Wednesday, 26 November 2014

Kadınları tacizden kurtaran Tuğçe Albayrak yaşamını yitirdi

Kasım 27, 2014

Almanya’da Offenbach kentinde, tacize uğrayan iki kadına yardım eden Tuğçe Albayrak, tacizcilerin kendisine saldırması sonucunda komaya girmişti. 22 yaşındaki genç kadının beyin ölümünün gerçekleştiği açıklandı.

15 Kasım Cumartesi günü, üniversite öğrencisi olan Tuğçe Albayrak ve arkadaşları Offenbach kentinde bir fast-food restoranına gitti. Restoranın alt katındaki tuvaletten iki genç kadının yardım için bağırması üzerine aşağıya inen Tuğçe Albayrak, üç kişinin, iki Alman kadını taciz ettiğini gördü. Araya girerek kadınları kurtardı. Restorandaki diğer insanların yardımıyla da tacizciler dışarı çıkartıldı. Ancak yemeklerini bitirdikten sonra Tuğçe ve arkadaşlarına aynı kişiler restoran önünde hakaretler ederek saldırmaya başladılar. Sırp olduğu belirtilen gençlerden Sanel J. önce Tuğçe’nin yanındaki arkadaşına tokat attı, ardından Tuğçe’ye yumruk attı. Aldığı darbenin etkisiyle bayılan Tuğçe hastaneye kaldırıldı.


Bild gazetesinin haberine göre kafatasında kırıklar olduğundan ve beyninde ödem oluştuğu için 11 gündür yoğun bakımda tutulan Tuğçe’nin beyin ölümü gerçekleşti. Ancak aile, yaşam destek ünitesinin kapatılmasına izin vermedi. Savcılık ailenin izninden sonra otopsi isteyecek. Öte yandan restoranda tacize uğrayan iki Alman kadına hala ulaşılamadı.

Üç haftadır aç susuz dolaştırılıyorlarmış

Yunanistan'ın Girit Adası açıklarında arızalanan, içinde kadın ve çocukların da bulunduğu yaklaşık 700 Kaçak olan 75 metre uzunluğundaki Kribati bandıralı 'Barış' isimli kuru yük gemisinin adanın güneyindeki Lerapetra Limanı'na çekilmesi için çalışmalara başlandığı bildirildi.

Türk gemisi 'Barış'ta bulunan kaçakların yaklaşık üç haftadır aç ve susuz bir şekilde Akdeniz'de dolaştırıldığı ortaya çıktı. Girit Adası'nın 30 mil güneydoğusunda seyir halinde iken Salı günü Sabaha karşı motorlarının arıza yapması nedeniyle saatteki hızı 90 kilometreyi bulan fırtınada açık denize sürüklenip, Yunan Sahil Güvenlik ekiplerinden acil yardım talebinde bulunan gemiye yardım ulaştı.

Suriye, Afganistan ve Afrika uyruklu kaçakları taşıyan geminin, iki Yunan Sahil Güvenlik botu ile askeri Puma helikopter kontrolünde roro gemisiyle Lerapetra Limanı'na çekilmeye başlandığı bildirildi. Geminin öğle saatlerinde limana ulaşmasının beklendiği belirtildi. Aralarında silahlı ve ebola virüsü taşıyanların da bulunduğu ileri sürülen kaçaklar için Lerapetra spor Salonu'nun özel olarak sağlık ekipleri tarafından hazırlandı. Salona tıbbi malzeme ve yiyecek ikmali yapıldı.

"GİRİT'TE KRİZ MASASI OLUŞTURULDU"

Lerapetra Belediyesi'nin resmi internet sitesinden yapılan açıklamada, kaçaklar için bugün sabah saatlerinde kriz masası oluşturulduğu belirtildi. Belediye Başkanı Kalantzakis Theodosius, Kamu Düzeni Bakanlığı Genel Sekreteri Seraphim Tsokas, Sahil Güvenlik Komutanlığı yetkilileri, üç milletvekili ile doktorların katıldığı toplantı sonrası bir açıklama yapıldı.

Belediye Başkanı Theodosius tarafından yapılan açıklamada, "Kentimize getirilecek kaçakların sağlık durumları ile ilgili tüm tedbirleri aldık. Resmi kurumlar ve sivil örgütlerin desteği ile hazırlıklarımızı ve eylem planımızı tamamladık, kaçaklara her türlü yardımı yapacağız. Öncelikle buraya ulaşmalarını bekliyoruz" dedi.

