Türkiye’de
nefret söylemi, sadece "bilinçsiz" yurttaşlar tarafından değil,
bizzat devleti yönetenler ve siyaset yapanlar tarafından pervasızca kullanıldı
ve kullanılmaya devam ediyor.
Nefret
söylemi, bir kişi ya da toplumsal gruba yönelik cinsiyet, etnik köken,
özürlülük ya da cinsel tercih temelinde, onları aşağılayan, saldırgan bir dil
kullanımıdır. Bu, yazıyla da olur, konuşmayla da ve şimdi ülkemizde çok moda
olduğu üzere, internet üzeri sosyal medya aracılığıyla da... İnternet üzerinde
nefret söylemi kullanan siteler artık, "nefret sitesi" olarak
adlandırılmaktadır.
Bugün
dünyanın birçok ülkesinde bireyler ve topluluklar, nefret söylemine karşı yasal
bir koruma altına alınmıştır. Nefret söylemine başvurmak yasal olarak
cezalandırılır, çünkü bu söylemin ardından gelen, bireysel ya da topluluk
düzeyinde şiddete başvurulmasının önünün açılmasıdır. Hiçbir gerekçe olmasa
bile provokasyona hazır kitleler, nefret söylemi aracılığıyla hedef birey ya da
topluma saldırıya hazır bir kıvama getirilirler.
Dilimizde
nefret söyleminin önünü açan "gavur", "fille",
"çorbacı", "kafir", "kıro", "kuyruklu",
"çıfıt", "dönme" gibi akla ilk ağızda gelen toplumsal bir
grubu ve onun parçası olan bireyleri aşağılayıcı adlandırmalar, nefret
söyleminin günlük hayattaki en basit örnekleridir.
Bugün,
cezalandırma söz konusu olmamakla birlikte, "uygar dünyada", günlük
hayat içinde "negro", "çingene", "latino",
"yahud" gibi adlandırmalar bile ayıpsanır. Amerika’da Müslümanlara,
"towelhead" (havlu kafa) denilmesi ayıpsanır. "Uygar"
kişilerce elbette, ama halk arasında bu gırla gider. "Uygar"
kişilerin yüzde kaçının ayıp olarak bu sözcükleri kullanmaktan kaçınsa bile
gerçek hayatta, gerçek ilişkilerde yaklaşımını realize ettiği tartışmalıdır.
11 Eylül
saldırısından sonra ABD’de, bir bankada çalışmakta olan bir Sigh, fanatik bir
beyaz tarafından başında sarık olduğu için tüfekle infaz edilmişti. Ona göre
her sarıklı Müslüman'dı ve katli vacipti. İncil hikayelerine baktığınızda, Hz.
İsa’nın çevresindeki herkes sarıklıdır. Çünkü sarık, o zamanların kıyafetinin
bir parçasıdır. Ama bir fanatik, bir ırkçı için fark etmez!
Bu ırkçı
beyaz ile aylardır Rojava’ya saldıran, Êzîdîlere yönelik başlattıkları kıyım
ancak YPG gerillaları tarafından engellenebilen, Der Zor’daki soykırım anıtı
kiliseyi, Megadeh’teki toplu mezar yakınında inşa edilen şapeli havaya uçuran
cihadist arasında hiçbir fark yok.
Nefret
söylemi pogromların, soykırımların, kitlesel tecavüzlerin, etnik arındırmaların,
beyaz soykırımın, zorla göç ettirmelerin, kitlesel aşağılamanın, gettoların
oluşumunun hazırlayıcısıdır.
'Nefret
söylemi' yasası ama nasıl?
Yıllardır
"nefret söylemini" engelleyici bir yasanın Türkiye’de de çıkarılması
için tartışmalar ve hazırlıklar yapılıyor. Ama köklü bir zihniyet değişikliği
olmadan bu yasa çıksa bile var olan iktidar tarafından seçmece bir biçimde
kullanılması tehlikesi de var.
