Friday, 7 November 2014

Toplumsal İkirciklerin Biricik Zihinlerde Savaşımı I Volkan Dağyeli



“Devrim ya ruhunuzdadır ya da hiçbir yerde değildir.” — Ursula K. Le Guin

İnsanoğlunun iyi, güzel olarak tanımladığı şeylere rağmen bağrında taşıdığı yenik, umutsuz ve karamsar bir yanı vardır. Ki bunlar iyi, güzel olana yüklenen değerin alt yapısını da oluştururlar. Bu iki yan arasında bir salıncaktır yaşam… Şairin de dediği gibidir yani; “Elbette umutsuzluğa düşerim bazen, elbette umutluyum her zaman!” İşte budur çokça kez ahvalimiz. Hem ikircikli bir savaşım, hem de ne diyalektik dengedir bu!

Karamsarlığın ağır bastığı zamanlar anlamsız gelir bütün bir yaşamınızı oluşturan köşe taşları… Üretim ilişkilerinizin, sevgililerinizin, arkadaşlarınızın, ailelerinizin ve daha birçoklarının bir emek, ilgi, vefa, sevgi gibi şeyleri daha çok hep sizden beklemesi/istemesi sizi yorar böylesi zamanlarda… Modern bir hamalsınız işte; şık, lezzetli ama bir o kadarda ucuz… Ve pahalı orospuların banka tuşlarıyla yöneterek tütsülediği bu çağda, insan olma yetileri ve ilişkilerinin ortasına damgasını vurmuş bencillik duygusuyla bir baş ucu kadar yakın eller tarafından boğulursunuz. Kafalara kara bulutlar çöker. Şarkılar susar, filmler bozulur… Peşine küçük burjuva fikirler takan umutsuzluk bayrağı göndere çekilir…

Ne zaman salıncağım böylesi karamsarlığın bir karaçalısına takılsa; rüzgârın soylu telaşına tekrar katılıp, ileriye doğru akışımı sağlayacak dermanı, bilincimin en ulaşılmaz yerlerinde sakladığım anılarda ararım… Hepinizin doğrulmasını sağlayan bilimsel ya da mistik bir derman aşısı yok mu? Peşinen cevaplayayım, kesin vardır! Eğer, olmasaydı şu aralar pek ‘trend’ olan intihar notlarınızı, videolarınızı paylaşırdınız sosyal medya sahalarında. Benim böylesi anlarda, olur olmaz yerde bilinç perdeme gelecek güzel günlere olan sarsılmaz bir inançla gecekondu yokuşlarını adımladığım zamanlar düşer sık sık. Acı çekebileceğim sorular sordurur, derman aşısı olur.



Anımsıyorum…

Ve işte zihnimi o acemi adımların kararlılığına, hiçbir şeyde tadını bulamadığım o heyecana yaslarım. Ana-baba hasretliği çekerdim. Parkamın sökülen koltuk altında anamı, pabucumun su alan yarığında babamı arardım. Sızılar, hepsini o an için bir kıyıya bırakır, bir yokuştan inip diğerine tırmanırken kapısını çaldığım damlarda karşıma çıkan ve gözlerimin ta diplerine bakan çilekeş yüzlerde görürdüm onları… Aynı dertler, aynı çizgiler, aynı sıcaklık. Küçülmüş sönük gözlerde aynı devasa karanlık ve içinde onu yutakalmış o aynı ufak parıltı… Konuğunu evlat gören, yer sofrasında yer açılan, yer ortasında yatak açılan o yıldızlı gönül kapısı. Bilincin duygudan hep bir adım geride kaldığı, buna denkleş yolun öznesi değil konuğun destekçisi olma eylemleri. Evrenin içinde bir yerlerde dönüp duran o topal yürüyüş… Lakin bu destek ile sürekli çelik ışıltılı bir umut saçan, tanrıların kıskandığı o muazzam inanç yoğunlaşması; beyninin her hücresini saran çelişkiye antagonizma rütbesini kazandırır. Vurur yüzüne boş sofra, yırtık pabuç. ‘Yeter’ der, bağrında ki mavilikleri tutuşturur. Diyalektik, gençliğinin dinamizmiyle mavi bağları buluşturur. Artık tahrip gücün yüksektir! Denersin, tek başına bir şey ifade etmez. Şaire kulak verirsin de koşarsın ummanına… Koşarsın…

İrkiliyorum…

Hayır. Sıradan bir anı anımsama değil bu. Benliğim bana bir işaret fişeği çakıyor, zihnim dehlizlerinden orta yere büyük anlamlar taşıyan küçük mücevherler çıkarıyor. Beni bunlarla taşlıyor. Cazibeli dürtüsüyle sarhoş ediyor. O malum çizgide kalan bedenimi çıplak kılarak beni tarafına çekiyor…  Anı sığınağından apar topar çıkarken Kafka’nın metamorfozu bir düş anaforu yaratmış kapımda bekliyor.

Bakıyorum…

Böcek değil onlarca örümcek… Tımarhane ve hapishane pençeleri arasında silik, ipince ağlarıyla savrulan yalnız örümcekler… Ağlarını bir teslim alma salıncağına çeviren ve bu iki kapatılma mekânı arasında savuran o kahreden malum rüzgâr ortasında kalakalmış örümcekler… Bu durumdan kurtuluşlarının ancak yeni ağlar örerek, diğer ağlarla birleşerek olacağı inancı taşıyan ve böylece oluşacak yolu arayan örümcekler… Kentlerin kuytu köşelerine, köylerin tavan aralarına, dağların kör mağaralarına dek ayrışmış ve deli gibi benzeşlerini arayan örümcekler… Bacakları ve adımları her daim uzun ve geniş, kafaları ise o kadar küçük kalmış örümcekler…

Anlıyorum…

Bize karanlıkta olduğumuz öğretildi ve ışığa yürümek için ihtiyacımız olan fener büyük fedakârlıklarla verildi. Yolu nasıl yürüyeceğimiz gösterildi. Karşımıza nelerin çıkacağı ve hangi şartlar altında onları aşacağımız acı deneylerle sergilendi. Bir elimizde feneri tutarken diğer elimize tüm bunların kan ve irin damlalarıyla not edildiği bir kâğıt verildi. Dizlerimizin dermansız kalacağı, belki de düşeceğimiz ama hep bir solukta kalkabileceğimiz söylendi. Sen sadece ‘yürü’ dendi. Sadece yürü…

Bağırıyorum…


Devrim nazlıdır. Çok istemekle ya da çağırmakla gelmeyecek kadar aşığını usandırandır. Sizin ona gittiğiniz kadar size gelendir. Köy evlerinin sıvası dökülmüş duvarlarına yaslanan konuğun sırtındaki gizdedir. Gecekondu yollarını arşınlayan ayaklardaki çamur bulanmış paçalarda gizlidir. Kaypakkaya’nın önüne sunulan yeşil soğan ve bir parça ekmektir. Bazen Emine ananın sapanı, bazen de Kazova’da dikilen kazağın makinesi ve her zaman için Suphi Nejat’ın iktidara çağırdığı hayalgücüdür o.

No comments:

Post a Comment