Öte yandan, Yunan internet sitesi www.post.gr, üç haftadır Akdeniz'de aç susuz dolaştırıldıkları ileri sürülen kaçakları taşıyan geminin ambarında çekildiği ileri sürülen ve kaçakların yorgunluktan bitkin halde olduğunu belirten bir fotoğraf yayınladı.







http://www.milliyet.com.tr/uc-haftadir-ac-susuz-/dunya/detay/1975442/default.htm

Melek Tavus’un çocukları



Eren KARAKUŞ

Diyarbakır - Mardin yolunda bulunan Êzidi kampında yaklaşık dört bin kişi yaşıyor. Şengalli Êzidi birinin yardımıyla, daha iyi ve sağlıklı iletişim kurabilmek için beraberce tek tek gezdiğimiz çadırlardakilere “diğer aile üyeleriniz nerede?” diye soruyoruz, ben de tek tek not alıyorum :

- Kı zkardeşimi ve annemi Işid esir aldı. Babamı ve abilerimi öldürdüler. Şengal dağına sığınırken amcam (yaşlıydı) öldü.

Bir diğer görevli soruyor :

-Kaç yaşındasın?

- 8

Not ediyorum.

Bu kampta fotoğraf veya film çekmek yasak. Burada yaşayan Şengalli Êzidiler’in kültürleri çok farklı ve bağımsız yaşamışlar hep. Kendilerine özgü bir düzenleri var. Şengal’in dışındaki dünyayla nerdeyse bir bağları yok. Tamamen içe kapalı bir topluluk olarak (meselâ Êzidi değilse asla karşılıklı kız alıp vermiyorlar) yüzyıllardır yobaz müslümanlar tarafından her katledilişlerinde, her seferinde, sığındıkları Şengal (Sincar) onlar için kutsal bir şehir. Birinin derdi oldu mu Şengal Dağı’na çıkar, dua eder. “Şengal’e sığındım” der. Bu yüzden dışardan gelen insanlar onlar için ürkütücü ve güvenilmez oluyor ve kampta birilerinin fotoğraf veya video çekmelerinden çok rahatsız oluyorlar. Belediye de buna saygı duyup, özen göstermeye çalışıyor. Yasağın nedeni bu. Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’nin çabasıyla “Fidanlık” denilen bir piknik alanında yaşıyorlar şimdilik. Arada çok az sayıda geri dönenler ya da yeni gelenler oluyor. Işid Şengal’e saldırdığında yüzlerce peşmerge kaçıyor, Barzani bundan rezil oldu zaten. Çok konuşuldu bu ve ancak YPG orada bir koridor açabildikten sonra, binlerce kişi kurtulabilmiş. Kamptaki gönüllüleri ve çalışanları çok seviyorlar. Herkese, “Siz olmasaydınız, hepimiz katledilirdik” diyorlar. Ben fırsat buldukça fotoğraf çekiyorum ama bazen öyle kareler görüyorum ki, çekemediğim için içim eriyor.

Bir çocukla karalama defterime yaptığım desenleri paylaşıyorum. Hangisini beğenirse, o yaprağı koparıp ona verirken, “Arka çadırda yaşayan senden biraz daha küçük biri var. O da çok güzel resimler yapıyor. Kim beni çiz dese, aynısını yapabiliyor ama defteri yok şimdi. O da artık tişörtlere, ne bulursa ona çiziyor, istersen senin de resmini yapar” diyor.

Çantamda her zaman, mutlaka koli bandı bulundururum. Bir çok zaman işime yarar, ama en çok, denk geldiğimde farklı renklerde yapraklar kullanır, bandın arasına yapıştırıp birilerine hediye ederim, ayraç niyetine. Yanımda bana meraklı gözlerle bakan bir Êzidi çocuğa “Şu karşıdaki çiçeğin yapraklarından bir kaç tane getirsene” dedim. Koşarak 3-5 yaprak koparıp getirdi. Çantamdan bandı çıkardım. “n’aptığımı dikkatlice izle” dedim. Yaprakları özenerek yerleştirirken yapışkan kısıma o da beni merakla izliyordu. “Dikkatli ve güzelce yerleştirilmeli, çamurlaşmamalı” dedim. Bittikten sonra ona verecektim. Sağ tarafta duran 5-6 yaşlarındaki daha küçük bir çocuk vardı ve daha sonra meraklı gözlerle, küçük adımlarıyla yaklaşıp bizi izleyen başka çocuklar... “Al bu senin olsun” dedim. Gözlerinin içi güldü o küçük çocuğun. Yanımdaki, “ama sen onu bana verecektin?” dedi. “Nasıl yaptığımı görüp anladın değil mi?” diye sordum. “Evet” dedi. “O zaman al bu bant da senin olsun, çevreyi gez ve kendine göre güzel bulduğun yaprakları topla” dedim. Ertesi gün o çocukla tekrar karsılaştım. Cebinden çıkarıp yaptığı onlarca ayraçı gösterdi bana, yeşilin farklı tonlarından yapmıştı ve tüm bunlar gerçekten birbirinden güzel, kıymetliydi. Daha sonra “gene gelecek misin?” diye sordu. “Haftaya” dedim. “Gelirken bana renkli yapraklar getirebilir misin? Çünkü bütün gün boyunca kampın her tarafını gezdim ve hiç renkli yaprak bulamadım” dedi.

