İnsanlığın
tarihsel evrimi bir kurumsallaşma süreci olmuş aynı zamanda. Uygarlaşma
sürecinde insan hayvansı yanlarını törpülemiş, içgüdülerini akla tabi kılmış ve
varlık koşullarının devamlılığını güvence altına almak için kurumlara ihtiyaç duymuş.
Aile, devlet, okul, özel mülkiyet, hukuk ve dinsel kurumların gelişimi üretim
ilişkileriyle ve sınıfların oluşumuyla bağlantılı olsa da bu kurumlar
insanların "ortak" isteklerinin, ihtiyaçlarının ifadesi de olmuş.
Kurumlaşmaya karşı direnişler gösterilmiş elbette ama süreç bir tür
"sessiz" toplumsal onayla ilerlemeye devam etmiş. Akla şu soru
geliyor: İnsanlaşma, uygarlaşma sürecinin kurumları, dolayısıyla iktidarı
üretmesi kaçınılmaz mıydı? XIX. yüzyılın ideolojisi içinde bu soruya yanıt
vermek kolaydı. İktidar (devlet) ve diğer kurumlar üretim ilişkilerinin
gelişmesiyle birlikte hâkim sınıflarca oluşturulmuştu ve gelecekte sınıfların
ortadan kalkmasıyla birlikte iktidar da ortadan kalkacaktı. Ancak özellikle
yirminci yüzyılın ikinci yarısındaki gelişmeler toplumun büyük çoğunluğunun
iktidar kurumlarıyla bütünleştiğini, iktidarı gündelik ilişkilerinde yeniden
ürettiğini, hâkim sınıfların iktidarın tek sahibi olmadığını, halkın da
iktidarın onaylayıcısı, icracısı ve suç ortağı olduğunu ortaya koydu. Belki de
bu nedenle radikal eleştiri uç noktalara yöneliyor, sadece hâkim sınıfları
değil tüm insanlığı, uygarlığı, kültürü saldırı hedefi haline getiriyor;
deliliği, hayvanlığı, ilkelliği, içgüdüyü, dilsizliği, insansız doğayı,
bilinçaltını ön plana çıkarıyor.
Ahmet
Soysal Birlikte ve Başka adlı kitabında ihtiyaç, arzu ve dil düzenlerinin birer
iktidar yapılanması olan kurumlarla bağlantılı olduğunu belirtip ekliyor:
"Sanki bu üç boyut, kendiliklerinden iktidar üretmektedirler." (s.
19) Arzunun şekillendiği bir kurum olarak aile geliyor akla ve de medya.
İhtiyaçların düzenlendiği kurumlar arasında ise okul, ordu, polis, adalet,
hapishane, hastane, işyeri ve dinî kurumlar sayılabilir. Kurumlar ...değişen
ölçülerde, belirli işlevleri "devralırlar"... buna göre, aileye polis
demek, okula hapisane demek, vs. bir ölçüde olanaklıdır. Okul
"eğitir", ama aynı zamanda "kapatır" (hapisane'nin işlevi),
"denetler" (polis'in işlevi), "cezalandırır" (adalet'in
işlevi), bedeni ve aklı "sağlıklı kılmaya çalışır" (hastane'nin, akıl
hastanesinin işlevi)." (s. 41-42)
Kurumlar
ve üretim gibi dil de ihtiyaçlarını karşılaması gereken organik bedenin
zorunluluklarından biridir yazara göre: "...dil ve kurumsal
ayrılmazdırlar. Dil hemen kurumsal'ı gerektirir. Kurumsal'dan ayrılmış dil
yoktur. ...dil, öz bedenin anlatım'ı olarak ele alındığında hep iktidara
göndermektedir." (s. 35)
Yazara
göre özne toplumsal belirlenimin mutlak olarak dışında kalamaz ancak değişen
derecelerde görece dışarıda olabilir. "Kimse iktidarın dışında değildir,
iktidar kimsenin dışında değildir. Kurumsal kurallar ve benlik mekanizması
(belki benliği de değişik bir kurum olarak görmek gerekir- yine kuralları olan)
bu arzuyu bir ölçüde özümserler, saptarlar; arzu kodlanır, elbette (psikiyatri,
sonra psikanaliz de bu kodlamanın aşamaları arasında yer almaktadır)." (s.
39) Bununla birlikte öznenin toplumsal belirlenimi mutlaklaştırılamaz.