Çünkü bunu
özel hukukta, kişisel hakaretler alanında da yaşıyoruz. Geçmişte Yaşar Kemal,
Baskın Oran ve diğer isimlere yönelik ağır hakaretlere karşı açılan davalarda
mahkemeler, bu hakaretlerin "düşünce özgürlüğü" kapsamı içinde olduğu
kararına varabildiler. Buna karşılık eski başbakana yönelik sert eleştiriler
ise hakaret olarak kabul edilip mahkumiyet kararları çıkarılabildi. Emekli
büyükelçi ve milletvekili Şükrü Elekdağ, Mavi Kitap’ın yayıncısı Muzaffer
Erdoğdu’yu, önsözde kendine hakaret edildiği gerekçesiyle ağır para cezasına
mahkum ettirmeyi başarabildi.
Adnan Hoca ve
benzeri çevreler, "inançlarının rencide edildiği" gerekçesiyle, dine
ve islamizme yönelik eleştirilerden dolayı mahkemelere gidip kitaplara karşı
davalar açtırdılar; birçok internet sitesinin kapatılmasını sağlayabildiler.
Öte yandan
bırakın basını, sosyal medyayı; azınlıkları, Hristiyan inancını, Yahudi
inancını aşağılayan bir söylem ders kitaplarında bile yer alabiliyor.
Nefret
söylemi elbette engellenmeli. Ama korkarım cihat konseptinin, cihatçılığın
eleştirisi bile bu zihniyetle "nefret söylemi" ilan edilebilir.
Mahkemeler bu yönde karar verebilir. İnsanın neredeyse, "Aman dokunmayın,
öyle kalsın" diyeceği geliyor.
Gerek
uluslararası gerekse ulusal düzeyde, ırkçılığı ve nefret söylemini yasaklayan
birçok yasal düzenleme ve sözleşme var. Her türlü ulusa, ırka ve dine nefreti
savunan, ayrımcılığı, husumeti ve şiddeti getiren yaklaşımların yasal olarak
engellenmesini öngören "Uluslararası Sivil ve Siyasal Haklar
Konvansiyonu", "Irkçı ayrımcılığın her biçimini kaldırmayı öngören
konvansiyon" bu alanda önemli yasal zemin sağlıyor.
Ülke ülke önleyici
yasalar
Ülkeler
bazında ise aşağıdaki örnekleri verebiliriz: Belçika’da 1981 yılında nefret
söylemine ve ayrımcılığa karşı "Irkçılık ve yabancı düşmanlığı temelindeki
davranışları cezalandırma yasası" (Moureaux Yasası); 1995 yılında çıkarılan Holokost'u inkarı
cezalandıran yasa. Geçen yıl, cihatçıların Yahudi Müzesi'ne yönelik saldırısı,
belki de bu yasanın neden gerekli olduğunun en çarpıcı örneklerinden biri oldu.
Şili’de
düşünme ve bilgilenme özgürlüğü ve gazetecilik mesleğini düzenleyen yasanın 31.
maddesi, ırk, cinsiyet, din ya da milliyetlerinden dolayı kişi ya da
topluluklara yönelik husumet ve nefreti teşvik eden yayınları ya da internet
iletilerine karşı ağır para cezası getirmektedir.
Avrupa
Konseyi ise, oluşturduğu Avrupa Irkçılık ve Hoşgörüsüzlüğe Karşı Komisyon ile
ülke bazında raporlar hazırladığı gibi gelişen anti semitist ve Müslümanlara
karşı hoşgörüsüzlük eğilimlerine karşı kapsamlı raporlar yayınladı.