Valiliğin filan zerre umurlarında değil, “Madem siz getirdiniz, siz bakın” diyorlar. Sadece bir günlük yemek masrafları 34.000 lira tutuyormuş. Çok parasız kalmış diyorlar belediye bu yüzden. Yaklaşık 3 ay oldu biliyorum. Ortada bir çözümsüzlük oluşmaya başladı ve sorunu çözmeye çalışıyor şu an belediye.

Adını söyledi ama hatırlayamıyorum. Daha önce hiç “duymadığım” bir isimdi. 6 Yaşlarında Êzidi bir kız çocuğu. Diyarbakır Fidanlık’ta, kampın arka tarafındaki ağaçlık bölgedeydik, yanımda kampta gönüllü çalışan bir arkadaşım daha vardı. Sınırı küçük bir  göletle çevrili bir yerdi burası. Diğer tarafı Bismil’e kadar boş bir alan. Geziyorduk ve fotoğraf çekmek istiyordum o gün. Bozuk Kürtçe’mle “Eze fotoya te bıkşinım?” diye sorduğumda, “evet” onayını gözlerinden okuyabildim ve o an çok mutluydu, çok güzeldi. Belki ilk kez bir yabancı adını soruyordu. Şengal’den yüzlerce km uzağa, Işid katliamından kaçmıştı bu çocuk, ailesinden geriye kalanlarla ve belki de yürüyerek buralara kadar gelebilmişti. Sevimliliği ve o inanılmaz enerjisi, size herşeyi çok çabuk unutturabilecek gibiydi.

İşte diyorum ya…

Kulağa çok hoş gelen ama daha önce hiç “duymadığınız” bir adı vardı onun, hatırlıyamıyorum...
Duyup öğrenebilir misiniz acaba? Eminim keyifle söylerdi adını ve sizi hemen o an sevebilirdi.


Uzun sürmüş bir sömürgecilik öyküsü: Hayvanat bahçesi


Hayvanat bahçelerinin tarihi 5500 yıl öncesine dayanıyor. Üstelik, sömürge ülkelerinden zincirlenerek getirilen insanlar dahi sergilenmiş. İnsanlık anlayamadığını göz ardı etmeye, her canlıdan üstün olduğu kibriyle yaşamaya, beş bin sene sürmüş eski bir sömürgecilik geleneğini yaşatmaya devam ediyor


Deniz Bozkurt*

Bilinen en eski hayvanat bahçesinin kalıntıları 2009’da antik Mısır başkenti Hierakonpolis’te bulundu. Arkeologların bu keşfiyle birlikte hayvanat bahçelerinin varlığını günümüzden en az 5500 yıl öncesine kadar götürebiliyoruz. Peki, 5500 senedir değişmeyen bu varlık, insanlıkla ilgili bize neler anlatıyor olabilir?

Çok değil yüz sene öncesine gidelim ve yönümüzü Mısır’dan ABD’ye çevirelim. Ota Benga’nın meşhur öyküsüne... 20. yüzyılın başlarında zincire vurularak Belçika Kongosu’ndan ABD’ye getirilen Ota Benga, önce St. Louis Dünya Fuarı’nda sonra da New York’taki Bronx Hayvanat Bahçesi’nde maymunlarla birlikte “insana en yakın ara geçiş formu” örneği olarak sergileniyor. Daha sonra bir şekilde hayvanat bahçesinden kurtulsa da yaşadıklarının etkisiyle henüz daha 32 yaşındayken intihar ediyor.
Oto Benga’nın sergilendiği St. Louis Dünya Fuarı, insanların sergilendiği ne ilk ne de son fuar. İnsanların kültürlerinin birer elçisi olarak sergilenmesi uzun süre boyunca sömürgeciliğin eğlence anlayışının bir parçası olmuş. Irklarının üstünlüğünden son derece emin olan beyaz insan, sömürgelerinden dünyanın çeşitli yerlerine götürdüğü insanları “doğal ortamlarını” andıran sahnelerde sergilediğinde ziyaretçilerin gördüğü bir insanlık ayıbı değil “Beyaz Adamın Yükü”1  olmuş. Öyle ki 1931’deki Paris Sömürge Sergisi’ne sömürgeleriyle kültürel alışverişte bulunmak için yanıp tutuşan tam otuz üç milyon ziyaretçi gitmiş. Aynı sene Fransız Komünist Partisi’nin sömürgelerin gerçek halini göstermek üzere düzenlediği sergiyse sekiz ayda yalnızca 5000 kişi uğradığını söylemeden geçmeyelim.

