Sunday 2 November 2014

Ragıp ZARAKOLU: Geçmişten günümüze 'nefret söylemi'

Türkiye’de nefret söylemi, sadece "bilinçsiz" yurttaşlar tarafından değil, bizzat devleti yönetenler ve siyaset yapanlar tarafından pervasızca kullanıldı ve kullanılmaya devam ediyor.

Nefret söylemi, bir kişi ya da toplumsal gruba yönelik cinsiyet, etnik köken, özürlülük ya da cinsel tercih temelinde, onları aşağılayan, saldırgan bir dil kullanımıdır. Bu, yazıyla da olur, konuşmayla da ve şimdi ülkemizde çok moda olduğu üzere, internet üzeri sosyal medya aracılığıyla da... İnternet üzerinde nefret söylemi kullanan siteler artık, "nefret sitesi" olarak adlandırılmaktadır.
Bugün dünyanın birçok ülkesinde bireyler ve topluluklar, nefret söylemine karşı yasal bir koruma altına alınmıştır. Nefret söylemine başvurmak yasal olarak cezalandırılır, çünkü bu söylemin ardından gelen, bireysel ya da topluluk düzeyinde şiddete başvurulmasının önünün açılmasıdır. Hiçbir gerekçe olmasa bile provokasyona hazır kitleler, nefret söylemi aracılığıyla hedef birey ya da topluma saldırıya hazır bir kıvama getirilirler.
Dilimizde nefret söyleminin önünü açan "gavur", "fille", "çorbacı", "kafir", "kıro", "kuyruklu", "çıfıt", "dönme" gibi akla ilk ağızda gelen toplumsal bir grubu ve onun parçası olan bireyleri aşağılayıcı adlandırmalar, nefret söyleminin günlük hayattaki en basit örnekleridir.
Bugün, cezalandırma söz konusu olmamakla birlikte, "uygar dünyada", günlük hayat içinde "negro", "çingene", "latino", "yahud" gibi adlandırmalar bile ayıpsanır. Amerika’da Müslümanlara, "towelhead" (havlu kafa) denilmesi ayıpsanır. "Uygar" kişilerce elbette, ama halk arasında bu gırla gider. "Uygar" kişilerin yüzde kaçının ayıp olarak bu sözcükleri kullanmaktan kaçınsa bile gerçek hayatta, gerçek ilişkilerde yaklaşımını realize ettiği tartışmalıdır.
11 Eylül saldırısından sonra ABD’de, bir bankada çalışmakta olan bir Sigh, fanatik bir beyaz tarafından başında sarık olduğu için tüfekle infaz edilmişti. Ona göre her sarıklı Müslüman'dı ve katli vacipti. İncil hikayelerine baktığınızda, Hz. İsa’nın çevresindeki herkes sarıklıdır. Çünkü sarık, o zamanların kıyafetinin bir parçasıdır. Ama bir fanatik, bir ırkçı için fark etmez!
Bu ırkçı beyaz ile aylardır Rojava’ya saldıran, Êzîdîlere yönelik başlattıkları kıyım ancak YPG gerillaları tarafından engellenebilen, Der Zor’daki soykırım anıtı kiliseyi, Megadeh’teki toplu mezar yakınında inşa edilen şapeli havaya uçuran cihadist arasında hiçbir fark yok.
Nefret söylemi pogromların, soykırımların, kitlesel tecavüzlerin, etnik arındırmaların, beyaz soykırımın, zorla göç ettirmelerin, kitlesel aşağılamanın, gettoların oluşumunun hazırlayıcısıdır.

'Nefret söylemi' yasası ama nasıl?
Yıllardır "nefret söylemini" engelleyici bir yasanın Türkiye’de de çıkarılması için tartışmalar ve hazırlıklar yapılıyor. Ama köklü bir zihniyet değişikliği olmadan bu yasa çıksa bile var olan iktidar tarafından seçmece bir biçimde kullanılması tehlikesi de var.
Çünkü bunu özel hukukta, kişisel hakaretler alanında da yaşıyoruz. Geçmişte Yaşar Kemal, Baskın Oran ve diğer isimlere yönelik ağır hakaretlere karşı açılan davalarda mahkemeler, bu hakaretlerin "düşünce özgürlüğü" kapsamı içinde olduğu kararına varabildiler. Buna karşılık eski başbakana yönelik sert eleştiriler ise hakaret olarak kabul edilip mahkumiyet kararları çıkarılabildi. Emekli büyükelçi ve milletvekili Şükrü Elekdağ, Mavi Kitap’ın yayıncısı Muzaffer Erdoğdu’yu, önsözde kendine hakaret edildiği gerekçesiyle ağır para cezasına mahkum ettirmeyi başarabildi.
