Saturday 22 November 2014

İsyankâr neşe / Yıldırım Türker


Sevgi Soysal, ilkgençliğimde dünyayla arama gerili; şefkatle harelenmiş bir zekâ, isyankâr bir neşe, kül yutmaz bir duruştan dokunmuş bir tüldü. Tam da bombaların saatinde. O en gürültülü demini yaşayan; öfkeli, üstü başı darmadağınık Ankara’nın üstüne gerilivermiş bir tül.

Sevgi Nutku, ‘Tutkulu Perçem’di; Sevgi Sabuncu, ‘Tante Rosa’; Sevgi Soysal, ‘Yürümek’. Bu isimleri birleştirebildiğimde, zaten kendime büyülü bir yazar bulmuştum. Sonradan hep, belki de bir isim sahibi olmayı pek boğucu buluyordu; kendi isminden kolay vazgeçebilecek kadar tenezzülsüzdü, dedim kendime. Dünya karşısında kendini öyle okumuştu belki de. Sakar, muzip, hep acemi bir savaşçı olarak. Tante Rosa, benim için de hep Sevgi Soysal’ın ta kendisi oldu. Sevgi Soysal’ın kendini okuduğu hali. Benim yazarın yazısıyla ilişkilendiğim nokta.

‘Tante Rosa’nın kimi eleştirmenlerce fazla yabancı, tercüme kokulu bulunmasının gerekçesi Rosa’nın ve hikâyenin Alman olmasıydı. Bu o dönem, puro içmek gibi bir şeydi. Ama asıl yabancı bulunan Sevgi’nin kendisiydi. Bir geleneğe sığınmadan bambaşka bir sentaksa çalışıyordu. Tekinsiz bir duruşun hikâyesini anlatıyordu. Patlamalı bir kahkahaydı, kurulu olana karşı. Nereden bakılsa gem vurulamayacak bir özgürlük çabasını anlatıyordu. Genelgeçer dili bir türlü öğrenemeyen bir kadının kendini hayata tercüme etmesinin hikâyesiydi. Gülünç ama kahramancaydı. Kahramanı yenik ama muzafferdi. Son yolculuğunda, kompartımanında karşısına dikiliveren gençliğiyle konuşmasını hiç unutmadım:

“Acımadan, hoşgörü nedir bilmeden bakıyordu yeni Rosa:

-Senin bir ağaç gibi, bir kedi gibi, bir kanarya gibi, bir koltuk gibi, bir kâğıt gibi, bir perde gibi, bir giysi gibi, bir kalem gibi, bir şapka gibi, kuruyuverdiğin, uyuzlaşıverdiğin, ötmeyiverdiğin, yırtılıverdiğin, yıkılıverdiğin, eskiyiverdiğin, aşınıverdiğin, bitiverdiğin, uçuverdiğin, demektir bu. Ancak bir ağaç kuruyuverir, bir ev yıkılıverir, bir makine duruverir, bir pabuç aşınıverir, ansızın bu anlaşılıverir ve hiç önemli değildir bu. Öncesiz ve sonrasız, bağlantısız ve belgesiz tükenivermek bir ağacın, bir evin, bir pabucun hakkıdır. Bir insanın, bir insanın ama, bir Rosa’nın niçin eskidiğini bilmem gerek, yeni Rosa’yı bunun üstüne kurmam gerek. Rosa, bir çocuk gibi küskün,  -Sen bir otomobil misin, bir çamaşır makinası mısın, bir elektrik süpürgesi misin ki senden bir önceki modelin bozukluklarından sıyrılmış olarak piyasaya sürülmek istiyorsun?”

Kendini ve kimseyi sabitleyecek kadar ciddiye almadan; romanı, hikâyeyi, denemeyi deniyor, olağanüstü bilge işi bir tevazuyla aramızda geziniyordu. Işık saçan güzelliğiyle birkaç kez sokakta karşılaştığım Sevgi Soysal.
Sevgi Soysal, ‘Yenişehir’de Bir Öğle Vakti’ ve başeseri ‘Şafak’la romanda, cazibesi kırılganlığında okunan bir serüven oluşturdu. Daha sonra yayımlanan ‘Barış Adlı Bir Çocuk’ta kısa hikâyeyi büyük edebiyat yapan o güçlü zarafet vardı. Zarafetin büyüsü. Onun edebiyatla ilişkisinde sözünü ettiğim bu çok zor varılır zarafetin, yazarlığının anahtarı olduğuna inanırım.

Bir yüzleşmeyi, bir kırılmayı, bir ufalanmayı, bir bırakıp gitmeyi anlatırken yalnız edebiyatın diliyle halledilebilecek benzersiz bir incelik.

Sanki dünyanın da çocukluğunu yaşadığı günlerdi. Sanki her şey belirsiz bir ufuk çizgisinin berisinde ilk olarak tartışılıyordu. Sevgi Soysal, bir söyleşisinde, “Önceki kuşağın yazdıklarına, özlerinden çok biçimlerinin cılızlığı açısından karşı çıkmak istedik... Biçimlerin tekdüzeliği, anlatımlarında sadelik adına katlandıkları sığlık, bütün gerçeklik çabalarına karşılık, yaşamayan bir örnek kişiler yaratmaya götürüyordu kendilerini. Kişiyi yeniden ele alıp yeni baştan yaratmak gerekiyordu bu durumda” der. Gerçekten de yazısında kişilerini bambaşka bir gerilim hattına yerleştiriyor, sıradan olanda üreyen faşizmi anlatmaya çalışıyordu.

Yakıcı bir mizah duygusuna sahipti. ‘Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu’nda yarattığı 12 Mart groteskinde de, benzersiz bir mizah kalesinin ardında, yaralanmayı ve kurban olmayı reddeden bir varoluş biçimini yansıttı. ‘Politika’ gazetesini öncelikle onun yazılarını okuyabilmek için aldığımı hatırlıyorum bir de. Daha sonra ‘Bakmak’ adı altında derleyeceği siyasi deneme yazıları, onun öldüğü yaşa geldiğimde gazete yazarı olmaya kalkmamın belki en önemli nedenidir. O kısacık yazılarda zekânın ve mizahın gücüyle, ‘İyi aile sağcıları’ndan, ‘Bamsibeyrek Milliyetçileri’nden, Türk olmanın, erkek olmanın bütün uğursuz karşılıklarından dem vuruyor, kendi kişisel serüveninin ışığı altında burada, bu dönemde yaşamanın bakışını oluşturmaya çalışıyordu. Adaletten, vicdandan bahsediyor, kapıları zorluyordu. Sevgi Soysal’ın 20 küsur yıl önce yazmış olduğu gazete yazıları olmasaydı ben de gazete yazarı olmazdım, olamazdım, diyorum şimdi tarttığımda. Ben de kendimi, hayatımızın bağrında kısacık bir süre ışıyıp serüveniyle gözlerimizi kamaştırmış bu benzersiz kadının birçok mirasçısından biri olarak görüyorum.


YILDIRIM TÜRKER

No comments:

Post a Comment