Toplumdaki davranışlar, emir sözleri benzer ya da aynı olabilir ama ruh
halleri, duyumsamalar ve duygular için aynı şey söylenemez. Bireyin iç dünyası
iktidarın kodlamakta başarısız kaldığı bir alanı sınırlı da olsa içinde
barındırır. Aynı şekilde güncel her söz kurumsal olanın denetimi altında
değildir. Bazı durumlarda -Antonin Artaud örneğinde olduğu gibi- bedensel
varoluş iktidara karşı savaşımın bir alanı haline gelir. "Artaud... Bir
iktidar saptayıcısı. Ve iktidar(lar)ın yok ettiği, ezdiği, köşeye kıstırdığı,
bedenden kaynaklanan somut yaratı güçlerinin bir saptayıcısı, bir programcısı,
bir politikacısı, bir deneyleyicisi. Sürekli bir savaşımın yazısı (bedende
duyulan bir savaşımı ileten yazı) "çılgın" diye içeriye kapatılan...
Aşırı bilinçten sayıklayan." (s. 53)
[...]
Toplumsal,
kamusal, makro düzeyde gerçekleşmesi mümkün olmayan kurumsuzluk ve
iktidarsızlık mikro alanlarda, gündelik özel hayatta, iç dünyalarımızda
gerçekleşebilir mi? Eğer gerçekleşebilirse bunun sosyal bir anlamı olur mu? Bir
taraftan iktidarın bireysel yaşam alanlarına nüfuz ettiğini söyleyebiliriz. Ama
eleştirel bilince sahip ya da anarşizan bir bünyeye, ruh haline sahip kişilerin
gündelik hayat düzeyinde iktidar ilişkilerini bozdukları, kırdıkları da bir
gerçek. Söz konusu olan, azınlık olanların konumu. Toplumsal politikada etkin
olmasalar bile zaman zaman varlıklarından haberdar oluyoruz. Bu azınlık içindeki
ilişkilerde de iktidarın ortadan kalkması kolay değil. Birbirlerini ve
çocuklarını seven evli bir çifte, aile denen bu iktidar kurumunu hemen
lağvetmelerini söyleyebilir miyiz? Psikoterapi sürecinde terapistin hasta
karşısında kurduğu otorite konumu sonuçta hastanın toplumsal ve içsel otoriteyi
anlamasına imkân sağlamıyor mu? Muhalefetimize imkân veren dil aynı zamanda bir
iktidar yapılanması değil mi? Anne, baba, çocuk, kardeş konumlarını kabul
ettiğimiz anda kurumsalın ve iktidarın temel dayanaklarından olan ensest
yasağını, ödipi kabullenmiş olmuyor muyuz? İleride devletle, otoriteyle,
Tanrı'yla özdeşleşecek olan baba imgesi çocukken, dış dünyanın şiddetinin bizi
yere yıkmakta olduğu bir sırada hiç yardımımıza koşmadı mı? İktidarın dışındaki
alan sadece özgürlüğün alanı değil, hiçliğin ve acının da kol gezdiği, insanı
ayakta tutacak dayanak ve referansların bulunmadığı bir alan. İktidar hâkim
sınıfların dışarıdan dayattığı yabancı bir güç değil sadece, acısıyla
sevinciyle tarih boyunca insan varlığına baskıcı ve "koruyucu"
yanlarıyla eşlik etmiş aynı zamanda. Bu belki de toplumun neden iktidarsız
varolamadığını açıklayan nedenlerden biri. Ama belki de aynı nedenle azınlık
olanların özlemleri halkın önemli bir bölümünün özlemleriyle buluşma şansına sahip,
yoksa nüfusun yarısını oluşturan kadınların "azınlık" olmaları nasıl
açıklanabilir?
Mutlak bir
iktidarsızlık eğilimini içeren intihar belki de iktidarla iktidarsızlık
arasındaki sınırın öte yanına geçmenin bir yolu. Geriye kurumsalın, iktidarın
kırılma çizgisi üzerinde yaşamak kalıyor; kurumsuzluğun, iktidarsızlığın
bakışını gözlerimizle takip etmek, iktidarsızlığın özgürlüğünü hak etmek için
otoriteden uzaklaşmamızla ortaya çıkacak ürkütücü boşluğu yeni dayanışma
biçimleriyle doldurmak, bir azınlık olarak acıyla birlikte yaşamayı öğrenmek.
Yaşar Çubukçu
No comments:
Post a Comment