kalmamış, ama yine de mekân harikaymış falan
filan...
Sanatçı bu
cevaba pek de şaşırmamış. Ama sınıf bilinci yüksek olduğu için, sanatçıların ve
diğer yaratıcı ve entelektüel işçilerin yeni bir tür proletarya olarak sömürüye
maruz kaldıklarını da gördüğü için, bu bildik hikâyeye rıza göstermeye devam
etmenin sorumsuzluk olduğunu düşünmekten kendini alamamış.
Bunun
üzerine sanatçı, küratöre yazdığı cevapta, projeye katılan (düzenleyenler de
dahil) herkesin, zengin kurumsal sponsorlardan alınan mali destek konusunu
gündeme getirmelerinin anlamlı olabileceği fikrini ortaya atmış. Kurumları,
kulağa hoş gelen toplumsal sorumluluk kavramının içini doldurup, sanatçı
çalışanlarla –yani meslektaşlarıyla– ilgili sorumluluklarını üstlenmeye davet
etmek iyi bir fikir olabilir, diye yazmış. Şu bildik, eski ekol kurumsal
eleştiri tarzında bir tartışmanın önünü açmakmış tek istediği. Yoksa skandal
peşinde filan değilmiş, insanları biraz durup düşümeye davet etmekten başka
derdi yokmuş.
Ayrıca,
küratörün sergilenmesini istediği video Brecht’le ve diyalektikle ilgili
olduğundan, sanatçı bu meseleyi halihazırdaki çalışma koşulları çerçevesinde
gündeme getirmenin ve böylece bazı şeylerin değişebileceğini kanıtlamanın çok
yerinde olacağını düşünmüş. Sergi için hazırlaması istenen ek çalışmanın da
aynı şekilde bu sorunlara değinmesi gerektiğine inanıyormuş.
Konuk
küratör bu fikri çok tutmuş. Zaten bunda ne terslik olabilir ki, diye yazmış.
Pavilion UniCredit gibi radikal mekânlar böyle zorlu konulara bayılırlarmış.
Sanatsal emeğin kırılgan koşulları hakkında bir tartışma düzenlemek bile mümkün
olabilirmiş. Sonra UniCredit’in desteğiyle, onlarca parlak güvencesiz çalışanın
yaptıkları iş karşılığında ücret almamaları üzerine kafa yordukları radikal bir
gazete çıkarılabilirmiş. Elbette bütün bu işleri ücretsiz yapacaklarmış (veya,
en azından, sanat dünyasında “huzur hakkı” diye bilinen yemek fişlerinden
verilebilirmiş). Aslında çok az masraf çıkaracak, şirketlerin en sıradan akşam
yemeklerinin faturası yanında devede kulak kalacak bu önemli tartışmayı finanse
etmeye para yokmuş.
Sanatçının
küratörle yazışmaları bu minvalde, gayet iyi gidiyormuş – ta ki sanatçının
önerileri Pavilion UniCredit’tekilerin kulağına gidene kadar. Sanatçıyı
(küratör vasıtasıyla) bilgilendirerek, yönetim kurullarının kuruma yönelik
içerden hiçbir saldırıya (sanat eseri biçiminde bile olsa) izin vermeyeceğini
bildirmişler. Ve o noktada konu kapanmış: Sanatçının, sözde serginin teması
için elzem olan eseri, bir kalemde ve hiçbir tartışma olmaksızın sergiden
çıkarılmış. (Sergiye alınmayan esere şuradan ulaşılabilir:
http://vimeo.com/6879250)
Neden?
Pavilion UniCredit yöneticileri her türlü temasa son verdikleri ve gerçek bir
tartışma imkânının yolunu kapattıkları için, sanatçı nedenler konusunda sadece
tahmin yürütebilirmiş. Acaba sebep, sanatçının olay çıkarmaya çalışan şöhret
delisi bir egomanyak olması mıymış? Yoksa sanatçıların üretimle ilgili herhangi
bir meseleyi gündeme getirmeleri yasak mıymış? Yoksa sebep, sanatçının
kayıtdışı sponsorluk ekonomisini ufaktan teşhir etmeye kalkması mıymış?
