16 Kasım 2014
İzmir’de
Konak’tan, Bostanlı’ya gidiyorum. Üstümde kalın paltom, ayaklarımda botlarım,
boynumda atkım var. Yine de soğuktan titriyorum. İskelenin tam karşısında
görüyorum onu. Önünde bir tartı, çıplak ayakları, yırtık ve kirli elbiseleri
ile oturuyor. Altı-yedi yaşlarında bir kız çocuğu. Yanından geçerken
yavaşlıyorum ve izliyorum bir süre. Benim gibi şaşkınlıkla dönüp bakan bir kaç
kişi daha var. Alışık olmadığımız bir manzara değil ama insan her seferinde
hayret ediyor. Ben onu izlerken birden ayağa fırlıyor ve “Allah belanı versin
baba! Allah belanı versin anne! Allah belanızı versin!.. Üşüyorum! Açım!” diye
bağırıyor. Ama etrafta ne annesi, ne de babası görünüyor. Ardından, hızlı hızlı
vapura koşturan insanlara doğru bağırmaya başlıyor: "Önünüze baksanıza!
Acımasanıza bana! Allah belanızı versin!.."
Antonio Dede
bir keresinde “Bir insanın öyküsü, onun açlığının öyküsüdür,” demişti.
Bir kaç gün
önce Mehveş Evin’in, “Ankara’nın göbeğinde bir utanç abidesi” başlıklı yazısını
okuyunca anımsadım. Yazının sonunda Mehveş, “Acaba gelecek nesil, ‘Ak Saray’a
bakınca neyi görecek?” diye soruyordu.
Benim her
gördüğümde, gözüme çarpan ilk şey: Açlık!
Bir dönemin
iktidarının doymak bilmez açlığı. İnsani varlığından çoktan kurtulmuş dev bir
organizmanın, bir türlü doyuramadığı azgın iştahı.
Çapa'da
tramvaydan inmiş, karşıya geçiyorum. Kış, gece ve yağmur var. Önümde iki Roman
kadın yürüyor, yanlarında minik bir kız çocuğu. Kadınların elleri kolları dolu,
sattıkları çiçekleri taşıyorlar. Bana dönüp birşeyler söylüyorlar ama rüzgâr o
kadar uğulduyor ki anlayamıyorum. Yanlarına yaklaşıyorum; 'ayakkabı' diyorlar.
Hemen yanımdaki raya sıkışmış duruyor. Küçücük, soğuk, yeşil bir lastik
ayakkabı. Elime alınca içine dolmuş olan su akıyor birden. Çocuğun yanına gidip
ayakkabıyı giydiriyorum. Minik, çıplak, buz gibi ayağını uzatırken gülümsüyor.
Az önce,
tramvayın çıkışında gördüğüm, üstünde incecik bir kazak, elinde mızıkasıyla
‘hayat bayram olsa’ şarkısını çalmaya çalışan bir başka çocuğun soğuktan
yüzünde donmuş gülümsemesiyle bakakalıyorum ardından.
Sonra kendime
geliyorum ve kaldığım yerden, aklımdaki o basit matematik problemini çözmeye
dönüyorum:
980TL
maaş, 600TL ev kirası -ona da ev denirse. 980-600=380TL
geriye kalan. Isınma, yemek, ulaşım, kredi kartı borçları ve diğer her şey.
Nasıl gelecek
bu ayın sonu?..
Dönüp dönüp
bakın AkSaray’a. Nam-ı diğer Cumhurbaşkanlığı Sarayı’na.
Ne
görüyorsunuz?
Merhamet
nedir bilmeyen bir açgözlülüğün cisimleşmiş anıtı?
Zenginliğin,
ihtişamın, gücün, kibrin... küstahça ve akılsızca kutsanması?
