Wednesday, 26 November 2014

Acıyı inceltmek | Gönül Kıvılcım

Onun nasıl anlatacağını bilemediği acı dolu bir hikâyesi var.  Küçük yaşta babasını kaybeden müzisyen Emrah’ın hayat yolculuğuna gönderme yapan hamburger reklamındaki slogan türünden bir acı: Benim acım bana yeter.

Yetmiyor anlaşılan. Hâlâ dışarıda oturulabilen ılık bir Kasım gecesi açlık kendini duyurduğunda iki dürüm ısmarlıyoruz, onunki daha acılı. İkimiz de açız, hayata, şehrin girdabında dönüp duran olasılıklara, özlemini duyup adını koyamadığımız şeylere.  Kâğıda sarılıp getirilmiş sıcacık dürümlerimizden ağız dolusu lokmalar alıyor, cam kupadaki çayımızı yudumluyoruz. Vicdan nedir senin için, diye atıyor ortaya soruyu, öyle keyfin nasıl der gibi, iki lokma arasında. Yutkunurken nereye varmak istediğini tartıyorum kafamda. Yan masada yalnız bir genç, gözleri gelen mesajlarda birasını başına dikiyor.

Gerçi adını söylediği o yükü ben de taşıyorum hep sırtımda, hatta ağırlığından iki büklüm olduğumda dayanamayıp sevdiğim birileri ortak olsun, el versin diye bakıyorum etrafıma. Ama kendi renginden birkaç ton açtırdığı bakımlı saçları ve acısından hiçbir iz taşımayan şiirli adıyla arkadaşımın sormak istediği asıl soru bu mu gerçekten?

Bastırdığımız belki ölene dek hiç sormayacağımız sorularla yüklü bir hayat. Karşılaşmalarımızda sık sık başının ağrıdan çatladığını söyleyen başka bir dostuma dilimin ucuna gelse de soramadığım o soru: “Ağrın aslında nerende senin?”  Babalarımızın değdiği yerler ağrır, ya da değmediği. Annelerimizin kederini taşırız farkında olmadan bacaklarımızda. Onun bacaklarının sızladığı yerden ağrır bedenimiz. Diğer çocuklardan farklılıklar, “normal”den sapmalar gösteren çocuğumuzun hastalığının gölgeleri vurmayabilir yüzümüze ancak derinlerde bir yerde zonklayan ağrının tesiriyle tedirgin edici sorular sorarız başkalarına.

gunestutulmasiJohn Banville, bir travmayı, hayatımızın asıl meselesini, derinlerdeki ağrıyı anlatmanın zarif ama okuru kıskıvrak yakalayan yollarını keşfetmiş yazarlardan. Bir üçlemenin ilk kitabı olan Güneş Tutulması, satır aralarında acıyı inceltmenin mümkün olup olmadığını sorguluyor. 2005′te Man Booker ödülünü kazanan İrlandalı yazar,  kahramanı Alexander Cleave’in hayatındaki güneş tutulmasını, onu geçmişe, çocukluğunun evine sürükleyerek anlatırken ansızın boşalıyor gerilen yay: “Mutluluk incelmiş bir acı değildir de nedir?” diye sorma yürekliliğini gösteriyor yazar.

Aktör Cleave’in mutsuzluğunun kaynağı gibi görünen kızı Cass’e sarıldığı bir anda sorulmuş bu soru bir itiraf aynı zamanda. Ve Banville’in kahramanın acısının üstünde kalın bir kabuk var, o kabuğu soymak, romandaki hayaletlerden gerçeklere varmak zaman alıyor. Bazen yolu yitirerek, sonra tekrar bularak anlatılmaz olanı anlatılır kılıyor müthiş üslupçu Banville.

Yazara ödül kazandıran romanı Deniz‘de, karısının hastalığını çocukluk anılarıyla iç içe dile getiren anlatıcı Max Morden, “Geçmiş içimde ikinci bir kalp gibi atıyor” diyor.

Geçmiş, hem de kapkara bir geçmiş nereye giderse gitsin, kimin karşısında oturursa otursun, ince sigaralardan kaç tane içerse içsin, istediği kadar yaşananlar yaşanmamış gibi başını hep dik tutsun onun içinde de atıyor. Şehrin sokaklarında el kaldırıp hayati sorular sormak isteyen kadının içinde. Şimdilik susuyor karşımda.

Belli ki bir tuzağa konmuş peynirin etrafında dönen fareler gibi dönüyor acısının etrafında. Tuzağa kapılmadan nasıl anlatılır geçmiş? Bacağımızı, kollarımızı, kuyruğumuzu metal kapanlara sıkıştırmadan, travmanın ayrıntıları arasında kaybolmadan, ama o ayrıntılara sahip çıkarak nasıl sorarız asıl soruları?

Ailenin, içine doğduğumuz yuvaların, hayatın kırılganlığını anlatmak. Soruların çoğu oralarda gizli çünkü, o dar üçgenlerin içinde.

“Beni her zaman hayrete düşüren şey yuva ve yumurta arasındaki zıtlıktı, demek istediğim her ne kadar iyi veya güzel yapılmış olsa da yuvanın verdiği tamamlanmamışlık duygusu ve yumurtanın tamamlanmışlığı, bozulmamış bütünlüğünün zıtlığıydı” diyor Banville, Max Morden’ın ağzından Deniz’de.

Derken hayat yumurtaların da kırılabilir, ezilebilir olduğunu gösteriyor, defalarca hem de.

Arkamızdaki barda gürültülü bir şeyler çalıyor. Hâlâ asıl soruyu bulamamış olmanın hırçınlığıyla yakıyor yeni sigarayı. Onun öyküsü on üç yaşında İstanbul’dan uzak bir yerlerde başlıyor. Babasının ölümüyle. Bu kadarını biliyorum. Boşluk daha öncesi. “Dokunduğum bütün adamlar babamdı aslında” diyor. Bundan sonrası da boşluk.

Sormak istediği asıl soruya gelince. Belki de önce acının inceltilmesi gerekir.


Gönül Kıvılcım - edebiyathaber.net (19 Kasım 2014)

No comments:

Post a Comment