*
Bu
hikâyeden çıkarılacak ders nedir?
Bunun çok
tekil, kişisel deneyim ve duyguların damgasını taşıyan, genele yayılamayacak
bir hikâye olduğu söylenebilir. Bu, bir dereceye kadar doğrudur. Fakat sanatçı,
bu tür olayların kamuya açıklanması gerektiğine inanıyor. Şayet bugün ortada
açıkça telaffuz edilmeyen bir durum varsa, o da sanatçıların çenelerini kapalı
tutup neyin yapılacağı ve neyin tartışılacağı konusundaki kararı kurumlara
bırakmasını gerektiriyorsa, bu yanlıştır. Sanatta, kültürde ve düşüncede
radikalizm, parayı ve gücü arkasına almış kurumların mülkiyetinde olmamalı.
Kısacası
kurumlar, kibirleri ve acizlikleriyle, sanatçıları suistimal etmekte serbest
olmamalılar. Davranışlarının sonuçlarıyla yüzleşmeliler – Avrupa’nın en yoksul
ülkesinde bulunup, arkalarına en zengin şirketlerin desteğini aldıkları zaman
bile.
A
journalist in the southern province of Adana is facing two years of
imprisonment after a prosecutor filed a criminal case against her for insulting
President Recep Tayyip Erdoğan on Facebook, the Doğan news agency reported on
Wednesday.
Mine
Bekiroğlu, a 28-year-old journalist who works for a local newspaper, was
detained by the Adana Police Department Cyber Crimes Unit on Feb. 15, 2014,
over claims that she insulted then-Prime Minister Erdoğan on Facebook.
Bekiroğlu's personal computer was seized for examination and she was released
pending trial after interrogation.
The
prosecutor of the case prepared an indictment against Bekiroğlu, seeking a
prison sentence of between one and two years. The Adana 6th Criminal Court of
Peace recently accepted the indictment. Bekiroğlu, who says her Facebook posts
about Erdoğan did not include an insult but only comments and criticism, is
expected to appear before the court soon.
Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi’ne Avrupa genelinde yapılan 2014 başvuruları açıklandı.
Bilançoya göre Türkiye 2013’te olduğu gibi 2014 yılında da AİHM önünde ifade
özgürlüğü ihlali nedeniyle hakkında en fazla karar açıklanan ülke oldu.
Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) 2014 bilançosu Strasbourg’da açıklandı. AİHM
gündemindeki dava başvurusu bakımından 2013 yılını 5’inci sırada tamamlayan
Türkiye, 2014 yılında Ukrayna, İtalya ve Rusya’nın ardından 4’üncü sırada yer
aldı. İfade özgürlüğü alanında AİHM sicili negatif olan Türkiye, medya
özgürlüğü alanında da üyesi olduğu Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi (AKPM)
tarafından alınan bir kararda eleştirildi.
DW
Türkçe’de yer alan habere göre, AİHM gündeminde bugün hakkında en fazla dava
başvurusu bulunan ülkeler, sırasıyla Ukrayna (13 bin 650), İtalya (10 bin 100),
Rusya (10 bin), Türkiye (9 bin 500), Romanya (3 bin 400), Sırbistan (2 bin
500), Gürcistan (2 bin 300), Macaristan (bin 850), Polonya (bin 800), Slovenya
(bin 700), diğerleri (13 bin 100). AİHM gündeminde İngiltere’den bin 243,
Fransa’dan 490, Almanya’dan ise sadece 335 dava başvurusu bulunuyor.