Fransa’da da
bu bağlamda ceza, basın, kamu ve özel hukuk alanındaki yasalarda, gerek özel
iletişim ve gerekse medya ile ilgili birçok düzenleme yer almakta. Öte yandan
Gayssot Yasası, insanlığa karşı işlenmiş suçları, örneğin Holokost'u haklı
çıkarmaya ya da inkara yönelik edimleri, düşünce özgürlüğü alanının dışına
çıkartarak cezalandırmaktadır. Bu yasaya karşın, Ermeni Soykırımı'na yönelik
devlet destekli eylemlilikler, soykırım anıtlarına yönelik saldırılar, özel
olarak Ermeni Soykırımı'nı reddetmeye ya da haklı çıkarmaya yönelik eylemlilik
ve söylemleri cezalandıran bir yasa tasarısının meclis gündemine gelmesine
neden oldu. Bu yasa, Türkiye’nin etkin lobi çalışmaları sonucu senato
gündeminde takılı kalarak yasalaşmadı.
Almanya’da
ise, Ceza Yasası'nın 130. maddesi, "Volksverhetzung"u, yani halk
içinde nefret yaratmayı cezalandırıyor. Ayrıca Alman kökenli olmayan
yurttaşlara ve yurttaş olmayanlara karşı halk arasında
"Kurtçuk/solucanlar", "otlakçılar" gibi hakaretamiz
söylemler kullanmak da ceza konusu. Cezası ise 5 yıla kadar hapis. Ne kadar
uygulandığı ise kuşkulu. Neo-nazilerin ev kundaklama eylemlerinin Alman gizli
servisinin bilgisi dahilinde olduğu ortaya çıktı ve bir skandala neden oldu.
Ama en azından Alman Hükümeti, bundan dolayı özür diledi. Benzeri bir madde
Türk Ceza Yasası'nda da var. Ama bu madde Türkiye’deki sivil faşist ya da
islamofaşist çevrelere ve söylemlere yönelik olarak asla uygulanmadı. Tam
tersine, azınlıkların karşılaştığı ayrımcılığı kınayan insan hakları
savunucuları ya da tarihte bizim coğrafyamızda yaşanan soykırım, tehcir, etnik
arındırma ya da dilkırım politikalarını ele alan araştırmacı, gazeteci ve
yayıncılar, ünlü TCK 312. maddeden yargılanabildiler. Irkçılığa karşı
çıktıkları için "ırkçılık" ile suçlanabildiler.
İsviçre bu
alanda hayli eski, daha 30’lu yıllarda yapılmış bir düzenlemeye sahip. Basel Kantonu,
1934 yılında Yahudi düşmanı nefret söylemini 3 yıl hapisle cezalandıran bir
yasa çıkardı. Bunun nedeni Nazi yanlısı antisemit bir grubun ve Volksbund
gazetesinin Yahudilerin sözde ritüeli olarak insan öldürme töresi, "geneli
fici" gibi hikayeler yayınlaması idi.
(İlginçtir,
Osmanlı imparatorluğu'nda 19. yy.da bu tür antisemit batıl itikatlar, Ortodoks
cemaatleri arasında da yaygındı.)
Güney
Afrika’da ise 2000 yılında çıkarılan "Eşitliği Teşvik ve Ayrımcılığı
Önleme Yasası" ise, ırk, cinsiyet, hamilelik, evlilik durumu, etnik ya da
sosyal köken, renk, cinsel yönelim, yaş, özürlülük, din, vicdan, inanç, kültür,
dil ya da doğum diye ayrıntılı bir tasnif yaparak herhangi bir kişi ya da
topluluğa yönelik aşağılayıcı, hakaretamiz söylem kullanımını, yayını, iletim
ve propagandayı cezalandırmaktadır. Öte yandan 2011 yılında bir Güney Afrika
Mahkemesi, "Dubula-i Bhunu (Boer’i Vur!)" adlı Hollanda kökenli Beyaz
Afrikanerleri aşağılayan, saldırgan dilli bir şarkıyı da yasaklamıştır.