Adnan Hoca ve benzeri çevreler, "inançlarının rencide edildiği" gerekçesiyle, dine ve islamizme yönelik eleştirilerden dolayı mahkemelere gidip kitaplara karşı davalar açtırdılar; birçok internet sitesinin kapatılmasını sağlayabildiler.
Öte yandan bırakın basını, sosyal medyayı; azınlıkları, Hristiyan inancını, Yahudi inancını aşağılayan bir söylem ders kitaplarında bile yer alabiliyor.
Nefret söylemi elbette engellenmeli. Ama korkarım cihat konseptinin, cihatçılığın eleştirisi bile bu zihniyetle "nefret söylemi" ilan edilebilir. Mahkemeler bu yönde karar verebilir. İnsanın neredeyse, "Aman dokunmayın, öyle kalsın" diyeceği geliyor.
Gerek uluslararası gerekse ulusal düzeyde, ırkçılığı ve nefret söylemini yasaklayan birçok yasal düzenleme ve sözleşme var. Her türlü ulusa, ırka ve dine nefreti savunan, ayrımcılığı, husumeti ve şiddeti getiren yaklaşımların yasal olarak engellenmesini öngören "Uluslararası Sivil ve Siyasal Haklar Konvansiyonu", "Irkçı ayrımcılığın her biçimini kaldırmayı öngören konvansiyon" bu alanda önemli yasal zemin sağlıyor.

Ülke ülke önleyici yasalar
Ülkeler bazında ise aşağıdaki örnekleri verebiliriz: Belçika’da 1981 yılında nefret söylemine ve ayrımcılığa karşı "Irkçılık ve yabancı düşmanlığı temelindeki davranışları cezalandırma yasası" (Moureaux Yasası);  1995 yılında çıkarılan Holokost'u inkarı cezalandıran yasa. Geçen yıl, cihatçıların Yahudi Müzesi'ne yönelik saldırısı, belki de bu yasanın neden gerekli olduğunun en çarpıcı örneklerinden biri oldu.
Şili’de düşünme ve bilgilenme özgürlüğü ve gazetecilik mesleğini düzenleyen yasanın 31. maddesi, ırk, cinsiyet, din ya da milliyetlerinden dolayı kişi ya da topluluklara yönelik husumet ve nefreti teşvik eden yayınları ya da internet iletilerine karşı ağır para cezası getirmektedir.
Avrupa Konseyi ise, oluşturduğu Avrupa Irkçılık ve Hoşgörüsüzlüğe Karşı Komisyon ile ülke bazında raporlar hazırladığı gibi gelişen anti semitist ve Müslümanlara karşı hoşgörüsüzlük eğilimlerine karşı kapsamlı raporlar yayınladı.
Fransa’da da bu bağlamda ceza, basın, kamu ve özel hukuk alanındaki yasalarda, gerek özel iletişim ve gerekse medya ile ilgili birçok düzenleme yer almakta. Öte yandan Gayssot Yasası, insanlığa karşı işlenmiş suçları, örneğin Holokost'u haklı çıkarmaya ya da inkara yönelik edimleri, düşünce özgürlüğü alanının dışına çıkartarak cezalandırmaktadır. Bu yasaya karşın, Ermeni Soykırımı'na yönelik devlet destekli eylemlilikler, soykırım anıtlarına yönelik saldırılar, özel olarak Ermeni Soykırımı'nı reddetmeye ya da haklı çıkarmaya yönelik eylemlilik ve söylemleri cezalandıran bir yasa tasarısının meclis gündemine gelmesine neden oldu. Bu yasa, Türkiye’nin etkin lobi çalışmaları sonucu senato gündeminde takılı kalarak yasalaşmadı.