Başvuru
sayıları
Dava
başvurusu sayısı ülkelerin nüfusu dikkate alınarak hesaplandığında ise bambaşka
bir tablo ortaya çıkıyor. Bu hesaplamada, Sırbistan 10 bin kişiye 3,9 başvuru
ile ilk sırada geliyor. Bu ülkeyi Lihtenştayn (3,24), Ukrayna (3,14), Moldova
(3,11), Hırvatistan (2,58), Karadağ (2,53) ve Macaristan (2,43) izliyor. Bu
hesaplama yöntemine göre Avrupa genelinde 10 bin kişiye 0,68 dava başvurusu
düşüyor. Rusya (0,62) ve Türkiye (0,21) ortalamanın altında yer alıyorlar. Bu
alanda haklarında en az başvuru olan ülkeler sırasıyla İngiltere (0,11).
101
kararın 94’ü ihlal
AİHM 2014
yılında toplam 896 karar açıkladı. Hakkında en fazla karar açıklanan ülkelerin
başında Rusya (129), Türkiye (101), Romanya (87), Yunanistan (54), Macaristan
(50), İtalya (44) ve Ukrayna (40) geliyor. AİHM’nin 2014 yılında Türkiye
hakkında açıkladığı 101 kararın 94’ünde Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin
(AİHS) en az bir maddesinin ihlal edildiğine hükmedildi. Türkiye hakkındaki
ihlal kararlarının 45’i AİHS’nin özgürlük ve güvenlik hakkıyla ilgili 5’inci
maddesi oluşturuyor. Türkiye hakkında açıklanan kararlardan 44’ünde ise
AİHS’nin adil yargılanmayla ilgili 6’ıncı maddesinin ihlal edildiği belirtildi.
Adil yargılanmayla ilgili ihlal kararların 11’i yargı sürelerinin uzunluğundan
kaynaklanıyor.
İfade
özgürlüğü davalarında rekor
Türkiye
2013’te olduğu gibi 2014 yılında da AİHM önünde ifade özgürlüğü ihlali
nedeniyle hakkında en fazla karar açıklanan ülke oldu. AİHM 2013 yılında
Türkiye’nin 9 değişik davada vatandaşlarının ifade özgürlüğünü ihlal ettiğine
hükmetmişti. Bu rakam 2014 yılında 24’e yükseldi. AİHM geçen yıl 47 Avrupa
ülkesinde ifade özgürlüğünün ihlali konusunda toplam 47 karar açıkladı. Bir
diğer deyişle AİHM önündeki toplam ifade özgürlüğü ihlallerinin yüzde 50’sinden
fazlası Türkiye'den gelen davalardan kaynaklanıyor.
AKPM’den
medya özgürlüğü eleştirisi
Öte
yandan, Avrupa Konseyi Paralamenter Meclisi (AKPM) de “Avrupa'da Medya
Özgürlüğünün Korunması” başlıklı bir karar tasarısını ezici oy çoğunluğuyla
kabul etti. Avrupa genelinde medya özgürlüğü ve gazetecilerin güvenlik
koşullarının kötüleştiğine işaret edilen kararda, bu alanda “en kaygı verici”
ülkelerin Ukrayna, Rusya, Azerbaycan ve Türkiye olduğu not edildi.
Küçük
Zapatista Okulu’nun; hâlihazırdakinin ve gelmekte olanın, bir öncesi ve bir
sonrası olacak. Etkisi yıllar içinde hissedilen ancak aşağıdakilerin hayatını
on yıllar boyunca şekillendiren yavaş, derinlemesine bir etki olarak belirecek.
Tecrübe etmiş olduğumuz, topluluğun eğitsel özne olarak huzura çıktığı
kurumsal-olmayan bir eğitimdi. Yüz yüze kendini eğitme; şairin sözleriyle, ruhu
ve bedenle öğrenmeydi.[1]
Mesele
campesino kültüründen ilhamını alan “pedagojisizlik”tir: En iyi tohumları
seçmek, toprağı bunlarla bellemek ve yeryüzünü sulamak, böylece ne mutlak ne de
planlanabilir olan filizlenme mucizesini ortaya çıkarmak.
