“Devrim ya
ruhunuzdadır ya da hiçbir yerde değildir.” — Ursula K. Le Guin
İnsanoğlunun
iyi, güzel olarak tanımladığı şeylere rağmen bağrında taşıdığı yenik, umutsuz
ve karamsar bir yanı vardır. Ki bunlar iyi, güzel olana yüklenen değerin alt
yapısını da oluştururlar. Bu iki yan arasında bir salıncaktır yaşam… Şairin de
dediği gibidir yani; “Elbette umutsuzluğa düşerim bazen, elbette umutluyum her
zaman!” İşte budur çokça kez ahvalimiz. Hem ikircikli bir savaşım, hem de ne
diyalektik dengedir bu!
Karamsarlığın
ağır bastığı zamanlar anlamsız gelir bütün bir yaşamınızı oluşturan köşe
taşları… Üretim ilişkilerinizin, sevgililerinizin, arkadaşlarınızın,
ailelerinizin ve daha birçoklarının bir emek, ilgi, vefa, sevgi gibi şeyleri
daha çok hep sizden beklemesi/istemesi sizi yorar böylesi zamanlarda… Modern
bir hamalsınız işte; şık, lezzetli ama bir o kadarda ucuz… Ve pahalı
orospuların banka tuşlarıyla yöneterek tütsülediği bu çağda, insan olma
yetileri ve ilişkilerinin ortasına damgasını vurmuş bencillik duygusuyla bir
baş ucu kadar yakın eller tarafından boğulursunuz. Kafalara kara bulutlar
çöker. Şarkılar susar, filmler bozulur… Peşine küçük burjuva fikirler takan
umutsuzluk bayrağı göndere çekilir…
Ne zaman
salıncağım böylesi karamsarlığın bir karaçalısına takılsa; rüzgârın soylu
telaşına tekrar katılıp, ileriye doğru akışımı sağlayacak dermanı, bilincimin
en ulaşılmaz yerlerinde sakladığım anılarda ararım… Hepinizin doğrulmasını
sağlayan bilimsel ya da mistik bir derman aşısı yok mu? Peşinen cevaplayayım,
kesin vardır! Eğer, olmasaydı şu aralar pek ‘trend’ olan intihar notlarınızı,
videolarınızı paylaşırdınız sosyal medya sahalarında. Benim böylesi anlarda,
olur olmaz yerde bilinç perdeme gelecek güzel günlere olan sarsılmaz bir
inançla gecekondu yokuşlarını adımladığım zamanlar düşer sık sık. Acı
çekebileceğim sorular sordurur, derman aşısı olur.
Anımsıyorum…
Ve işte
zihnimi o acemi adımların kararlılığına, hiçbir şeyde tadını bulamadığım o
heyecana yaslarım. Ana-baba hasretliği çekerdim. Parkamın sökülen koltuk
altında anamı, pabucumun su alan yarığında babamı arardım. Sızılar, hepsini o
an için bir kıyıya bırakır, bir yokuştan inip diğerine tırmanırken kapısını
çaldığım damlarda karşıma çıkan ve gözlerimin ta diplerine bakan çilekeş
yüzlerde görürdüm onları… Aynı dertler, aynı çizgiler, aynı sıcaklık. Küçülmüş
sönük gözlerde aynı devasa karanlık ve içinde onu yutakalmış o aynı ufak
parıltı… Konuğunu evlat gören, yer sofrasında yer açılan, yer ortasında yatak
açılan o yıldızlı gönül kapısı. Bilincin duygudan hep bir adım geride kaldığı,
buna denkleş yolun öznesi değil konuğun destekçisi olma eylemleri. Evrenin
içinde bir yerlerde dönüp duran o topal yürüyüş… Lakin bu destek ile sürekli
çelik ışıltılı bir umut saçan, tanrıların kıskandığı o muazzam inanç yoğunlaşması;
beyninin her hücresini saran çelişkiye antagonizma rütbesini kazandırır. Vurur
yüzüne boş sofra, yırtık pabuç. ‘Yeter’ der, bağrında ki mavilikleri
tutuşturur. Diyalektik, gençliğinin dinamizmiyle mavi bağları buluşturur. Artık
tahrip gücün yüksektir! Denersin, tek başına bir şey ifade etmez. Şaire kulak
verirsin de koşarsın ummanına… Koşarsın…
İrkiliyorum…
Hayır.
Sıradan bir anı anımsama değil bu. Benliğim bana bir işaret fişeği çakıyor,
zihnim dehlizlerinden orta yere büyük anlamlar taşıyan küçük mücevherler
çıkarıyor. Beni bunlarla taşlıyor. Cazibeli dürtüsüyle sarhoş ediyor. O malum
çizgide kalan bedenimi çıplak kılarak beni tarafına çekiyor… Anı sığınağından apar topar çıkarken
Kafka’nın metamorfozu bir düş anaforu yaratmış kapımda bekliyor.
Bakıyorum…
Böcek değil
onlarca örümcek… Tımarhane ve hapishane pençeleri arasında silik, ipince
ağlarıyla savrulan yalnız örümcekler… Ağlarını bir teslim alma salıncağına
çeviren ve bu iki kapatılma mekânı arasında savuran o kahreden malum rüzgâr
ortasında kalakalmış örümcekler… Bu durumdan kurtuluşlarının ancak yeni ağlar
örerek, diğer ağlarla birleşerek olacağı inancı taşıyan ve böylece oluşacak
yolu arayan örümcekler… Kentlerin kuytu köşelerine, köylerin tavan aralarına,
dağların kör mağaralarına dek ayrışmış ve deli gibi benzeşlerini arayan
örümcekler… Bacakları ve adımları her daim uzun ve geniş, kafaları ise o kadar
küçük kalmış örümcekler…
Anlıyorum…
Bize
karanlıkta olduğumuz öğretildi ve ışığa yürümek için ihtiyacımız olan fener
büyük fedakârlıklarla verildi. Yolu nasıl yürüyeceğimiz gösterildi. Karşımıza
nelerin çıkacağı ve hangi şartlar altında onları aşacağımız acı deneylerle
sergilendi. Bir elimizde feneri tutarken diğer elimize tüm bunların kan ve irin
damlalarıyla not edildiği bir kâğıt verildi. Dizlerimizin dermansız kalacağı,
belki de düşeceğimiz ama hep bir solukta kalkabileceğimiz söylendi. Sen sadece
‘yürü’ dendi. Sadece yürü…
Bağırıyorum…
Devrim
nazlıdır. Çok istemekle ya da çağırmakla gelmeyecek kadar aşığını usandırandır.
Sizin ona gittiğiniz kadar size gelendir. Köy evlerinin sıvası dökülmüş
duvarlarına yaslanan konuğun sırtındaki gizdedir. Gecekondu yollarını
arşınlayan ayaklardaki çamur bulanmış paçalarda gizlidir. Kaypakkaya’nın önüne
sunulan yeşil soğan ve bir parça ekmektir. Bazen Emine ananın sapanı, bazen de
Kazova’da dikilen kazağın makinesi ve her zaman için Suphi Nejat’ın iktidara
çağırdığı hayalgücüdür o.
No comments:
Post a Comment