Almanya’da ise, Ceza Yasası'nın 130. maddesi, "Volksverhetzung"u, yani halk içinde nefret yaratmayı cezalandırıyor. Ayrıca Alman kökenli olmayan yurttaşlara ve yurttaş olmayanlara karşı halk arasında "Kurtçuk/solucanlar", "otlakçılar" gibi hakaretamiz söylemler kullanmak da ceza konusu. Cezası ise 5 yıla kadar hapis. Ne kadar uygulandığı ise kuşkulu. Neo-nazilerin ev kundaklama eylemlerinin Alman gizli servisinin bilgisi dahilinde olduğu ortaya çıktı ve bir skandala neden oldu. Ama en azından Alman Hükümeti, bundan dolayı özür diledi. Benzeri bir madde Türk Ceza Yasası'nda da var. Ama bu madde Türkiye’deki sivil faşist ya da islamofaşist çevrelere ve söylemlere yönelik olarak asla uygulanmadı. Tam tersine, azınlıkların karşılaştığı ayrımcılığı kınayan insan hakları savunucuları ya da tarihte bizim coğrafyamızda yaşanan soykırım, tehcir, etnik arındırma ya da dilkırım politikalarını ele alan araştırmacı, gazeteci ve yayıncılar, ünlü TCK 312. maddeden yargılanabildiler. Irkçılığa karşı çıktıkları için "ırkçılık" ile suçlanabildiler.
İsviçre bu alanda hayli eski, daha 30’lu yıllarda yapılmış bir düzenlemeye sahip. Basel Kantonu, 1934 yılında Yahudi düşmanı nefret söylemini 3 yıl hapisle cezalandıran bir yasa çıkardı. Bunun nedeni Nazi yanlısı antisemit bir grubun ve Volksbund gazetesinin Yahudilerin sözde ritüeli olarak insan öldürme töresi, "geneli fici" gibi hikayeler yayınlaması idi.
(İlginçtir, Osmanlı imparatorluğu'nda 19. yy.da bu tür antisemit batıl itikatlar, Ortodoks cemaatleri arasında da yaygındı.)
Güney Afrika’da ise 2000 yılında çıkarılan "Eşitliği Teşvik ve Ayrımcılığı Önleme Yasası" ise, ırk, cinsiyet, hamilelik, evlilik durumu, etnik ya da sosyal köken, renk, cinsel yönelim, yaş, özürlülük, din, vicdan, inanç, kültür, dil ya da doğum diye ayrıntılı bir tasnif yaparak herhangi bir kişi ya da topluluğa yönelik aşağılayıcı, hakaretamiz söylem kullanımını, yayını, iletim ve propagandayı cezalandırmaktadır. Öte yandan 2011 yılında bir Güney Afrika Mahkemesi, "Dubula-i Bhunu (Boer’i Vur!)" adlı Hollanda kökenli Beyaz Afrikanerleri aşağılayan, saldırgan dilli bir şarkıyı da yasaklamıştır.
İsveç de nefret söylemini yasaklayan ülkelerden. "Irk, renk, ulusal veya etnik kökenden, inanç ve de cinsel tercihten dolayı herhangi bir grubu tehdit eden veya saygısızlık yansıtan kamuya açık açıklamalar" olarak tanımlıyor İsveç yasası, nefret söylemini.  
ABD’de ise sorun yasa çıkarmaktan çok nefret söyleminin kurumlarca belirlenen ilkeler çerçevesinde engellenmesini öngörüyor. Üniversiteler ve basın kurumları bu konuda başı çekiyor.
Japonya bu alanda sabıkalı ve aynı zamanda tarihi ile yüzleşmeyi reddeden ülkeler arasında. Polonya, İzlanda, İrlanda, Finlandiya, Ürdün, Danimarka nefret söylemi konusunda yasal düzenleme yapmış ülkeler arasında. Sırbistan ve Hırvatistan da, yaşanan acı dolu 90’lı yıllardan sonra nefret söylemini engellemeye yönelik düzenlemeler yaptılar.


Nefrete bahane çok!
Türkiye’de nefret söylemi, sadece "bilinçsiz" yurttaşlar tarafından değil, bizzat devleti yönetenler ve siyaset yapanlar tarafından pervasızca kullanıldı ve kullanılmaya devam ediyor. Bir cemaati ifade eden Rumluk, Ermenilik, Yahudilik, Yahudi inancı kökenli Sabetaycılık, Kürtlük, Süryanilik, Êzîdîlik, Alevilik "şeytanlaştırıldı." Farklı farklı zamanlarda olduğu gibi aynı zamanlara da denk düşebildi bütün bunlar. Bugün bunu, yakın geçmişte iktidarın müttefiki olan Gülen cemaati yaşıyor. Sistem içinde herkesin bir gün sırası gelebiliyor. Sonunda herkesin temel haklara ihtiyacı olabildiği gibi, nefret söylemi ile herkes kurbanlaştırılabiliyor.