Binden
fazla öğrencinin özerk (otonom) topluluklara katılmasının yolu olan Küçük
Zapatista Okulu, sınıfların ya da tahtaların, öğretmenlerin ya da
profesörlerin, müfredatın ya da sınıf geçmenin olmadığı farklı bir öğrenme ve
öğretme yoluydu. Gerçek öğretim, önceki iktidar ve bilgiye sahip bir eğitici
ile bilinç aşılanması gereken cahil öğrenciler ikiliğini aşarak, bir özne
çoğulluğu arasında arkadaşlık (hermanamiento) ikliminin yaratılmasıyla başlar.
Ben, pek
çok çıraklık arasında, birkaç satırda özetlemek mümkün olmasa da, muhtemelen
kıtanın güneyinin içinden geçtiği konjonktürün de etkisiyle, beş tanesine vurgu
yapmak istiyorum.
Bunlardan
ilki, Zapatistaların, isyan eden halkı bölmek, asimile etmek ve teslim almak
için yukarıdan dayatılan bir yol olan toplumsal kontr-gerilla politikalarını
boşa çıkarmasıdır. Her bir Zapatista topluluğunun yanında, ruhsatnamelerini
nakit alan ve toprakta güç bela çalışan, kötü hükümete bağlı beton blok evler
bulunmaktadır. Binlerce aile, hemen her yerde yaygın olduğu biçimde, boyun
eğmiş ve yukarıdan gelen rüşvetleri kabul etmiştir. Fakat dikkate değer ve
istisnai olan şey, diğer binlerce ailenin hiçbir şey kabul etmeksizin
yaşamlarına devam etmeleridir.
Latin
Amerika’nın tamamında, toplumsal politikaları etkisiz kılabilen bir başka
süreçten haberdar değilim. Militan metanetler siyasal berraklıkları ve bitmek
tükenmek bilmeyen feda kapasitesine ulaşan Zapatismo’nun temel erdemi de budur.
İşte ilk ders: Toplumsal politikaların üstesinden gelmek mümkündür.
İkinci
ders ise özerklik: Yıllar önce çeşitli hareketlerden özerklik hakkında pek çok
şey dinledik; kuşkusuz bunlar oldukça değerli şeylerdi. Morelia
Salyangozu’nu[2] oluşturan özerk belediyeler ve topluluklar içinde, özerk bir
ekonominin, sağlığın, eğitimin ve iktidarın; bir diğer deyişle hayatın her
alanını içeren bileşik bir özerkliğin inşa edildiğine tanıklık ettim. Diğer
dört Salyangoz’da da aynı şeyin başarıldığı konusunda en ufak bir şüphem yok.
Ekonomiye
ya da maddi hayata ilişkin birkaç kelam edeyim: Topluluklara mensup aileler,
kapitalist ekonomiye “temas etmiyorlar”. Piyasayı zor da olsa hayatlarına
sokmuyorlar. İyi oranda protein de içeren kendi yiyeceklerini kendileri
üretiyorlar. Üretmedikleri (tuz, yağ, sabun, şeker gibi) şeyleri ise Zapatista
dükkânlarından satın alıyorlar. Kahve satışına ya da büyük baş hayvanlara
dayanan aile ve topluluk ihtiyaç fazlalarını kendilerinde tutuyorlar. Sağlık ya
da mücadele için lazım olduğundaysa satış yapıyorlar.
Eğitim ve
sağlıkta özerklik, topluluğun denetiminde. Topluluk, kendi çocuklarına eğitim
ve sağlık hizmeti verecek olanları kendisi seçiyor. Her topluluğun bir okulu
var, bu okul, ebeler, kırık çıkıkçılar ve şifalı bitkilerde uzmanlaşmış
kişilerin bir arada çalıştığı yer de oluyor. Topluluk, diğer yetkilileri olduğu
gibi bu kişileri de finanse ediyor.
Üçüncü
ders kolektif çalışmaya ilişkin. Votán’ın da söylediği gibi: “Kolektif çalışma
sürecin itici gücüdür”. Toplulukların, yeni bir dünya yaratmanın kaçınılmaz ilk
adımı olan mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi sayesinde kendi toprakları
vardır. Erkekler ve kadınlar kendi kolektif işlerine ve alanlarına sahiptir.