“Bir değil,
iki değil, üç değil. En büyüğü on iki yaşında tam yedi tane çocuk… Yedi çocuk,
tek bir oyuncakları yok. Yedi çocuk ve ne az gürültüleri var. Yakışmıyor bu
kadar çocuğun olduğu bir eve bu kadar sükunet. Anneleri mutfaktan çıkıp koca
ekmeklerden yaptığı tostları getiriyor. Adettendir, önce misafire ikram
ediliyor. Kabul etmezsek ayıp olur ama ayıp ediyoruz çocuklar doysun diye.
“Tostun içinde hiç bir şey yok,” diyorum bir ara anneme fısıltı ile.
Bakakalıyor öyle yüzüme.
Televizyon
getirmiş amcaları, Ama ayarlayamamışlar. Bir bak diyorlar, bakıyorum. Kumanda
yok, televizyonun üzerindeki tuşların yarısı çalışmıyor. Zor bela kanalları
bulup ayarlıyorum. İştahla ekmeklerini yiyen çocuklara dönüyorum:
“Çizgi film
açayım mı?”
Hepsi birden
“Yemekteyiz'i aç!” diye bağırıyor.
Eve girerken
“Tostun içinde kaşar vardı bence," diyor annem teselli eder gibi.
Bense “Çarpsa
ya artık şu lanet göktaşı” diyorum içimden...
Dönüp gururla
bakın o yozlaşma, yolsuzluk ve istismar abidesine. İyiliğe ve geleceğe dair
umutlarımızın yattığı o devasa mezarlığa.
Kışın en
soğuk günlerinde bile okula yırtık önlüklerle, çorapsız ve terlikle gelen
çocuklar. Hepsi biraz solgun ve bitap. “Akşam yemeğinde ne yedin?” diye
sorduğumda aldığım cevap hep aynı: “Ekmek...”
Ali Hızır
onlardan biri. Sekiz yaşında, yakışıklı
mı yakışıklı. Köydeki ilkokula her gün on kilometre yolu yürüyerek gelip
gidiyor. ‘Nasıl gidiyor Ali Hızır?’ diye soruyorum, ne kadar yorgun ve perişan
olduğunu fark ederek.
“Kurtlar,"
diyor "bir onlardan korkuyorum..."
Ali Hızır,
kurtlara ve yoksulluğa yem olmaz da yaşarsa ve bir gün Adalet ve Kalkınma
Sarayı’nı görme şerefine erişirse uzaktan, gurur duyacak cumhur babası ile.
Ne diyor
sarayın maliyeti ile ilgili tartışmalara dair Cumhurbaşkanı?
“Bizim
amacımız, tıpkı ecdadımız gibi, ülkemize kalıcı bir eser bırakmak. Sağ olsun
arkadaşlar, iyi bir iş çıkardılar. Malzeme noktasında da bütün hassasiyeti
ortaya koydular. Kalitenin elbet bir bedeli olur. Maliyet konusunu
abartıyorlar.”
Cumhurbaşkanımız
haklı. Şu hayatta ‘saray’lardan daha kalıcı ne var? Daha başka ne bırakacaktık
çocuklarımıza? Bu ihtişamlı, bu karanlık betonların gölgesinden başka?
Hele bir de
“Eğer burda bir suistimal varsa, bunu inceleyecek merciler bellidir. Bu açıdan
herhangi bir sıkıntımız yok,” demiş ki üstüne söz söylemeye cüret edilmez.
Memleketin her konudaki en üst ve tek yetkili merci malum, kendisi.
Neyse ki
artık, ecdadımızın mezarında huzur içinde yatacağı, tarihimize yakışır bir ‘Adalet ve Kalkınma’ anıtımız var. “Hangi
paraya mal olduğu konusu hiç önemli değil. Ülkemiz, milletimiz, halkımız için
yapılmıştır,” neticede.
Prestij için
yapılmıştır...
Ya o da
olmasaydı, bunca itibarsızlığın, kalitesizliğin, çürümüşlüğün ve yoksulluğun
yanında?
‘Sarayı’ ile
ilgili eleştirileri nasıl değerlendiriyor Cumhurbaşkanı?
“Umursamıyorum.
Bizim için herhangi bir kıymeti harbiyesi de yok. Biz kendi işimize bakarız.