1960 darbesi sonrası DP’lilere, onların aile ve çocuklarına "düşükler" diye hakaret edildiğinin ve ötekileştirildiklerinin bizzat orta okul yıllarında tanığıyım ben de. İstanbul’da tramvayda, vapurda ana dilini konuşan Rum ve Ermeni yurttaşlara, nasıl aşağılayıcı biçimde "Türkçe Konuş!" diye müdahale edildiğinin de tanığıyım. 6-7 Eylül Pogromu'na nefret söylemi ile nasıl yol açıldığının da tanığıyım, daha 7 yaşında. Kıbrıs sorunu nedeniyle günlük hayat içinde nefret söylemi yanında, zaman zaman fiziki şiddete de başvurularak İstanbul Rumlarının eriyen bir buz kitlesi gibi eriyerek yok olduğunun da tanığıyım. Süryani/Asuri arkadaşlarımdan Mardin'de, Midyatta nasıl "Makorios’un …i!" diye saldırıya uğradıklarını az mı dinledim, 1955 yılında. Aynı yıl, üzerinde Makorios yazılı zavallı bir eşeğin nasıl linç edildiğini de, Arap Alevi, Ortodoks Arap arkadaşlarımdan dinlemiştim kaç kere.
1960’lı yılların ikinci yarısında devlet destekli Komünizmle Mücadele Dernekleri, bu kez solu ve sosyalizmi şeytanlaştırmakla meşguldu. Eski cumhurbaskanının memleketi Kayseri’de TÖS mensubu öğretmenler ateşe verilmeye kalkışıldı. Sonra bu amaçlarına 1993 yılında Sivas’ta 37 can alarak nail oldular. Ona provokatif yanıt olarak sunulan Başbağlar köylülerinin de kimlikleri dışında ne "suçları" vardı?
Eylem merkezi seçilen camilerde, Cuma namazı için bir araya gelen insanlar, hangi nefret söylemleri ile hedef gösterilen toplumlara saldırtıldı? Bu hedef Maraş’ta 1896 yılında Ermeniler olmuştu. 1978 yılında ise, nefret söyleminin hedefi Maraş’ta Aleviler ve solculardı.
Ergenekon olayı ile birlikte, nefret söylemi hedef olarak Kürtler yanında Hıristiyan azınlıkları, onların dini liderlerini ve misyonerleri de almıştı. Mekanizma hep benzer biçimde işliyordu. Ve hala da işlemediği söylenemez.
Öcalan İtalya’da mı, İtalyan kurumlarına saldır, mallarını boykot et, ayaklar altında çiğne. Öcalan Davası sırasında Mudanya sokaklarında toplanan güruhun ortak dili nefret söylemiydi. İntikam, kan davası, öç alma, linç kokuyordu Mudanya sokaklarındaki gösteriler. Orada davayı muhalif gazeteci olarak izlemek linç edilmeyi göze almakla birebirdi. Davayı izlemek isteyen yurtseverler ise, kurulan ablukaları aşamıyordu. Ama nefret söylemine bütün kapılar açıktı. İdam kararının alındığı gün, sanki bir zafer kazanılmış gibi idam kutsanıyordu. Bu tıpkı putperestlerin insan kurban etme şenliklerini andırıyordu.
Nerelerden nerelere geldik. Bugün barış sürecinin dile alınması bile bir mucize. Bugünlere ne bedeller ödenerek gelindi, ne kurbanlar verildi. İzmit’te polisin gözetimi altında HEP binasını abluka altına alan güruh, nefret söyleminin histerisiyle ABD’de siyahları linç eden Ku Klux Klan’ın linç ritüeli ile kurban ediyordu yurtsever öğretmeni.
Aynı kafa, 1922 Eylül'ünde bir sokak güruhuna nefret söylemiyle İzmir Rumlarının dini lideri Hrosostomos’u linç ettirmiyor muydu? Sakalları, saçları yolunuyor, parmakları kırılıyordu, Fransız bahriyelilerinin nezareti altında. 1922 Ekim'inde ise İttihatçı soykırım organizatörlerini tutuklama cesareti gösteren eski İçişleri Bakanı, gazeteci Ali Kemal İstanbul’da gün ortası kaçırılıp İzmit’te sakalı yolunası Koçgiri ve Pontos kasabı Nurettin Paşa tarafından linç emri alan bir güruha teslim ediliyordu. 1965 yılında bu güruhların torunları nefret söylemiyle, vahşi haykırışlarla, "Komünistler Moskova’ya" diyerek yine öğretmen Adnan Cemgil’i linç ediyorlar; ama bu değerli aydın nasılsa sağ kalıyordu. Oğlu Sinan ise 1971 yılında Nurhak Dağı'nda infaz edilecek, çıplak bedeni övünülerek sergilenecekti.