2
Beni bu yazıyı yazmaya iten şey, Leipzig’deki hayvanat bahçesine giderek yaptığım toplamdaki ikinci hayvanat bahçesi ziyaretim oldu.
Bonobolar uzun süredir ilgimi çeken büyük maymunlar; memleketleri Kongo Nehri’nin güneyiyle Kasai Nehri arasında kalan bol nemli ve sıcak ormanlık alan. Leksigram kullanmaya dayalı olan büyük maymun dilinin yanı sıra biraz da Amerikan İşaret dili öğrenen Kanzi, kendi gibi leksigramlarla konuşmayı bilen evlatlık kızı Panbanisha ve Panbanisha’nın kızı Nyota da Kongolu bonobo ailesine mensup. Ses aygıtları insanlardan farklı olduğu için insanların çıkarabildiği sesleri üretemedikleri halde insanlarla iletişime geçmekten geri kalmadıklarını gördükten sonra bu canlıların kendi aralarında nasıl bağlar kurabildiklerini hayal etmek pek de güç değil.

İşaret dilini etkili bir biçimde kullanan, bu sayede izlediği filmdeki sahnelere ne kadar üzüldüğünü ona işaret dilini öğreten arkadaşı Amerikalı araştırmacı Dr. Francine Patterson’a anlatabilen Koko’ysa dişi bir goril. Koko’nun en sevdiği canlılardan biri kediler. Bakımını üstlendiği kedinin ölümü üzerine hislerini “kötü,” “üzgün,” “ağlamak” işaretleriyle arkadaşı Dr. Patterson’a anlatan Koko’nun bu videosunu youtube’da on milyondan fazla kişi izlemiş. Bu sayı 2011’de Leipzig hayvanat bahçesini ziyaret edenlerin yarısı kadar ediyor.

Leipzig Hayvanat Bahçesi’nde bonobolarla goriller birbirine komşu bölümlerde yaşıyor; doğal ortamlarını andıracak şekilde düzenlenmiş egzotik bitkilerle donatılmış geniş, aydınlık, camla çevrili bölümler. Nüfusları da son derece kalabalık, böylece ziyaretçiler hayvanat bahçesinin sitesinde yazdığı üzere “en yakın akrabalarımızla tanışmaya” geldiklerinde onları bir arada, sosyalleşirken, oynarken, yemek yerken izleyebiliyor; aynı geçen yüzyılın ilk yarısı boyunca süren Dünya Fuarları’nda sergilenen insanları izledikleri gibi.

Dizlerimin üzerine çöküp camdan kafese iyice yaklaştığımda dişi bir goril yanıma gelip gözlerini bana dikiyor; izleyiciyle izleyen yer değiştirince kendimi Kongo gibi uzak, egzotik diyarlardan getirilip izleyicilerin göz zevkine sunulmuş zincire vurulmuş genç bir adam gibi hissetmeden edemiyorum. Buradaki hayvanlardan hiçbiri Koko, Kanzi, Panbanisha veya Nyota gibi insanlarla iletişime geçebilecekleri bir dil öğrenmemiş; fakat anlatamamak hissetmemekle aynı anlama gelmiyor. Önümde durup gözlerimin içine bakan gorilin bir kediyi sevmesi, bana bir şey anlatmak istemesi ya da uzakta kalan memleketini özlemesi ihtimalini aktarmak da bana düşüyor.
İnsanlık anlayamadığını göz ardı etmeye, her canlıdan üstün olduğu kibriyle yaşamaya, beş bin sene sürmüş eski bir sömürgecilik geleneğini yaşatmaya devam ediyor.

* Yüksek Lisans / Leipzig Üniversitesi


1)  Rudyard Kipling
2)  Kaynak: http://en.wikipedia.org/wiki/Paris_Colonial_Exposition

3) Koko’nun ve Kanzi ve ailesinin videolarını youtube’dan izleyebilir, goriller ve öteki maymunlarla ilgili daha ayrıntılı bilgiye http://www.koko.org adresinden İngilizce olarak ulaşabilirsiniz.

Fallen Art


http://vimeo.com/12570656

Albert Caraco / Kaos'un Kutsal Kitabı

 İçinde yaşadığımız şehirler ölümün okullarıdır,
çünkü gayri insanidirler. Bu şehirlerin her biri uğultunun
ve leş kokusunun kesiştiği kavşaklar halini almıştır,
her biri binalardan oluşan bir kaos olmuştur,
bu şehirlerin içine milyonlarcamız yığılarak, yaşama
nedenimizi yitirmekteyiz. Biz çaresiz bahtsızlar,
kendimizi saçmalık labirentine iyi kötü girmiş hissediyoruz
ve buradan ancak ölümüz çıkacak, çünkü bizim
yazgımız daima çoğalmakta, tek amacımız da sayısızca
ölmekte. İçinde yaşadığımız şehirler, çarkın
her dönüşünde birbiri ardına hissettirmeden ilerliyor,
birbirleriyle kaynaşma özlemiyle yanıp tutuşarak;
bu yürüyüş mutlak kaosa doğru, uğultu ve leş
kokusu içinde. Çarkın her dönüşünde arazi fiyatları
artıyor, boş alanı yutan Iabirentin içinde plasman geliri şehir duvarlarını günden güne yükseltiyor. Paranın para getirmesi ve içinde yaşadığımız şehirlerin ilerlemesi şart olduğundan, her kuşağın evlerinin iki misli yükselmesi ve iki günde bir suların kesilmesi
de meşrudur. Mimarların tek özlemi, bize hazırladıkları kaderden kaçıp kırda yaşamaya gitmektir.