Kolektif
çalışma, meyveleri belediyeleri ve iyi hükümet komitelerinin güçlendirecek biçimde
çoğunlukla hastanelere, kliniklere, ilk ve orta eğitime yayılan otonominin
tutkallarından da biridir. Erkeklerin, kadınların, çocukların ve yaşlıların
kolektif çalışması olmaksızın bunca şeyin inşa edilmesi de mümkün olamazdı.
Dördüncü
ders/soru, Zapatista “toplumu”nun tamamına nüfuz etmiş ve kökünü aile
ilişkilerinden alan yeni siyasi kültürdür. Erkekler, kadınların üzerine düşmeye
devam eden ev içi işlerde işbirliği yaparlar; kadınlar yetkili sıfatıyla
topluluk dışında çalışmak durumunda kaldığında çocuklarına bakaralr. Baba-oğul
ilişkileri, genel bir uyum ve keyif dâhilinde sevecen ve saygılıdır. Hanelerde
tek bir şiddet ya da saldırganlık işaretine bile rastlamadım.
Zapatistaların
çok büyük çoğunluğu genç ya da çok gençtir ve erkeklerle kadınların sayısı
neredeyse aynıdır. Devrim bu çok genç kesim olmaksızın yapamaz ve bu konuda
herhangi bir tartışmaya gerek yok. Bunlar, itaat ederek yönetenlerdir ve bu
söylediğimiz laftan ibaret değildir. Bunlar, yeni siyasi kültürün
anahtarlarından bir diğeri olan vücudu oluştururlar.
Beşinci
nokta ise “ayna”ya dair. Topluluklar ikili aynalardır: İçinde kendimize
bakabileceğimiz ve onları görebileceğimiz. Ancak kendimizi onları görürken
görebileceğimiz ayna, biri ya da diğeri değil, ikisi birdendir. Bu geliş gidişte,
aynı çatı altında, aynı koşullarda birlikte çalışmayı, uyumayı, aynı tuvaleti
kullanmayı, aynı çamura basmayı ve aynı yağmurda ıslanmayı öğreniyoruz.
Devrimci
bir hareketin bu türden bir deneyimi hayata geçirmesi bir ilk. Şu ana kadar
devrimciler arasındaki anlayış, yukarısı ve aşağının birbirinden ayrılarak
dondurulduğu bir biçimde akademinin entelektüel modellerini yeniden üretmekten
başka bir şey yapmadı. Buradaki ise farklı bir şey. Tenimiz ve duyularımızla
öğreniyoruz.
Nihayet
ortada çalışmanın yöntemi ya da biçimine ilişkin bir soru duruyor. EZLN,
plantasyon sahipleri tarafından dayatılan dikey ve şiddete dayalı ilişkileri
temsil eden bir yoğunluğa sahip olan taşrada doğdu. Sistem karşıtı hareketlerin
örgütlenme tarzını geliştirerek ailelerle tek tek ve gizli biçimde çalışmayı
öğrendiler. Dünya her geçen gün daha fazla bir toplama kampını andırırken,
Zapatistaların yöntemleri, yeni bir dünya yaratmaya uğraşan bizler için oldukça
faydalı olabilir.
[UpsideDown
World’deki İngilizcesinden Sendika.Org tarafından çevrildi]
[1] Raúl
Zibechi’nin yazısının orijinali İspanyolca olarak La Jornada’da yayınlanmıştır.
İngilizceye Chiapas Destek Komitesi tarafından çevrilmiştir.
[2]
Salyangoz İspanyolca’da “caracol” kelimesiyle karşılanır. Caracol/Salyangozlar,
Meksika yerli kültüründe “kalbe ve bilgiye açılan yolu, kalbin ve aklın dünyayı
sırtlanmasını” temsil eden bu kavram aynı zamanda Meksika yerlilerinin “hayat”
anlamında kullandıkları ilk kelime olma özelliğini de taşıyor. Salyangozun
kabuğunun sarmallığı, helezonik yapısı ise Zapatistaların eylemlilik biçimine
işaret ediyor: dönen, genişleyen ve yayılan fakat asla fasit daireler şekline
bürünüp kendi içine hapsolmayan, dâhili ya da harici sınırları olmayan ve
sürekli evirilen bir eylemlilik biçimine. Bugün 27 Otonom İsyankâr Zapatista
Topluluğu 5 ayrı Salyangoz’da örgütlenmiş durumda.
