Walter
Benjamin'e
Can sıkıntısı
kapıyı çaldığında insan nereye kaçar? Kendi gövdesine mi kaçmalıdır yoksa
başkalarının gövdesine mi? Ya da kurutulmuş dünyanın etine mi? Belki de ölü
bedenlerin ve ruhsuz dünyanın da ötesinde bir yabancı gerektir insana. Hem
bizden geride olmalı bu yabancı, hem de şimdide ve bizden ötede. Kimdir ya da
nedir bu yabancı? Bir kimse, ya da bir nesne midir?
İnsan;
tüketen, üreten ve aynı zamanda yaratan bir varlık. Kendi gölgesini ilk gördüğü
andan beri yabancı olana karşı ilgi duyar insan. Gölgesi kendisine yabancıdır
çünkü! Dünya ile insan arasındaki kopuşun aynasıdır gölge. İşte böylesi bir
aynadan yansır yaratmanın gerekliliği. Gölgesini gören insan ne kendini görür
ne de dünyayı. Gördüğü şey bir irkilmedir sadece. Dünya ile arasındaki
uçurumdur, bir boşluk; evsiz barksızlıktır, ait olamamak ve sahip olmanın
yalanıdır! Nasıl aşılacak bu uçurum? Ya da bu mümkün müdür? Gölge bir yanılsama
mıdır? Platon, gölgeyi; var olanın ideaların bir yansıması olduğunu göstermek
için kullanmıştı. Hakikat ideaların bilgisiydi ona göre, oysa dünya sadece bir
gölge! Ve böylece temsil (Sanat) yalana ve gölgeye hizmet ettiği için
dışlanıyordu Platon tarafından. Gölgeyi yalanlamak; dünyayı, yaşamı, bedeni ve
çelişkileri de görmezden gelmenin yolunu açmıştı bir kere. Artık yaşam,
bilginin zorbalığı altında bir dizgeye dönüştürülmüştü büyük sistemciler
tarafından. Ne tuhaftır ki gölgeyi yalanlayanlar bilginin gölgesinde kayboldular!
Oysa gölge, bir yalanın kanıtı değil, mümkün olmayan bir özdeşleyim’in
(Einfühlung) ifadesidir. Platon’un belirttiği gibi hakikati gizleyen bir oyun
değil, tam aksine yaratmaya çağıran bir izdüşümdür. Kısacası insan, yaratan bir
varlıktır ve gücünü gölgesinden alır! İnsanın dünya ile arasındaki uçurum,
gölgenin verdiği tedirginlik, ancak yaratarak aşılabilir. Daha doğrusu bu durum
aşılabilecek bir “durum” değildir. Dünya ile olan bu ayrım, hareketi ve yaşamı
sağlayan “ontolojik bir durum”, insan olmanın şartıdır.
*
Varlık bir
bütündür. İnsan da dahil olmak üzere tüm var olanlar bu bütünün parçalarıdır.
Ne yazık ki Batı felsefesinin Sokrates’ten bu yana geliştirdiği özne-nesne
düalizmi, Varlığı parçalamanın ve onu öznenin nesnesi kılmanın yolunu açmıştır.
Nesneye yabancılaşan özne, böylelikle aklın gücü ile kendini her şeyin ölçüsü
ilan edecektir. Akıl soyutlayan bir güç olarak egemenliğini ve nesneye karşı
özerkliğini ilan ettikten sonra yaşam bir sistem gibi okunmaya çalışılmış ve
bunun sonucu insana, yaşamdan geriye sadece onun ruhsuz gövdesi (Kapitalizm )
kalmıştır. İnsan bugün, Aklının kuruttuğu yaşam ağacından beslenmektedir. Ve
Büyük Anlatı’nın gölgesinde, yaşam ağacının üzerinde rüzgâr esmemektedir!