Büyük devletsek, büyük düşünmek durumundayız. Onlar ne derse desin, biz
yolumuza devam edeceğiz.”
Onlar ki
yolsuzluğu aşıp yola devam edebiliyor, dini suistimal edip dindar
kalabiliyorlar. Hakikaten sıra dışı, ölümsüz ve ibretlikler.
Biz sıradan
halktan beklentileri ise basit; işçi, tüketici ve itaatkâr olalım. Çok
çalışalım, ölmeyecek kadar kazanalım, geleceğimize ipotek koyabilecekleri kadar
borçlanalım, karşılığında da minnet duyalım, itaat edelim, kendi işimize
bakalım. Ama mümkünse dokuz canlı olalım, öyle olur olmaz iş kazalarında ölüp,
muktedirlerin tatlı canını sıkmayalım. Ya da bir zahmet öyle topluca değil
teker teker, sessizce, dikkat çekmeyecek şekilde ölelim.
Bu yeni, bu
ihtişamlı, bu ecdada yakışır hanedanlığa; yanmış, boğulmuş, parçalanmış
bedenlerimizle gölge düşürmeyelim.
Menderes
Meşe, yetmiş gün önce, Torunlar İnşaat’a ait binanın 32’inci katından, kendisi
gibi işçi dokuz arkadaşı ile birlikte zemine çakılarak öldüğünde 23 yaşındaydı.
Bunları, ölmeden iki gün önce yazmıştı:
"Bu
ekmek kavgası sürerken, biraz rahatlamak, kimin ne yemek yapıp nasıl
azarlandığını izlemek, bol bol dedikodu dinlemek, dertlerden bizi biraz olsun
uzaklaştırmaz. Ya da hangi kutudan kaç para çıkacağını, kimin hayatının
kurtulacağını, hangi emekli amcanın nasıl bir mal varlığıyla evlenme programına
girdiği ve onunla dalga geçmek beynimizdeki uğultuya son vermez.
Bunlar
değilse kederli bir aile, köşklerde yaşanan sex ve ihtiraslar, çiftlikteki
hanımağanın hayatı, mafyanın ve hırsız tayfasının cazibesi, zengin mutsuz aile
ya da box maçı, kanlı gerilim filmi veee gece biter.
Sabah size
gösterilmeyen haberlerde Rusya’nın çevre ülkelerle savunma anlaşmaları,
meclisin çıkardığı yasa ve değişiklikler, dosyası kapatılan faili meçhuller,
arka kapıdan salınan hırsızlar...
Sabah
olduğuna göre günaydın!..”
Her sabah
yeni bir yarış için uyanıyoruz. Geride kalan insanların çığlıklarına
kulaklarımızı kapatarak.
Gökyüzündeki
kutsal iradenin yeryüzündeki tezahürü, beyefendi hazretleri emrediyor:
“İlerleyelim
beyler!” Fabrikalar sizi bekliyor, madenler sizi. İnşaatlar sizi bekliyor,
duble yollar sizi. Metropoller sizi bekliyor, AVM’ler sizi. Ahirette
peygamberin sofrası, cennette bakireler bekliyor sizi. Kasıklarınızın sancısını
giderecek, savaşta ganimetler...
Sizi itaatsiz
kafirler, çapulcular ve teröristler; sizi de ağır silahlar, TOMA’lar, gaz
kapsülleri, kurşunlar bekliyor. Cezaevleri, işkenceler, mezarlıklar ve
cehennemin yedi kat dibi.
Gelecek
nesiller ‘AkSaray’a bakınca ne mi görecek?
Halkının
kanını iliğini emen bir iktidarın anıtsal açlığını.
Evlatlarını
gözünü kırpmadan hanedanlığına kurban eden bir sultanın dehşetli -hiç şüphesiz
ecdadına yakışır nitelikte ve kalıcı- mezarlığını.
@SibelYerdeniz
* İtalikler
Ekşi Sözlük’ten alınmıştır.
No comments:
Post a Comment