Onun nasıl
anlatacağını bilemediği acı dolu bir hikâyesi var. Küçük yaşta babasını kaybeden müzisyen
Emrah’ın hayat yolculuğuna gönderme yapan hamburger reklamındaki slogan
türünden bir acı: Benim acım bana yeter.
Yetmiyor
anlaşılan. Hâlâ dışarıda oturulabilen ılık bir Kasım gecesi açlık kendini
duyurduğunda iki dürüm ısmarlıyoruz, onunki daha acılı. İkimiz de açız, hayata,
şehrin girdabında dönüp duran olasılıklara, özlemini duyup adını koyamadığımız
şeylere. Kâğıda sarılıp getirilmiş
sıcacık dürümlerimizden ağız dolusu lokmalar alıyor, cam kupadaki çayımızı
yudumluyoruz. Vicdan nedir senin için, diye atıyor ortaya soruyu, öyle keyfin
nasıl der gibi, iki lokma arasında. Yutkunurken nereye varmak istediğini tartıyorum
kafamda. Yan masada yalnız bir genç, gözleri gelen mesajlarda birasını başına
dikiyor.
Gerçi
adını söylediği o yükü ben de taşıyorum hep sırtımda, hatta ağırlığından iki
büklüm olduğumda dayanamayıp sevdiğim birileri ortak olsun, el versin diye
bakıyorum etrafıma. Ama kendi renginden birkaç ton açtırdığı bakımlı saçları ve
acısından hiçbir iz taşımayan şiirli adıyla arkadaşımın sormak istediği asıl
soru bu mu gerçekten?
Bastırdığımız
belki ölene dek hiç sormayacağımız sorularla yüklü bir hayat. Karşılaşmalarımızda
sık sık başının ağrıdan çatladığını söyleyen başka bir dostuma dilimin ucuna
gelse de soramadığım o soru: “Ağrın aslında nerende senin?” Babalarımızın değdiği yerler ağrır, ya da
değmediği. Annelerimizin kederini taşırız farkında olmadan bacaklarımızda. Onun
bacaklarının sızladığı yerden ağrır bedenimiz. Diğer çocuklardan farklılıklar,
“normal”den sapmalar gösteren çocuğumuzun hastalığının gölgeleri vurmayabilir
yüzümüze ancak derinlerde bir yerde zonklayan ağrının tesiriyle tedirgin edici
sorular sorarız başkalarına.
gunestutulmasiJohn
Banville, bir travmayı, hayatımızın asıl meselesini, derinlerdeki ağrıyı
anlatmanın zarif ama okuru kıskıvrak yakalayan yollarını keşfetmiş yazarlardan.
Bir üçlemenin ilk kitabı olan Güneş Tutulması, satır aralarında acıyı
inceltmenin mümkün olup olmadığını sorguluyor. 2005′te Man Booker ödülünü
kazanan İrlandalı yazar, kahramanı
Alexander Cleave’in hayatındaki güneş tutulmasını, onu geçmişe, çocukluğunun
evine sürükleyerek anlatırken ansızın boşalıyor gerilen yay: “Mutluluk incelmiş
bir acı değildir de nedir?” diye sorma yürekliliğini gösteriyor yazar.
Aktör
Cleave’in mutsuzluğunun kaynağı gibi görünen kızı Cass’e sarıldığı bir anda
sorulmuş bu soru bir itiraf aynı zamanda. Ve Banville’in kahramanın acısının üstünde
kalın bir kabuk var, o kabuğu soymak, romandaki hayaletlerden gerçeklere varmak
zaman alıyor. Bazen yolu yitirerek, sonra tekrar bularak anlatılmaz olanı
anlatılır kılıyor müthiş üslupçu Banville.
Yazara
ödül kazandıran romanı Deniz‘de, karısının hastalığını çocukluk anılarıyla iç
içe dile getiren anlatıcı Max Morden, “Geçmiş içimde ikinci bir kalp gibi
atıyor” diyor.
Geçmiş,
hem de kapkara bir geçmiş nereye giderse gitsin, kimin karşısında oturursa
otursun, ince sigaralardan kaç tane içerse içsin, istediği kadar yaşananlar
yaşanmamış gibi başını hep dik tutsun onun içinde de atıyor. Şehrin
sokaklarında el kaldırıp hayati sorular sormak isteyen kadının içinde. Şimdilik
susuyor karşımda.
Belli ki
bir tuzağa konmuş peynirin etrafında dönen fareler gibi dönüyor acısının
etrafında. Tuzağa kapılmadan nasıl anlatılır geçmiş? Bacağımızı, kollarımızı,
kuyruğumuzu metal kapanlara sıkıştırmadan, travmanın ayrıntıları arasında
kaybolmadan, ama o ayrıntılara sahip çıkarak nasıl sorarız asıl soruları?
Ailenin, içine
doğduğumuz yuvaların, hayatın kırılganlığını anlatmak. Soruların çoğu oralarda
gizli çünkü, o dar üçgenlerin içinde.
“Beni her
zaman hayrete düşüren şey yuva ve yumurta arasındaki zıtlıktı, demek istediğim
her ne kadar iyi veya güzel yapılmış olsa da yuvanın verdiği tamamlanmamışlık
duygusu ve yumurtanın tamamlanmışlığı, bozulmamış bütünlüğünün zıtlığıydı”
diyor Banville, Max Morden’ın ağzından Deniz’de.
Derken
hayat yumurtaların da kırılabilir, ezilebilir olduğunu gösteriyor, defalarca
hem de.
Arkamızdaki
barda gürültülü bir şeyler çalıyor. Hâlâ asıl soruyu bulamamış olmanın
hırçınlığıyla yakıyor yeni sigarayı. Onun öyküsü on üç yaşında İstanbul’dan
uzak bir yerlerde başlıyor. Babasının ölümüyle. Bu kadarını biliyorum. Boşluk
daha öncesi. “Dokunduğum bütün adamlar babamdı aslında” diyor. Bundan sonrası
da boşluk.
Sormak
istediği asıl soruya gelince. Belki de önce acının inceltilmesi gerekir.
Gönül
Kıvılcım - edebiyathaber.net (19 Kasım 2014)
No comments:
Post a Comment