*
Kimilerince,
insan ile dünya arasındaki uçurumun ontolojik bir durum olduğundan söz ederken
aynı anda özne-nesne düalizmine karşı Varlık’ın bir bütün olduğunu iddia
etmenin bir çelişki gibi okunduğunu tahmin edebiliyorum. Oysa bu bir çelişki
değildir. İnsanın bilen bir varlık olarak var olan karşısında bir yabancılık
durumu sezgisi, ya da bir başka deyişle salt nesnelerden bir nesne olmaması;
Varlık’ın bir bütün, insanın da bu bütünün bir parçası olduğu bilgisiyle
çelişmez. Bu yabancılık durumu; özne’nin yaratılması için yeterli değildir ya
da öznenin nesne karşısında özerkliğini ilan edebilmesi için bir ortam
yaratmamalıdır. Aksine bilmenin yarattığı kaygıdan doğan yabancılık hissi;
özneyi var olan üzerinde egemenliğe ve ondan iyice kopmaya değil, onunla, Nietzsche’nin
de belirttiği gibi, yalan da olsa bir bütünleşme çabasına iter. İşte yaratma
dediğimiz eylem tam da bu büyük yalan’ın kendisidir! Yaşam –ki bize göre
yaratılması gereken bir eylemdir– öznenin kuru bilgisi altında çürümeye
bırakılmaktansa, onu yeşertecek olan yalanla tanışmalıdır. Akıl, kendini
beğenmişliğini terk edip yalanın büyüsü ile barışmalıdır. İşte tam da bunlardan
dolayı, Dünya ile karşılaşan bir insan için yaratmak bir gerekliliğe
dönüşebilir ki bu da Varlık’la bütünleşmenin ihtiyacından doğar. Yaratarak
insan, var olanlara karşı kendi bağımsızlığını ilan etmez. Tam aksine
yaratarak, kendinden ve şeyden geçer. Öznenin nesne üzerindeki tahakkümü
dağılır. Çünkü yaratmak, Akıl ile yetinmemektir! Özne-nesne düalizminin
reddedildiği bu kendinden ve şeyin tahakkümünden geçiş (öznenin özerkliği diğer
var olanları onun egemenliği altında bir nesneye dönüştürür ki emperyalist akıl
da böylesi bir özerk aklın ürünüdür) halinde insan, kendi varoluşunu Varlık’a
açar. Onunla yaratarak bütünleşir. Var olanla tam olarak bütünleşmek, bir tür
özdeşleyim mümkün değildir. Var olanla benim aramdaki bu kopuş ya da mesafe,
onunla bir yalan olduğunu bile bile bütünleşmeye çabalamam, yaratmamı sağlar ki
bu yaratma eylemi sayesinde Varlık ile bütünleşirim. Varlık sonsuzdur ve
yaratma eylemiyle insan, sonsuzun özgürleştirici bilgisinin deneyimini yaşar.
Varlıkla bütünleşmenin anlamı budur.
Theodore Géricault, 1818
Yaratmak, bir
bakıma öznenin kendini kaybedişidir ve Akıl’ın ondan bu kadar korkması doğaldır.
Çünkü yaratma eyleminde kendine yabancılaşan ve var olana yaklaşan ama yine de
ona dönüşmeyen bir öznenin ölümü durumu söz konusudur. Özne, yaratma eylemi
sırasında nesneye karşı olan özerkliğini kaybeder. Çünkü bu eylem sırasında
birey, kendisi ve var olan arasında bir gelgit durumu içerisinde, bir tür
göçebedir. Bu gelgitler sırasında yaşanan deneyimler, belki de özneden bir tür
kaçıştır. Özne’den kaçış! İşte bu bir anahtar kavram olabilir. Yaratmanın aynı
zamanda bir direnme türü olması tam da bu kaçış durumundan kaynaklı olabilir
mi? Varlıkla bütünleşme çabasıyken aynı zamanda ideolojiye karşı bir direnme
biçimi olarak yaratma! -Bu, ideolojilerin Varlığa yabancı olduğu anlamına da
gelebilir- Sanatın var olanla bütünleşmeye çabalarken özdeşleyimin mümkün
olmamasından dolayı bir temsil olmasından söz etmiştik. Sanatın direnen bir
varlık oluşu onun çelişen bir varlık oluşundan kaynaklıdır. Büyük anlatının
doğrularına karşı kökten bir yalanın kendisidir sanat. Sanatın temsil boyutu
onu ontolojik boyutta bir yalan (yalanlama) haline getirir ki bu sanatın
kökende bir direniş olduğunu gösterir. Özellikle Modern Sanat, cinayetin
işlendiği mekânda cinayet eyleminin kurgularını dağıtan, mekâna yabancılaşan
bir kutsal yalan! Çok şükür ki hâlâ cinayeti Tanrı’nın gözüyle görenler var!
*
Sanat yapıtı
ne onu yaratan sanatçının kendisidir ne de herhangi bir var olandır. Sanatçının
izdüşümü olsa bile bir varlığın izi o şeyin kendisi olabilir mi? Resmedilen bir
nesne de yapıtta salt kendi değildir ama bu onu sanatçının kendisi de yapmaz.