[...]

İçimizde taşıdığımız cehennem, şehirlerimizin cehennemine karşılık geliyor, şehirlerimiz zihniyetlerimizin ölçüsü, ölüm istenci yaşama coşkusuna öncülük ediyor ve hangisinin bize esin kaynağı olduğunu ayırt edemiyoruz, tekrarlanıp duran işlere koşturuyor ve doruklara yükselmekle övünüyoruz, ölçüsüzlüğün elinde esiriz ve düşünüp taşınmadan sürekli
binalar inşa ediyoruz. Dünya bir süre sonra yalnızca bir şantiye olacak. Burada, beyaz karıncalar gibi, milyarlarca kör, uğultunun ve leş kokusunun içinde otomatlar gibi didinip duracaktır soluksuz kalana dek. Günün birinde, deli gibi uyanıp, bıkıp usanmadan birbirlerini boğazlamaya koyulacaklar. İçine gömüldüğümüz bu evrende delilik, yabancılaşmış insanın, cinli insanın, imkanlarının gerisinde kalmış ve eserlerinin kölesi olmuş insanın kendiliğindenliğinin alacağı biçimdir. Delilik artık elli katlı konutlarımızın altında kuluçkaya yatıyor. Deliliğin kökünü kazıma yönündeki aciliyetimize rağmen, yeni tanrı odur, ona bir tür ibadette bulunsak bile yatıştıramayız onu: Ölümümüzdür o; hiç durmadan her şeyi talep eder.

[...]

Yok olup gidecek olan için bir ölüm ezgisidir benim söylediğim ve beş para etmez naiplerimiz karşısında, kafalarına ayin başlığı geçirmiş düzenbazlarımız karşısında ve çoğu olgunluğa bile erişmemiş bilginlerimiz karşısında, ben, bir münzevi, meçhul biri, kendi kuşağının kahini, yakılmak yerine sessizliğe canlı canlı kapanmış ben, yarın insanların koro halinde terennüm edecekleri bu silinmez sözleri ben söylüyorum. Tek tesellim, bir dahaki sefere bu naiplerin, düzenbaz ve bilginlerin de bizimle birlikte ölecekleri, bu mel'unların felaketten kaçıp sığınabilecekleri bir yeraltı olmayacak, okyanusta onları kabul edebilecek ada kalmayacak, onları yutacak çöl de kalmayacak; onları, hazinelerini ve ailelerini. Karanlıkların içine hep birlikte geri dönüşsüzce yuvarlanacağız ve gölgeler kuyusu kabul edecek bizi; bizi ve saçma tanrılarımızı, bizi ve cani değerlerimizi, bizi ve gülünç türlerimizi. Ancak o zaman, yalnızca o zaman adalet yerini bulacak ve bizi hiçbir gerekçeyle taklit edilmemesi gereken bir model olarak anımsayacaklar, biz yükselen kuşaklar için uyarı olacağız ve gelip metropollerimizin çirkin kalıntılarını -düzenin yarattığı bu kaos evlatlarını!- seyredecekler.


Albert Caraco / Kaos'un Kutsal Kitabı

Ingeborg Bachmann

İnsan ancak maddi şeylerin ötesinde bir şeylere sahipse zengindir. Ve ben bu materyalizme, bu tüketim toplumuna, bu kapitalizme, burada cereyan eden bu korkunçluğa, sırtımızdan yaşamaya hakları olmayan bu insanların zenginleşmesine inanmıyorum. Gerçekte inandığım bir şey var ve ben buna 'Bir gün gelecek' diyorum. Ve özlemini çektiğim şey, bir gün gelecek. Evet, belki de gelmeyecek; çünkü onu hep yıktılar, binlerce yıldır yıktılar. Gelmeyecek; ama ben yine de inanıyorum geleceğine. Çünkü eğer inanmazsam, artık yazamam.


Jean Baudrillard, Kötülüğün Şeffaflığı

Eskiden aynanın, ikiye bölünmenin ve sahnenin, ötekiliğin ve yabancılaşmanın düşselliğinde yaşıyorduk. Bugün ekranın, ara­yüzeyin ve iki katına çıkmanın, benzerliğin ve bir iletişim ağı oluşturmanın düşselliğinde yaşıyoruz. Tüm makinelerimiz ekran haline geldi ve insanların interaktivitesi de ekranların in­teraktivitesi haline geldi. Ekranda yazılan şeylerin hiçbiri derinlemesine çözülmek için değildir; anlam aniden tepki gös­terdiğinde, temsil kutupları kısa devre yaptığında, anında keş­fedilmek içindir bunlar.