İsveç de
nefret söylemini yasaklayan ülkelerden. "Irk, renk, ulusal veya etnik
kökenden, inanç ve de cinsel tercihten dolayı herhangi bir grubu tehdit eden
veya saygısızlık yansıtan kamuya açık açıklamalar" olarak tanımlıyor İsveç
yasası, nefret söylemini.
ABD’de ise
sorun yasa çıkarmaktan çok nefret söyleminin kurumlarca belirlenen ilkeler
çerçevesinde engellenmesini öngörüyor. Üniversiteler ve basın kurumları bu
konuda başı çekiyor.
Japonya bu
alanda sabıkalı ve aynı zamanda tarihi ile yüzleşmeyi reddeden ülkeler
arasında. Polonya, İzlanda, İrlanda, Finlandiya, Ürdün, Danimarka nefret
söylemi konusunda yasal düzenleme yapmış ülkeler arasında. Sırbistan ve
Hırvatistan da, yaşanan acı dolu 90’lı yıllardan sonra nefret söylemini
engellemeye yönelik düzenlemeler yaptılar.
Nefrete
bahane çok!
Türkiye’de
nefret söylemi, sadece "bilinçsiz" yurttaşlar tarafından değil,
bizzat devleti yönetenler ve siyaset yapanlar tarafından pervasızca kullanıldı
ve kullanılmaya devam ediyor. Bir cemaati ifade eden Rumluk, Ermenilik,
Yahudilik, Yahudi inancı kökenli Sabetaycılık, Kürtlük, Süryanilik, Êzîdîlik,
Alevilik "şeytanlaştırıldı." Farklı farklı zamanlarda olduğu gibi
aynı zamanlara da denk düşebildi bütün bunlar. Bugün bunu, yakın geçmişte
iktidarın müttefiki olan Gülen cemaati yaşıyor. Sistem içinde herkesin bir gün
sırası gelebiliyor. Sonunda herkesin temel haklara ihtiyacı olabildiği gibi,
nefret söylemi ile herkes kurbanlaştırılabiliyor.
1960 darbesi
sonrası DP’lilere, onların aile ve çocuklarına "düşükler" diye
hakaret edildiğinin ve ötekileştirildiklerinin bizzat orta okul yıllarında
tanığıyım ben de. İstanbul’da tramvayda, vapurda ana dilini konuşan Rum ve
Ermeni yurttaşlara, nasıl aşağılayıcı biçimde "Türkçe Konuş!" diye
müdahale edildiğinin de tanığıyım. 6-7 Eylül Pogromu'na nefret söylemi ile
nasıl yol açıldığının da tanığıyım, daha 7 yaşında. Kıbrıs sorunu nedeniyle
günlük hayat içinde nefret söylemi yanında, zaman zaman fiziki şiddete de
başvurularak İstanbul Rumlarının eriyen bir buz kitlesi gibi eriyerek yok olduğunun
da tanığıyım. Süryani/Asuri arkadaşlarımdan Mardin'de, Midyatta nasıl
"Makorios’un …i!" diye saldırıya uğradıklarını az mı dinledim, 1955
yılında. Aynı yıl, üzerinde Makorios yazılı zavallı bir eşeğin nasıl linç
edildiğini de, Arap Alevi, Ortodoks Arap arkadaşlarımdan dinlemiştim kaç kere.
1960’lı
yılların ikinci yarısında devlet destekli Komünizmle Mücadele Dernekleri, bu
kez solu ve sosyalizmi şeytanlaştırmakla meşguldu. Eski cumhurbaskanının
memleketi Kayseri’de TÖS mensubu öğretmenler ateşe verilmeye kalkışıldı. Sonra
bu amaçlarına 1993 yılında Sivas’ta 37 can alarak nail oldular. Ona provokatif
yanıt olarak sunulan Başbağlar köylülerinin de kimlikleri dışında ne
"suçları" vardı?