Nesne az da olsa kendindedir. Şöyle mi desek? Nesne, kendine yabancı bir
kendiliktedir. Aynı durum sanatçı için de geçerli. Sanki sanat yapıtı öznenin
ve şeyin dışında yabancı bir varlık. Ama ilginç olan şu ki; bu yabancı varlığı
kendi elleriyle yaratan ve ondan haz alan insanın kendisi! Kendinde olanı
dışlaştırdığı oranda haz duyan bir varlık insan. Kendini kendi dışına atan bir
varlık… Peki, ama neden? Salt toplumsal bir varlık oluşumuz bunu açıklayabilir
mi? Öyle gibi görünse de, değil. Tekrar başa dönelim. Sanat yapıtı (imge), ne
öznenin kendisi ne de nesnenin (var olanın) kendisidir. O hem öznenin kendisi
hem de ona yabancıdır. Özneden imgeye doğru bir kaçış. Bir tür göçebelik hali.
Aynı zamanda nesnenin kendisi de değildir yapıt. Nesneye ait olduğu kadar onun
dışındadır da. Çünkü öznenin yarattığı bir imgedir. Öznenin ve nesnenin dışında
üçüncü bir varlıktır o. İnsan kendini kendi dışına atar. Algılayan ile
algılanan arasındaki fark ancak ikisinin de dışında, üçüncü bir varlıkta aşılabilir.
İnsan, Varlıkla bütünleşebilmek için kendinin ve var olanın dışında bir yabancı
yaratır ve yine kendisini ve var olanı ona (yapıta) taşır. Benliğinin dışında
bir bendir artık.
*
İnsan
yaratmaya yazgılıdır! Sanat yapıtı ütopyada yok olacak bir varlık,
yaşayamadıklarımızın bir izdüşümü değildir sadece. O, dünya ile aramıza giren
zorunluluktur! Ne için bu zorunluluk? Dünyaya sürüngenler gibi yapışmamak
için... Yokülkede kaybolacak belki bu dünyaya yapışma hali. Ama o zaman
kaybolmayacak bir şey yine de vardır. İnsanın özgürlüğü toplumsal ilişkilere
bağlı olsa bile, insan; ontolojik olarak bu dünyaya muhtaç. Ama yine de içinde
olduğu dünyanın bilincinde bir varlık olarak insan, dünyaya yabancı. Yabancı
kelimesi abartılı gelebilir. Kısaca şöyle diyelim; insan soru soran bir varlık!
Bu bağlamda, soru sormak eyleminin kendisi metafizik bir durumdur. Aynı zamanda
bir şeyin bilincinde olmak için onun dışında olmak gerekir mi? Adorno'nun sanatın
özerkliğinde ve bunun ideolojik bir durum olduğu yönündeki ısrarını
hatırlayalım. Sanat ona göre devrimci bilincini dışarıda oluşu ile kazanıyordu
bir anlamda. Yaratma eylemi, var olana dışarıdan bakmayı gerektirir. Özne
nesneye dışarıdan bakar. Ama nesnenin de özneye bakışını unutmamak gereklidir!
Dünya sadece öznenin algısında yaratılan bir nesne değildir. Aynı zamanda özne
de dünya tarafından yaratılır. Bir ölüyü izleyen ben’in, bir sevgiliyi izleyen
ben ile aynı olamayacağı gibi. O halde dışarıdan bakış da pek mümkün değildir
tam anlamıyla. Beden akıldan, akıl da bedenden bağımsız olmadığına göre , akıla
ve bedene dışarıdan bakış ne kadar mümkündür? Belki de beden, kendini yapıta
taşıyarak içkin olduğu doğayı gözetleyen olur. Yapıt sayesinde sanatçının
bedeni, dışarıda bir göz edinir ve kendi bedeni de dahil olmak üzere bedenlere
ve dünyaya bakar. Yapıtın gözü artık sanatçının gözü değildir. Yapıt, bakılan
olduğu kadar izleyendir de. Yapıt özneye yabancılaşan bir beden kazanarak, tüm
bedenlerin deneyimine kendini açar. Gerçek bir yapıta bakan birey, aidiyet
duygusundan çok, göçebelik hissi yaşayabilir. Bu durum, yapıtın bütün
bedenlerin deneyimine açık olabilmesinden doğar. Sanat yapıtını algılayan, bir
anlamda bedenden bedene dolaşır ve bu göçebelik sayesinde birey, özneye karşı
