Sevgi Soysal,
ilkgençliğimde dünyayla arama gerili; şefkatle harelenmiş bir zekâ, isyankâr
bir neşe, kül yutmaz bir duruştan dokunmuş bir tüldü. Tam da bombaların
saatinde. O en gürültülü demini yaşayan; öfkeli, üstü başı darmadağınık
Ankara’nın üstüne gerilivermiş bir tül.
Sevgi Nutku,
‘Tutkulu Perçem’di; Sevgi Sabuncu, ‘Tante Rosa’; Sevgi Soysal, ‘Yürümek’. Bu
isimleri birleştirebildiğimde, zaten kendime büyülü bir yazar bulmuştum.
Sonradan hep, belki de bir isim sahibi olmayı pek boğucu buluyordu; kendi
isminden kolay vazgeçebilecek kadar tenezzülsüzdü, dedim kendime. Dünya
karşısında kendini öyle okumuştu belki de. Sakar, muzip, hep acemi bir savaşçı
olarak. Tante Rosa, benim için de hep Sevgi Soysal’ın ta kendisi oldu. Sevgi
Soysal’ın kendini okuduğu hali. Benim yazarın yazısıyla ilişkilendiğim nokta.
‘Tante
Rosa’nın kimi eleştirmenlerce fazla yabancı, tercüme kokulu bulunmasının gerekçesi
Rosa’nın ve hikâyenin Alman olmasıydı. Bu o dönem, puro içmek gibi bir şeydi.
Ama asıl yabancı bulunan Sevgi’nin kendisiydi. Bir geleneğe sığınmadan bambaşka
bir sentaksa çalışıyordu. Tekinsiz bir duruşun hikâyesini anlatıyordu.
Patlamalı bir kahkahaydı, kurulu olana karşı. Nereden bakılsa gem vurulamayacak
bir özgürlük çabasını anlatıyordu. Genelgeçer dili bir türlü öğrenemeyen bir
kadının kendini hayata tercüme etmesinin hikâyesiydi. Gülünç ama kahramancaydı.
Kahramanı yenik ama muzafferdi. Son yolculuğunda, kompartımanında karşısına
dikiliveren gençliğiyle konuşmasını hiç unutmadım:
“Acımadan,
hoşgörü nedir bilmeden bakıyordu yeni Rosa:
-Senin bir
ağaç gibi, bir kedi gibi, bir kanarya gibi, bir koltuk gibi, bir kâğıt gibi,
bir perde gibi, bir giysi gibi, bir kalem gibi, bir şapka gibi, kuruyuverdiğin,
uyuzlaşıverdiğin, ötmeyiverdiğin, yırtılıverdiğin, yıkılıverdiğin,
eskiyiverdiğin, aşınıverdiğin, bitiverdiğin, uçuverdiğin, demektir bu. Ancak
bir ağaç kuruyuverir, bir ev yıkılıverir, bir makine duruverir, bir pabuç
aşınıverir, ansızın bu anlaşılıverir ve hiç önemli değildir bu. Öncesiz ve
sonrasız, bağlantısız ve belgesiz tükenivermek bir ağacın, bir evin, bir
pabucun hakkıdır. Bir insanın, bir insanın ama, bir Rosa’nın niçin eskidiğini
bilmem gerek, yeni Rosa’yı bunun üstüne kurmam gerek. Rosa, bir çocuk gibi
küskün, -Sen bir otomobil misin, bir
çamaşır makinası mısın, bir elektrik süpürgesi misin ki senden bir önceki
modelin bozukluklarından sıyrılmış olarak piyasaya sürülmek istiyorsun?”
Kendini ve
kimseyi sabitleyecek kadar ciddiye almadan; romanı, hikâyeyi, denemeyi deniyor,
olağanüstü bilge işi bir tevazuyla aramızda geziniyordu. Işık saçan güzelliğiyle
birkaç kez sokakta karşılaştığım Sevgi Soysal.
Sevgi Soysal,
‘Yenişehir’de Bir Öğle Vakti’ ve başeseri ‘Şafak’la romanda, cazibesi kırılganlığında
okunan bir serüven oluşturdu. Daha sonra yayımlanan ‘Barış Adlı Bir Çocuk’ta
kısa hikâyeyi büyük edebiyat yapan o güçlü zarafet vardı. Zarafetin büyüsü.
Onun edebiyatla ilişkisinde sözünü ettiğim bu çok zor varılır zarafetin,
yazarlığının anahtarı olduğuna inanırım.
Bir
yüzleşmeyi, bir kırılmayı, bir ufalanmayı, bir bırakıp gitmeyi anlatırken
yalnız edebiyatın diliyle halledilebilecek benzersiz bir incelik.
Sanki
dünyanın da çocukluğunu yaşadığı günlerdi. Sanki her şey belirsiz bir ufuk çizgisinin
berisinde ilk olarak tartışılıyordu. Sevgi Soysal, bir söyleşisinde, “Önceki
kuşağın yazdıklarına, özlerinden çok biçimlerinin cılızlığı açısından karşı
çıkmak istedik... Biçimlerin tekdüzeliği, anlatımlarında sadelik adına katlandıkları
sığlık, bütün gerçeklik çabalarına karşılık, yaşamayan bir örnek kişiler
yaratmaya götürüyordu kendilerini. Kişiyi yeniden ele alıp yeni baştan yaratmak
gerekiyordu bu durumda” der. Gerçekten de yazısında kişilerini bambaşka bir
gerilim hattına yerleştiriyor, sıradan olanda üreyen faşizmi anlatmaya
çalışıyordu.
Yakıcı bir
mizah duygusuna sahipti. ‘Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu’nda yarattığı 12 Mart
groteskinde de, benzersiz bir mizah kalesinin ardında, yaralanmayı ve kurban
olmayı reddeden bir varoluş biçimini yansıttı. ‘Politika’ gazetesini öncelikle
onun yazılarını okuyabilmek için aldığımı hatırlıyorum bir de. Daha sonra
‘Bakmak’ adı altında derleyeceği siyasi deneme yazıları, onun öldüğü yaşa
geldiğimde gazete yazarı olmaya kalkmamın belki en önemli nedenidir. O kısacık
yazılarda zekânın ve mizahın gücüyle, ‘İyi aile sağcıları’ndan, ‘Bamsibeyrek Milliyetçileri’nden,
Türk olmanın, erkek olmanın bütün uğursuz karşılıklarından dem vuruyor, kendi
kişisel serüveninin ışığı altında burada, bu dönemde yaşamanın bakışını
oluşturmaya çalışıyordu. Adaletten, vicdandan bahsediyor, kapıları zorluyordu.
Sevgi Soysal’ın 20 küsur yıl önce yazmış olduğu gazete yazıları olmasaydı ben
de gazete yazarı olmazdım, olamazdım, diyorum şimdi tarttığımda. Ben de kendimi,
hayatımızın bağrında kısacık bir süre ışıyıp serüveniyle gözlerimizi
kamaştırmış bu benzersiz kadının birçok mirasçısından biri olarak görüyorum.
YILDIRIM TÜRKER
No comments:
Post a Comment