Wednesday 26 November 2014

Kurumların Gölgesinde


İnsanlığın tarihsel evrimi bir kurumsallaşma süreci olmuş aynı zamanda. Uygarlaşma sürecinde insan hayvansı yanlarını törpülemiş, içgüdülerini akla tabi kılmış ve varlık koşullarının devamlılığını güvence altına almak için kurumlara ihtiyaç duymuş. Aile, devlet, okul, özel mülkiyet, hukuk ve dinsel kurumların gelişimi üretim ilişkileriyle ve sınıfların oluşumuyla bağlantılı olsa da bu kurumlar insanların "ortak" isteklerinin, ihtiyaçlarının ifadesi de olmuş. Kurumlaşmaya karşı direnişler gösterilmiş elbette ama süreç bir tür "sessiz" toplumsal onayla ilerlemeye devam etmiş. Akla şu soru geliyor: İnsanlaşma, uygarlaşma sürecinin kurumları, dolayısıyla iktidarı üretmesi kaçınılmaz mıydı? XIX. yüzyılın ideolojisi içinde bu soruya yanıt vermek kolaydı. İktidar (devlet) ve diğer kurumlar üretim ilişkilerinin gelişmesiyle birlikte hâkim sınıflarca oluşturulmuştu ve gelecekte sınıfların ortadan kalkmasıyla birlikte iktidar da ortadan kalkacaktı. Ancak özellikle yirminci yüzyılın ikinci yarısındaki gelişmeler toplumun büyük çoğunluğunun iktidar kurumlarıyla bütünleştiğini, iktidarı gündelik ilişkilerinde yeniden ürettiğini, hâkim sınıfların iktidarın tek sahibi olmadığını, halkın da iktidarın onaylayıcısı, icracısı ve suç ortağı olduğunu ortaya koydu. Belki de bu nedenle radikal eleştiri uç noktalara yöneliyor, sadece hâkim sınıfları değil tüm insanlığı, uygarlığı, kültürü saldırı hedefi haline getiriyor; deliliği, hayvanlığı, ilkelliği, içgüdüyü, dilsizliği, insansız doğayı, bilinçaltını ön plana çıkarıyor.

Ahmet Soysal Birlikte ve Başka adlı kitabında ihtiyaç, arzu ve dil düzenlerinin birer iktidar yapılanması olan kurumlarla bağlantılı olduğunu belirtip ekliyor: "Sanki bu üç boyut, kendiliklerinden iktidar üretmektedirler." (s. 19) Arzunun şekillendiği bir kurum olarak aile geliyor akla ve de medya. İhtiyaçların düzenlendiği kurumlar arasında ise okul, ordu, polis, adalet, hapishane, hastane, işyeri ve dinî kurumlar sayılabilir. Kurumlar ...değişen ölçülerde, belirli işlevleri "devralırlar"... buna göre, aileye polis demek, okula hapisane demek, vs. bir ölçüde olanaklıdır. Okul "eğitir", ama aynı zamanda "kapatır" (hapisane'nin işlevi), "denetler" (polis'in işlevi), "cezalandırır" (adalet'in işlevi), bedeni ve aklı "sağlıklı kılmaya çalışır" (hastane'nin, akıl hastanesinin işlevi)." (s. 41-42)

Kurumlar ve üretim gibi dil de ihtiyaçlarını karşılaması gereken organik bedenin zorunluluklarından biridir yazara göre: "...dil ve kurumsal ayrılmazdırlar. Dil hemen kurumsal'ı gerektirir. Kurumsal'dan ayrılmış dil yoktur. ...dil, öz bedenin anlatım'ı olarak ele alındığında hep iktidara göndermektedir." (s. 35)