Eylem merkezi
seçilen camilerde, Cuma namazı için bir araya gelen insanlar, hangi nefret
söylemleri ile hedef gösterilen toplumlara saldırtıldı? Bu hedef Maraş’ta 1896
yılında Ermeniler olmuştu. 1978 yılında ise, nefret söyleminin hedefi Maraş’ta
Aleviler ve solculardı.
Ergenekon
olayı ile birlikte, nefret söylemi hedef olarak Kürtler yanında Hıristiyan
azınlıkları, onların dini liderlerini ve misyonerleri de almıştı. Mekanizma hep
benzer biçimde işliyordu. Ve hala da işlemediği söylenemez.
Öcalan
İtalya’da mı, İtalyan kurumlarına saldır, mallarını boykot et, ayaklar altında çiğne.
Öcalan Davası sırasında Mudanya sokaklarında toplanan güruhun ortak dili nefret
söylemiydi. İntikam, kan davası, öç alma, linç kokuyordu Mudanya sokaklarındaki
gösteriler. Orada davayı muhalif gazeteci olarak izlemek linç edilmeyi göze
almakla birebirdi. Davayı izlemek isteyen yurtseverler ise, kurulan ablukaları
aşamıyordu. Ama nefret söylemine bütün kapılar açıktı. İdam kararının alındığı
gün, sanki bir zafer kazanılmış gibi idam kutsanıyordu. Bu tıpkı putperestlerin
insan kurban etme şenliklerini andırıyordu.
Nerelerden
nerelere geldik. Bugün barış sürecinin dile alınması bile bir mucize. Bugünlere
ne bedeller ödenerek gelindi, ne kurbanlar verildi. İzmit’te polisin gözetimi
altında HEP binasını abluka altına alan güruh, nefret söyleminin histerisiyle
ABD’de siyahları linç eden Ku Klux Klan’ın linç ritüeli ile kurban ediyordu
yurtsever öğretmeni.
Aynı kafa,
1922 Eylül'ünde bir sokak güruhuna nefret söylemiyle İzmir Rumlarının dini
lideri Hrosostomos’u linç ettirmiyor muydu? Sakalları, saçları yolunuyor,
parmakları kırılıyordu, Fransız bahriyelilerinin nezareti altında. 1922
Ekim'inde ise İttihatçı soykırım organizatörlerini tutuklama cesareti gösteren
eski İçişleri Bakanı, gazeteci Ali Kemal İstanbul’da gün ortası kaçırılıp
İzmit’te sakalı yolunası Koçgiri ve Pontos kasabı Nurettin Paşa tarafından linç
emri alan bir güruha teslim ediliyordu. 1965 yılında bu güruhların torunları
nefret söylemiyle, vahşi haykırışlarla, "Komünistler Moskova’ya"
diyerek yine öğretmen Adnan Cemgil’i linç ediyorlar; ama bu değerli aydın
nasılsa sağ kalıyordu. Oğlu Sinan ise 1971 yılında Nurhak Dağı'nda infaz
edilecek, çıplak bedeni övünülerek sergilenecekti.
1995 yılında
Srebrenitsa kentinde yanlış koridor açan Hollanda askeri, sivil halkın
katliamını hiç hareketsiz izlemiyor muydu? İzmir yakılırken, onbinlerce sivil
denize dökülürken, limanda bekleyen müttefik ülkeler filosu sakin gözlerle
"temizliğin" bitmesini beklemiyor muydu? Olmaz olsun toplarını belki
bir kez ateşleseler, katliam için caydırıcı bir etkisi olacaktı.
Nasıl
olduysa, Kobanê’deki direnişin kalıcı olduğunu görünce, kurtarıcı rolüne
soyunup DAİŞ islamofaşistlerini bombalamaya başladılar. Çünkü artık mızrak
çuvala sığmıyordu ve 11 Eylül’ün gösterdiği gibi bu tehdit kendilerini de
vuracaktı. Herkes eli kolu bağlı Kobanê’nin düşmesini bekledi. Ama Kobanê
direnişi, Körfez Savaşı'nın hazırlıksız Kürt kent ayaklanmalarına benzemiyordu.