1995 yılında Srebrenitsa kentinde yanlış koridor açan Hollanda askeri, sivil halkın katliamını hiç hareketsiz izlemiyor muydu? İzmir yakılırken, onbinlerce sivil denize dökülürken, limanda bekleyen müttefik ülkeler filosu sakin gözlerle "temizliğin" bitmesini beklemiyor muydu? Olmaz olsun toplarını belki bir kez ateşleseler, katliam için caydırıcı bir etkisi olacaktı.
Nasıl olduysa, Kobanê’deki direnişin kalıcı olduğunu görünce, kurtarıcı rolüne soyunup DAİŞ islamofaşistlerini bombalamaya başladılar. Çünkü artık mızrak çuvala sığmıyordu ve 11 Eylül’ün gösterdiği gibi bu tehdit kendilerini de vuracaktı. Herkes eli kolu bağlı Kobanê’nin düşmesini bekledi. Ama Kobanê direnişi, Körfez Savaşı'nın hazırlıksız Kürt kent ayaklanmalarına benzemiyordu. Ölümüne direndi ve diğer kantonlar da herhangi bir saldırıya karşı ölümüne direnecek.
Evet, Kürtlerin direnişinin Körfez Savaşı'ndan bu yana "kazananlar" arasında yer alması, kuzeydeki 30 yılı aşkın büyük direniş, ağır bedel ödenerek sağlanan kazanımlar, bir yandan da Kürtlere karşı nefret söyleminin artmasına neden oluyor. 
Bugün Kürtler, Yahudi halkı ile birlikte Ortadoğu coğrafyasında en fazla nefret söylemine maruz kalan halk konumuna yükselmiş vaziyette.
Ortadoğu’ya antisemitizmin girişi hemen 1.Dünya savaşı sonrasıdır. İngilizler Birleşik Suriye Arap Krallığı'nın yükselişini engellerken coğrafyayı parçalara ayırdı. Filistin mandası da bir İngiliz eseridir. İsrail adı kadar Filistin adı da antik tarihlere aitti. Ve sonunda Arap ve Yahudi milliyetçiliği aynı topraklar için kavga vermeye başladı. Aynı oyun Kıbrıs’ta ve Irak’ta da yenilendi. Batı ise arabulucu olarak, barış gücü olarak emre amade idi. Böylece Arap milliyetçiliğinin hedefi İngiliz kolonyalizminden Yahudilere kaydırılmış oldu. Daha sonra ise nazizmin Almanya’da yükşelişiyle Arap milliyetçiliği ile arada bağlantılar da kurulmuş oldu. Kudüs Müftüsü artık Berlin'lerde gezmelerde idi, Yahudi yerleşimlerine son verilebilmesi için. Yahudilerin Irak’taki varlığı ise, ta kadim zamanlara gitmekte idi. Bağdat’ıyla, Süleymaniye’si, Musul’u, Erbil’iyle...
Daha ortada Filistin sorunu falan yoktu ama 1941 yılında Alman desteği ile ayaklanan Arap milliyetçileri ilk iş olarak Yahudi mahallesine saldırmakta idi. 2. Dünya Savaşı sonrasında da Avrupa, soykırıma karşın sağ kalan Yahudileri bağrına basmadı. Onların vatan olarak kadim topraklarına dönmeleri Avrupa’nın da işine geldi. İsrail’in kurucu kuşağı, Avrupa’da nazizme karşı direnişten gelen kuşaktı. İngiliz kolonyalizmine karşı Filistin manda topraklarında silahlı mücadeleyi başlatan onlar oldu. Arap milliyetçiliğinin hedefi "Yahudileri denize dökün"dü.