bütünsel olanın deneyimini yaşar. Bütün bedenlere açık olan bir uzamda (sanat
yapıtı) dolaşarak, çoğul bedenleri duyumsar. Aynı zamanda, dışarıdan bakması
mümkün olmayan içkin beden için dışarıda yalan bir uzam yaratan varlıktır sanat
yapıtı. Beden, salt kendinden ibaret olmadığı hakikatiyle yapıtın dışarıdalığı
sayesinde karşılaşır. Dışarısı sadece sanat yapıtında mıdır? Bilincin dünya ile
çarpışması sonucu doğan bu metafizik gerilim sanırım sanat yapıtında orgazma
ulaşabilir. Yokülkede bile bu varoluşsal gerilim devam edecektir dünya ne kadar
adil bir yer olsa da. Çünkü, sorular hiçbir zaman tükenmeyecek. Biz nesneye
dışarıdan bakamayız belki ama bizim yerimize dışarıdan bakan yapıtın
kendisidir. Üçüncü bir göz gibi! Evet, dışarısı pek mümkün değildir; fakat
insan sanat yapıtında kendini kendi dışına atarak bir bakış yaratır. Önceden de
belirttiğimiz gibi insan, dünyayı sadece izleyen değil, aynı zamanda sanat
yapıtının dünyası tarafından izlenendir. O halde sanat yapıtı salt yapıt değil,
canlı ve yaşayan bir varlıktır. Aurasını iç içe geçen bedenlerden ve
yaşamlardan alır. Tarihin kaçamadığı bir uzam yaratır sanat yapıtı. Tarihin ve
zamanın durduğu aşkın bir uzamdır bu. Tarih, yargılanmak üzere taşlaşır.
Elimizden kaçıp giden, artık olmayan geçmiş anlar, zamanda sıçrayarak bize geri
döner. Bu dönüş, yapıtın potansiyeli oranında sonsuzdur. Benjamin’in belirttiği
gibi egemen tarihin akıntısında felakete sürüklenmemek için yapıt, bizlere
tarihin sürekliliğinin kısa süreli de olsa kırıldığı pencereler açar. O
pencerelerden içeri bakanlar, tarihi olmayanların gizli tarihi ile
karşılaşırlar. Gizli tarihi bizlere ve geleceğe taşıyan auradır. Tarihin ve
ideolojinin dışına taşabilmek, eş zamanlı bir şekilde içeride ve dışarıda
olabilmektir. Sanat yapıtının devrimci boyutu, tarihe boyun eğmeyen varlığından
doğar.
Theodore Géricault, 1818
İnsan, kendi
yarattığı bakışa muhtaçtır. Sanırım özgürlük dediğimiz o durum, kendimize ve
dünyaya hem dışarıdan hem de içeriden bakabilmek, yaratmaktır. İnsan kendine
içsel olduğu kadar kendinin dışındadır da. Realite olarak yaşamak istediğimiz
ya da gelecekte yaşayacağımız özgürlük de böylesi göçebe, dışarıdaki bir
varoluşa muhtaçtır. Peki, ama sanatın yokülkede bile olabilirliğinden söz
etmiştik. Eğer sanat eseri varsa, o yine bir uygarlığın nesnesi olmak zorunda
değil midir? Sanat yapıtı kendi özgür bakışlarımız ile dünyayı izleyen bir
dışarıdan bakış ise, özgür toplumda bu dışarıda oluşa ne gerek vardır?
Çelişkili gibi görünebilir fakat ben bu bakışa, yani yapıta muhtaç olduğumuzu
yine de düşünüyorum. İnsan gün gelir tarihin peşinden koşmak yerine, tarihi
yıkabilir, geçmişteki ölülerini bile özgürleştirebilir ama dünya ile benim aramdaki
mesafeyi, gölgemi hiçbir ütopya doyuramaz. Sanat yapıtı; zorunluluktur, Aura
aşkınlıktır; öyle ki yokülke bile bu aşkınlığa muhtaçtır. Aşkın bir bakışın
olmadığı bir zamanda ütopya bile nefes alamaz! Yaşamın kendisi bir İz'dir ve
şarap üzümden değil, üzüm şaraptan yapılmıştır! Ütopya'yı mümkün kılan
dışarıdaki Auradır ve ancak dışarısı mümkünse yaşam nefes alabilir…
*
Özgürlük,
salt bir sosyo-ekonomik sorun değil, aynı zamanda gölgelerimizi de
görebilmektir!
Giorgio
Morandi, 1956
No comments:
Post a Comment