Ölümüne direndi ve diğer kantonlar da herhangi bir saldırıya karşı ölümüne
direnecek.
Evet,
Kürtlerin direnişinin Körfez Savaşı'ndan bu yana "kazananlar"
arasında yer alması, kuzeydeki 30 yılı aşkın büyük direniş, ağır bedel ödenerek
sağlanan kazanımlar, bir yandan da Kürtlere karşı nefret söyleminin artmasına
neden oluyor.
Bugün
Kürtler, Yahudi halkı ile birlikte Ortadoğu coğrafyasında en fazla nefret
söylemine maruz kalan halk konumuna yükselmiş vaziyette.
Ortadoğu’ya
antisemitizmin girişi hemen 1.Dünya savaşı sonrasıdır. İngilizler Birleşik
Suriye Arap Krallığı'nın yükselişini engellerken coğrafyayı parçalara ayırdı.
Filistin mandası da bir İngiliz eseridir. İsrail adı kadar Filistin adı da
antik tarihlere aitti. Ve sonunda Arap ve Yahudi milliyetçiliği aynı topraklar
için kavga vermeye başladı. Aynı oyun Kıbrıs’ta ve Irak’ta da yenilendi. Batı
ise arabulucu olarak, barış gücü olarak emre amade idi. Böylece Arap
milliyetçiliğinin hedefi İngiliz kolonyalizminden Yahudilere kaydırılmış oldu.
Daha sonra ise nazizmin Almanya’da yükşelişiyle Arap milliyetçiliği ile arada
bağlantılar da kurulmuş oldu. Kudüs Müftüsü artık Berlin'lerde gezmelerde idi,
Yahudi yerleşimlerine son verilebilmesi için. Yahudilerin Irak’taki varlığı
ise, ta kadim zamanlara gitmekte idi. Bağdat’ıyla, Süleymaniye’si, Musul’u,
Erbil’iyle...
Daha ortada
Filistin sorunu falan yoktu ama 1941 yılında Alman desteği ile ayaklanan Arap
milliyetçileri ilk iş olarak Yahudi mahallesine saldırmakta idi. 2. Dünya
Savaşı sonrasında da Avrupa, soykırıma karşın sağ kalan Yahudileri bağrına
basmadı. Onların vatan olarak kadim topraklarına dönmeleri Avrupa’nın da işine
geldi. İsrail’in kurucu kuşağı, Avrupa’da nazizme karşı direnişten gelen
kuşaktı. İngiliz kolonyalizmine karşı Filistin manda topraklarında silahlı
mücadeleyi başlatan onlar oldu. Arap milliyetçiliğinin hedefi "Yahudileri
denize dökün"dü.
Bu direngen
halk karşısında Arap devletleri defalarca utanç verici yenilgilere uğradı.
Sonunda BM’nin 1947'de, Arap ve Yahudi devletinden oluşan Filistin devletine
evet dediler ama artık çok geçti. FKÖ ile sonunda oturulan barış masasını ise,
İsrail’in savaş ağaları devirdi. Hamas’ın önü açıldı. Bir yandan FKÖ’nün
yolsuzluklar içinde çürüyüşü, öte yandan Hamas’ın sivil asker ayrımı yapmayan
saldırıları ve en son DAİŞ’in yükselişi, İsrail’in elini çok rahatlattı. Af
Örgütü'nün gerek İsrail’i gerekse Hamas’ı sivil halka karşı savaş suçu işlemekle
suçlayan raporu bence dengeli ve yerinde. Hamas’ın sivil alanlardan
havalandırdığı roketlerle İsrail’deki sivil alanları bombalamasının, bütün
bölgeyi askeri hedef haline getirdiği için sorumluluk payı unutulmamalı.