Bir ekranı okumak bakışla söz konusu olan şeyden tamamen farklıdır. Gözün bitmek bilmeyen bir kırık çizgi uyarınca do­laştığı dijital [dokunsal, sayısal] bir keşiftir bu. İletişimde mu­hatap olunan kişiyle, enformasyonda. bilgiyle kurulan ilişki aynı niteliktedir: Dokunsal (tactile) ve keşfettirici. Yeni bilgisayarlardaki ya da hatta telefondaki ses, dokunsal, boş ve iş­levsel bir sestir. Bu tam olarak bir ses değildir artık; tıpkı ekran için bakışın söz konusu olmaması gibi. Tüm duyarlılık pa­radigması değişti. Bu dokunsallık, dokunmanın organik anlamı değildir; gözle görüntünün yüzeydeki bitişikliğini, bakıştaki es­tetik mesafenin sonunu belirtir yalnızca. Ekranın yüzeyine son­suzca yaklaşıyoruz, gözlerimiz görüntülerin içine serpiştirilmiş gibi. Seyirciyle sahne arasında mesafe kalmadı, bütün teatral uzlaşmalar yok oldu. Bu düşsel ekran komasına böyle kolay gi­riyorsak eğer, ekran, doldurmamız istenen sürekli bir boşluk halinde belirdiğindendir: Görüntülerin yakınlığı, görüntülerin izdihamı, görüntülerin dokunsal pomografisi. Buna karşın bu görüntü hep ışıkyılı uzaktadır. Hep bir tele-görüntüdür. Çok özel bir mesafeye yerleştirilmiştir; bu yüzden bedenin aşa­mayacağı mesafe olarak tanımlanabilir ancak. Dilin, sahnenin ve aynanın mesafesi beden tarafından aşılabilir niteliktedir; böyle olduğundan bu mesafe insani kalır ve değişime [mü­badeleye] olanak tanır. Ekran ise sanaldır;yani aşılamaz. Yal­nızca bu soyut, kesinlikle soyut bir biçim olan iletişime olanak tanımasının nedeni budur.

İletişim alanı içinde sözcükler, jestler ve bakışlar sürekli yan yana olmalarına karşın birbirlerine asla değmezler. Çünkü ne bu mesafe ne de bu yakınlık, bedenin etrafını çevreleyen şeye olan mesafe ve yakınlığın aynısıdır. Görüntülerimizin ekranı, in­teraktif ekran ve telematik ekran hem çok yakın hem çok uzak­tır: Hakiki olmak için (bir sahnenin heyecan verici yo­ğunluğuna sahip olmak için) çok yakın, sahte olmak için (yapayın suç ortağı olacak bir mesafeye sahip olmak için) çok uzaktır. Bu ekranlar, bu biçimde, artık tam anlamıyla insani ol­mayan bir boyut, uzamın kutupsuzlaşmasına ve beden şe­killerinin birbirinden farksızlaşmasına uygun düşen dışmerkezli bir boyut yaratırlar.

Bilgisayarlarımızın ekranıyla beynimizin zihinsel ekranının iç içe geçtiği, yakınla uzağın, içle dışın, nesneyle öznenin ayrı sarmal içindeki bu bitişikliğini belirtmek için Möbius to­polojisinden daha iyisi yoktur. Enformasyon ve iletişim de en­sestvari bir halkalanma içinde; özneyle nesnenin, içle dışın, soruyla yanıtın, olayla görüntünün vb. yüzeysel ayrımsızlığı içinde, bu Möbius modeline göre, birbirleri etrafında sürekli dönerler. Bu biçim, matematikteki sonsuz işaretinin döngüsel taklididir.

"Sanal" makinelerimizle ilişkimiz için de aynı şey geçerlidir. Nasıl ki aygıt Tele-kompüter İnsan'a tahsis edilmişse, insan da aygıta tahsis edilmiştir; her ikisi de birbirine dolanır ve birbiri tarafından kırılmaya uğratılır. Makine, insan ne is­tiyorsa onu yapar; ama buna karşılık insan, makinenin yap­maya programlandığı şeyi gerçekleştirir yalnızca. İnsan sa­nallık işlemcisidir ve izlediği yol da görünürde bilgilenme ya da iletmedir; nasıl ki oyuncu oyunun tüm imkanlarını tü­ketmeyi hedefler ise insan da gerçekte bir programın tüm imkanlarım araştırır. Örneğin fotoğraf makinesi kullanımında bu imkanlar, dünyayı kendi görüşüne göre "düşünen" öznenin imkanları değil, objektifin imkanlarını kullanan nesnenin imkanlarıdır. Bu açıdan fotoğraf makinesi her isteği baş­kalaştıran, her niyeti silen ve yalnızca fotoğraf çekmeye ilişkin katıksız refleksin hafifçe belli olmasına olanak veren bir ma­kinedir. Bakışın kendisi bile ortadan kaybolmuştur; çünkü nes­nenin ve dolayısıyla görüşteki ani değişmenin suç ortağı olan objektif, bakışın yerine geçmiştir. Büyülü olan şey, öznenin kara kutuya kapanması ve öznenin bakışının yerine makinenin kişisiz bakışının geçmesidir. Aynada kendi düşselliğiyle oy­nayan öznedir. Objektifte ve genel olarak ekranlarda ise tüm medyatik ve tele-kompüter tekniklerin lehine kendini "kuvve olarak" teslim eden şey nesnedir.