Yazara göre özne toplumsal belirlenimin mutlak olarak dışında kalamaz ancak değişen derecelerde görece dışarıda olabilir. "Kimse iktidarın dışında değildir, iktidar kimsenin dışında değildir. Kurumsal kurallar ve benlik mekanizması (belki benliği de değişik bir kurum olarak görmek gerekir- yine kuralları olan) bu arzuyu bir ölçüde özümserler, saptarlar; arzu kodlanır, elbette (psikiyatri, sonra psikanaliz de bu kodlamanın aşamaları arasında yer almaktadır)." (s. 39) Bununla birlikte öznenin toplumsal belirlenimi mutlaklaştırılamaz. Toplumdaki davranışlar, emir sözleri benzer ya da aynı olabilir ama ruh halleri, duyumsamalar ve duygular için aynı şey söylenemez. Bireyin iç dünyası iktidarın kodlamakta başarısız kaldığı bir alanı sınırlı da olsa içinde barındırır. Aynı şekilde güncel her söz kurumsal olanın denetimi altında değildir. Bazı durumlarda -Antonin Artaud örneğinde olduğu gibi- bedensel varoluş iktidara karşı savaşımın bir alanı haline gelir. "Artaud... Bir iktidar saptayıcısı. Ve iktidar(lar)ın yok ettiği, ezdiği, köşeye kıstırdığı, bedenden kaynaklanan somut yaratı güçlerinin bir saptayıcısı, bir programcısı, bir politikacısı, bir deneyleyicisi. Sürekli bir savaşımın yazısı (bedende duyulan bir savaşımı ileten yazı) "çılgın" diye içeriye kapatılan... Aşırı bilinçten sayıklayan." (s. 53)

[...]

Toplumsal, kamusal, makro düzeyde gerçekleşmesi mümkün olmayan kurumsuzluk ve iktidarsızlık mikro alanlarda, gündelik özel hayatta, iç dünyalarımızda gerçekleşebilir mi? Eğer gerçekleşebilirse bunun sosyal bir anlamı olur mu? Bir taraftan iktidarın bireysel yaşam alanlarına nüfuz ettiğini söyleyebiliriz. Ama eleştirel bilince sahip ya da anarşizan bir bünyeye, ruh haline sahip kişilerin gündelik hayat düzeyinde iktidar ilişkilerini bozdukları, kırdıkları da bir gerçek. Söz konusu olan, azınlık olanların konumu. Toplumsal politikada etkin olmasalar bile zaman zaman varlıklarından haberdar oluyoruz. Bu azınlık içindeki ilişkilerde de iktidarın ortadan kalkması kolay değil. Birbirlerini ve çocuklarını seven evli bir çifte, aile denen bu iktidar kurumunu hemen lağvetmelerini söyleyebilir miyiz? Psikoterapi sürecinde terapistin hasta karşısında kurduğu otorite konumu sonuçta hastanın toplumsal ve içsel otoriteyi anlamasına imkân sağlamıyor mu? Muhalefetimize imkân veren dil aynı zamanda bir iktidar yapılanması değil mi? Anne, baba, çocuk, kardeş konumlarını kabul ettiğimiz anda kurumsalın ve iktidarın temel dayanaklarından olan ensest yasağını, ödipi kabullenmiş olmuyor muyuz? İleride devletle, otoriteyle, Tanrı'yla özdeşleşecek olan baba imgesi çocukken, dış dünyanın şiddetinin bizi yere yıkmakta olduğu bir sırada hiç yardımımıza koşmadı mı? İktidarın dışındaki alan sadece özgürlüğün alanı değil, hiçliğin ve acının da kol gezdiği, insanı ayakta tutacak dayanak ve referansların bulunmadığı bir alan. İktidar hâkim sınıfların dışarıdan dayattığı yabancı bir güç değil sadece, acısıyla sevinciyle tarih boyunca insan varlığına baskıcı ve "koruyucu" yanlarıyla eşlik etmiş aynı zamanda. Bu belki de toplumun neden iktidarsız varolamadığını açıklayan nedenlerden biri. Ama belki de aynı nedenle azınlık olanların özlemleri halkın önemli bir bölümünün özlemleriyle buluşma şansına sahip, yoksa nüfusun yarısını oluşturan kadınların "azınlık" olmaları nasıl açıklanabilir?


Mutlak bir iktidarsızlık eğilimini içeren intihar belki de iktidarla iktidarsızlık arasındaki sınırın öte yanına geçmenin bir yolu. Geriye kurumsalın, iktidarın kırılma çizgisi üzerinde yaşamak kalıyor; kurumsuzluğun, iktidarsızlığın bakışını gözlerimizle takip etmek, iktidarsızlığın özgürlüğünü hak etmek için otoriteden uzaklaşmamızla ortaya çıkacak ürkütücü boşluğu yeni dayanışma biçimleriyle doldurmak, bir azınlık olarak acıyla birlikte yaşamayı öğrenmek.

Yaşar Çubukçu

No comments:

Post a Comment