Bu direngen halk karşısında Arap devletleri defalarca utanç verici yenilgilere uğradı. Sonunda BM’nin 1947'de, Arap ve Yahudi devletinden oluşan Filistin devletine evet dediler ama artık çok geçti. FKÖ ile sonunda oturulan barış masasını ise, İsrail’in savaş ağaları devirdi. Hamas’ın önü açıldı. Bir yandan FKÖ’nün yolsuzluklar içinde çürüyüşü, öte yandan Hamas’ın sivil asker ayrımı yapmayan saldırıları ve en son DAİŞ’in yükselişi, İsrail’in elini çok rahatlattı. Af Örgütü'nün gerek İsrail’i gerekse Hamas’ı sivil halka karşı savaş suçu işlemekle suçlayan raporu bence dengeli ve yerinde. Hamas’ın sivil alanlardan havalandırdığı roketlerle İsrail’deki sivil alanları bombalamasının, bütün bölgeyi askeri hedef haline getirdiği için sorumluluk payı unutulmamalı.
Gazze Şeridi 1967 savaşı öncesi Mısır kontrolünde idi, Batı Şeria ve Doğu Kudüs ise Ürdün kontrolünde. Keşke öyle kalsaydı. Nasır önderliğindeki Arap milliyetçiliği keşke 1967 savaşını provoke etmeseydi.
Bugün antisemitizm Batı'da geriler ve kontrol altında iken onun nefret söylemini artık Arap dünyasının da ötesinde İslam dünyası almış vaziyette. Artık Arap dünyasının günlük hayat dilinde "Yahud" adeta şeytanla eş bir kavramdır. Aslında ticaretin tıkırında olduğu Batı'nın da suçu yoktur! Suçlu Yahud’dur ve çağımızın Roma'sı olan ABD’yi kandıran ve yöneten de "Yahud"dur. Bu 1930’ların Avrupa’sındaki antisemitizmi andırmaktadır. Sisteme yönelik öfke ve kini kendi üzerinden kaydıran yine Yahudi düşmanlığı olmuyor mu?
Körfez Savaşı'ndan sonra Ortadoğu'nun otantik Hristiyan halkları ağır bedeller ödedi. Galiba Anadolu’nun Hristiyanlıktan arındırılma projesi Ortadoğu’da da bir gerçeklik haline gelecek. İnşallah gelmez. Ama sadece Hristiyanlar mı? Êzîdîlerden Sabilere, Şemsilere, delta insanlarına, insanlığın bize tarihin kadim dönemlerinden emanet ettiği birçok halk da tehdit altında; yeni cihat savaşları arasında yok olma eşiğinde. 
Yahudi halkıyla birlikte Arap milliyetçiliği ve cihatçılık tarafından "yeni şeytan" ilan edilen halk ise Kürtler. Üç güçlü kadim imparatorluğun kesişen toprakları üzerinde yükselen ve bugün yine üç şiddetli milliyetçiliği karşısında bulan Kürt halkı, potansiyel jenosid tehdidi altında olan halklar arasında sayılıyor. Her üç parçada da nefret söylemi dizginlerinden boşalmış vaziyette. Antikürdizm, antisemitizm düzeyine yükselmedi ama onunla benzeşiyor. Bugünün Türkiye’sinde klasik milliyetçilerden kemalistlere, ulusal solculardan islamcılara kadar antisemitizm bir salgın hastalık gibi. Benzeri durum Arap milliyetçisi ya da İslamcı dünyasında da var. İran geleneksel olarak bu planda biraz daha geride ve ihtiyatlı denebilir. Reformistlerle birlikte anti İsrail politikalarının ve antisemitizmin dozajı azaldı. Türkiye’de ise acaip biçimde arttı. Benzeri bir durum Ermeni Soykırımı'ndan bahsedince ya da Kürtlerin temel haklarına değinince de yaşanabiliyor. Birçok eski solcu, yükselen ulusalcılığın etkisiyle Ermeni Soykırımı'ndan bahsedince tüylerinin dikildiğini hissediyor; ama hala enternasyonalist olduğunu sanıyor. Bu, Kürtler açısından da geçerli. 1971 direniş geleneğini ve Kürt-Türk ve diğer kökenlerden sosyalistlerin birlikteliğini TİP’in şanlı günlerindeki gibi canlandırmaya başlayan HDP projesinden bir kısım "sol"un hala uzakta kalması; parti-cephe geleneği ete kemiğe bürünmüşken, o gelenekten geldiğini iddia ederek retçi bir tavır alması anlaşılır bir şey değil. Vedat Türkali’nin soylu komünist duruşu da mı onlara bir şey anlatmıyor? Ve onların, elbette "nefret söylemi" gibi bir dertleri de yok!
http://yeniozgurpolitika.info/index.php?rupel=nuce&id=35594


No comments:

Post a Comment