Günümüzde tüm görüntülerin olanaklı olmasının nedeni budur. Her bireyin genetik formülü uyarınca değişebilmesi gibi (tek hedef bu genetik kodun tüm sanallıklarının tüketilmesine yöneliktir; bu da yapay aklın temel özelliklerinden biri ola­caktır) her şeyin bilgi-işlem haline getirilebilmesinin, dijital işlem içinde yer değiştirebilir olmasının nedeni budur. Daha somut olarak bu, bundan böyle teknik bir görüntü içinde ya da bir ekran üzerinde yansıyıp kırılmayan hiçbir eylem ve olay; fo­toğraflanmış, filme alınmış, kaydedilmiş olmayı arzular ol­mayan, bu bellekte toplanmayı ve burada sonsuza dek çoğaltılabilir olmayı istemeyen hiçbir eylem olmadığı anlamına gelir. Ölümden sonraki kalıcı sonsuzlukta değil; yapay bel­leklerde dal budak salmanın geçici sonsuzluğunda, sanal bir son­suzlukta kendini aşmayı istemeyen bir hareket yoktur artık. Sanal atılım, tüm ekranlarda ve tüm programların göbeğinde kuvve olarak var olma atılımıdır ve bu, büyülü bir talebe dö­nüşmektedir… Kara kutu sarhoşluğu budur.

Tüm bunların içinde özgürlük nerede? Özgürlük hiçbir yer­dedir. Seçim yok, nihai karar yok. Bilgisayar ağları, ekran, enformasyon ve iletişim alanındaki her karar seri, kısmi, parçalı ve fraktaldır. Fotoğrafçının, Tele-kompüter İnsan'ın ya da en sıradan televizyon seyirciliğimizin tarzını meydana getiren şey, yalnızca kısmi kararların art arda gelişi, kısmi nesnelerin ve sekansların oluşturduğu mikroskobik seridir. Tüm bu dav­ranışların yapısı nicelikseldir; tek tek kararlardan oluşan rast­lantısal bir bütündür. Tüm bunların yarattığı hayranlık da o kara kutunun verdiği sarhoşluktan, özgürlüğümüze son veren o be­lirsizlikten gelir.


Jean Baudrillard, Kötülüğün Şeffaflığı

Alt'ı, Üst'ü - Kimliği Yıkıp Parçalamak Ulus Baker, Dolaylı Eylem


Kimlik politikaları dönemine girdik. Üstelik Türkiyecek, belki de dünyacak altüst olmuş bir kimlikler savrukluğu halindeyken bunları ayrı ayrı, üst ve alt kimlikler diye tartışmaya davet ediliyoruz. Kimliği sürekli kaybedip durduğum (ve bu yüzden başım sürekli belada) bir kağıt olarak tanımaktan öteye kendi hesabımca geçemiyorum, ama insanların bu kimlik derdini de anlamak istiyorum gerçekten.

Bu yüzden bazı felsefi-siyasi kavramları devreye sokmam gerekli. Bu yüzden kusuruma bakılmasın, çünkü epeydir kavramlarla düşünmeyi başaramayan bir dünyadayız ve herhalde şu İslami üst-kimlik meselesi, Türkiye Cumhuriyetinin başbakanı düzeyinde telaffuz edilmiş olsa bile bu kavram falan değildir. Kimlik, "identitas" iki şey arasındaki aynılıktır ya da benzerliktir. Aynılık varsa bu iki şey farklı farklı değildirler. Benzerseler ta baştan onların farklı farklı olduklarını varsayıyoruzdur. Yani onlara bir bireylik atfediyoruzdur. Afedersiniz ama mesleğim sosyologluk olduğu için bu tür bir mantıki bir meseleyle uğraşmam bazılarını rahatsız edebilir. Ama ne yazık ki sosyal bilim ve siyaset bilimi literatürünün neredeyse tümüne yakını bu türden kavramları (kimlik, aidiyet, kadınlık, erkeklik, azınlık, çoğunluk, etnisite, globallik, yerellik vesaire...) ifade ettiklerine çok bol gelen, oldukça yoğun bir tarzda kullanıyor. İnsanlar bu yüzden sanıyorlar ki herkesin derdi bir kimliğe sahip olmak, yaşadığı dünyada kendini bu kimlikle ifade etmek, hatta daha da kötüsü bu kimliği arayıp durmaya mahkum olarak sürekli bir arayışta yaşayıp ölüp gitmek.