Gazze Şeridi
1967 savaşı öncesi Mısır kontrolünde idi, Batı Şeria ve Doğu Kudüs ise Ürdün
kontrolünde. Keşke öyle kalsaydı. Nasır önderliğindeki Arap milliyetçiliği
keşke 1967 savaşını provoke etmeseydi.
Bugün
antisemitizm Batı'da geriler ve kontrol altında iken onun nefret söylemini
artık Arap dünyasının da ötesinde İslam dünyası almış vaziyette. Artık Arap
dünyasının günlük hayat dilinde "Yahud" adeta şeytanla eş bir
kavramdır. Aslında ticaretin tıkırında olduğu Batı'nın da suçu yoktur! Suçlu
Yahud’dur ve çağımızın Roma'sı olan ABD’yi kandıran ve yöneten de
"Yahud"dur. Bu 1930’ların Avrupa’sındaki antisemitizmi andırmaktadır.
Sisteme yönelik öfke ve kini kendi üzerinden kaydıran yine Yahudi düşmanlığı
olmuyor mu?
Körfez
Savaşı'ndan sonra Ortadoğu'nun otantik Hristiyan halkları ağır bedeller ödedi.
Galiba Anadolu’nun Hristiyanlıktan arındırılma projesi Ortadoğu’da da bir
gerçeklik haline gelecek. İnşallah gelmez. Ama sadece Hristiyanlar mı?
Êzîdîlerden Sabilere, Şemsilere, delta insanlarına, insanlığın bize tarihin
kadim dönemlerinden emanet ettiği birçok halk da tehdit altında; yeni cihat
savaşları arasında yok olma eşiğinde.
Yahudi
halkıyla birlikte Arap milliyetçiliği ve cihatçılık tarafından "yeni
şeytan" ilan edilen halk ise Kürtler. Üç güçlü kadim imparatorluğun
kesişen toprakları üzerinde yükselen ve bugün yine üç şiddetli milliyetçiliği
karşısında bulan Kürt halkı, potansiyel jenosid tehdidi altında olan halklar
arasında sayılıyor. Her üç parçada da nefret söylemi dizginlerinden boşalmış
vaziyette. Antikürdizm, antisemitizm düzeyine yükselmedi ama onunla benzeşiyor.
Bugünün Türkiye’sinde klasik milliyetçilerden kemalistlere, ulusal solculardan
islamcılara kadar antisemitizm bir salgın hastalık gibi. Benzeri durum Arap
milliyetçisi ya da İslamcı dünyasında da var. İran geleneksel olarak bu planda
biraz daha geride ve ihtiyatlı denebilir. Reformistlerle birlikte anti İsrail
politikalarının ve antisemitizmin dozajı azaldı. Türkiye’de ise acaip biçimde
arttı. Benzeri bir durum Ermeni Soykırımı'ndan bahsedince ya da Kürtlerin temel
haklarına değinince de yaşanabiliyor. Birçok eski solcu, yükselen ulusalcılığın
etkisiyle Ermeni Soykırımı'ndan bahsedince tüylerinin dikildiğini hissediyor;
ama hala enternasyonalist olduğunu sanıyor. Bu, Kürtler açısından da geçerli.
1971 direniş geleneğini ve Kürt-Türk ve diğer kökenlerden sosyalistlerin
birlikteliğini TİP’in şanlı günlerindeki gibi canlandırmaya başlayan HDP
projesinden bir kısım "sol"un hala uzakta kalması; parti-cephe
geleneği ete kemiğe bürünmüşken, o gelenekten geldiğini iddia ederek retçi bir
tavır alması anlaşılır bir şey değil. Vedat Türkali’nin soylu komünist duruşu
da mı onlara bir şey anlatmıyor? Ve onların, elbette "nefret söylemi"
gibi bir dertleri de yok!
http://yeniozgurpolitika.info/index.php?rupel=nuce&id=35594
No comments:
Post a Comment