Almost three
decades ago, a teenager, after noticing the deaths of a large number of
reptiles due to a lack of a tree cover, started planting Bamboo in an area that
had been washed away by floods. Today, that same land hosts 1,360 acres of
Jungle called Molai Forest, named after Jadav “Molai” Payeng, the man who made
this possible single handedly!
That
forest is now home to Bengal tigers, Indian rhinoceros, over 100 deer and
rabbits besides apes and several varieties of birds, including a large number
of vultures. There are several thousand trees. Bamboo covers an area of over
300 hectares. A herd of around 100 elephants regularly visits the forest every
year and generally stays for around six months. They have given birth to 10
calves in the forest in recent years. (Source)
Picture courtesy- Bijit Dutta (Wikimedia Commons)
“The
education system should be like this, every kid should be asked to plant two
trees,” Payeng says.
He was 16
when the flood hit Assam, and Payeng observed that the flow of migratory birds
was gradually declining to the forest areas and wetlands near his home and
snakes were disappearing in large numbers. This disturbed him.
“I asked
my elders, what would they do if all of us die one day, like these snakes. They
just laughed and smirked but I knew I had to make the planet greener,” he says.
His
village elders told him that with decline in forest cover and deforestation,
animals lost their homes. The solution was to build new homes or forests for
the animals, they said. (Source)
He alerted
the forest department but they asked him to plant trees himself (which he
actually did). He located a riverine island, on the banks of River Brahmaputra,
and began to plant the saplings. Payeng visited the island and planted a few
saplings every day for three decades.
Watering
the growing area of plants posed a problem. He could not draw water from the
river and water all the growing plants, as the area proved to be vast for one
man.
He built a
bamboo platform on the top of each sapling and placed earthen pots with small
holes in them. The water would gradually drip on the plants below and water
them through the week until the pots were drained of water. (Source)
Next year,
in 1980, he started working with the social forestry division of Golaghat
district when they launched a scheme of tree plantation on 200 hectares at
Aruna Chapori situated at a distance of 5 km from Kokilamukh in Jorhat
district.
Payeng was
one of the labourers who worked in that 5-year-long project. He chose to stay
back after the completion of the project even after other workers left. He
looked after the plants and continued to plant more trees on his own, in an
effort to transform the area into a forest.
Payeng
belongs to a tribe called “Mishing” in Assam, India. He lives in a small hut in
the forest with his wife, and his 3 children. He has cattle and buffalo on his
farm and sells the milk for his livelihood, which is his only source of income.
“My
friends have become engineers and are living in the city. I have sacrificed
everything and this Jungle is my home now. The recognition and awards that I
have received is my wealth and that makes me the happiest man in the world,”
Payeng says.
Payeng was
honoured at a public function arranged by the School of Environmental Sciences,
Jawaharlal Nehru University on 22nd April, 2012 for his remarkable achievement.
JNU
vice-chancellor Sudhir Kumar Sopory
named Jadav Payeng as “Forest Man of India”. In the month of October
2013, he was honoured at the Indian Institute of Forest Management during their
annual event ‘Coalescence’. (Source)
Isn’t it
amazing to see the willpower of this man who fought alone and won the battle
single-handedly? Where we don’t hesitate to cut trees for our luxuries, he has
sacrificed all the worldly pleasures to save the environment and the
eco-system. The country needs more such superheroes who are trying to make the
Earth a better place to live for one and all.
About the Author: Born
with a hobby to travel, talk, express and write, Shreya gets to do all of that
and is even paid for it! Interested in rural development and social issues, she
dreams of actually bringing a change in society and writing a book of her own
one day. When she is not preaching others about a better India she is busy
watching movies and playing video games.