Üstelik bu "kimlik" denen şeyin bir de "bunalımı" var. Yani, bunalıyor. Ya da belki demek istiyorlar ki, onu arayıp bir türlü bulamazsanız yandınız, şizosunuz, depresifsiniz, paranoyaksınız, hatta daha da kötüsü, nevrotiksiniz (nevrozu tarif eden Freud ve takipçilerinin psikozlar konusunda iler tutar hiçbir şey söylemiş olmadıklarını bilerek söylüyorum bunu). Son tahlilde ise size "terorist" ya da "muhtemel cani" bile diyeceklerdir. Bu durumda sizden bir şey çıkmaz. Bu kimlik o kadar yüce bir şeydir ki uğruna uçaklar binalara dalış yapar, içki içenler gettolara kapatılır, çeşitli vatandaşlık hukuklarından bahsedilir, giderek herşey akl-ı-selim birinin artık tasarlayamayacağı bir düğüme karışır.

Ama bilmezler ki bunalım esas buradadır: bize bir kimlik sorunumuz olduğunu söyleyenlerin yarattığı bir bunalımdır bu. Kimsenin kimlik filan aradığı yoktur, varolduğunca yaşamak, yemek içmek, çalışmak, spor yapmak, müzik dinlemek istiyordur. Buna 17. yüzyıl düşünürleri insanın "doğal hali" derlerdi. Oysa spor yapmak ya da seyretmek için (bu ikisinin aynı şeyler olduğunu söylemek istemiyorum) bir kimliğe sahip olunması, yani Fenerli Gassaraylı Beşiktaşlı vesaire olunmasının gerektiği gibi bir varsayım gündelik hayatımızın üstünde bir hayalet gibi gezmekte; müzik ise öyle "demokratik" bir şey ki, hakkında hiçbir tartışma yapamayacak ölçüde "herkes kendi sevdiğini dinlesin,madem ki demokratikiz, kendi alt-kimliklerini, alt-kültürlerini oluştursunlar, bakalım" demek artık adetten. Ciddi bir çıkış yapmak gerekirse, insanların "kimlik" oluşturabilecekleri farklı farklı birliktelik tarzları var. Bunlardan çoğu fiziki yakınlık, dolayısıyla zorunluluk esasları üzerine kurulmuştur: birincisi ailedir, zorunlu evlenme kurallarına ve neredeyse mekanik (üremeye olanak verdiğince yer yer organik) birlikteliklere dayanır. Özgür falan değilsinizdir. İkincisi komşuluktur, tarih içinde nedendir bilmem geliştiği ve evrimleştiği ölçüde dinlerin ana kaynağı ve meşruiyeti haline gelmiş olan, en azından aile kadar fiziki yakınlığa dayalı bir ilişkidir. Dinler bunu hep sevdiler ve "komşunu sev" sloganını hep dile getirdiler. Ama yine de din savaşları oldu, çünkü herkes komşumuz değildi. Tek farklı birliktelik tarzı "dostluk" olabilirdi, yani kimlik siyasetlerimizde en az önem verdiğimiz...

Herhangi iki ya da daha fazla kişi arasında oluşabilen ve bireylikleri ayakta tutan, yoketmeyen tek birliktelik tarzı dostluk değil midir? "Dost acı söyler" diyerek dostluğa katlanmaz mıyız? Dostluğun bitişi, üstelik, evliliğin bitişi ya da komşunuzu dövmeniz ya da öldürmeniz kadar trajik de değildir. Kendi yollarınıza ayrılırsınız, olur biter. Dostluk özgürlükte yıkanan tek ilişki tipidir, üstelik onu hayvanlarla, bitkilerle ve cansız varlıklarla bile kurabilirsiniz. Eski Yunanlılar "marangoz odun dostudur", "demirci demir dostudur" demiyorlar mıydı? Kimlik Gilles Gaston Granger adlı bir Fransız filozofunun dediği gibi çoğu zaman "statik" değil, "jenerik" de olabilir, ki bu esas trajedimizdir: kimliğimi ifşa ettiğimde artık asla birey olamam. Mesela derim ki "bütün erkekler hıyardır", ve bana zorunlu olarak derler ki, "işte bir feminist". Derim ki, "kadınlara da güven olmuyor yahu", derler ki işte sana bir "maço", bir "hırbo". Ve derim ki "Kürtler ...", "Avrupa..." vesaire... Bireye erişmeden telaffuz ettiğim her tür genellik... Ama tuhaftır hep kendi yargımla yargılanmaz mıyım? Deleuze ve Guattari'nin Felsefe Nedir? kitabında olduğu gibi, masaya peynir geldiğinde, "ama bu peynir kokuşmuş" derseniz, birilerinin size "kokuşmuş olan sensin, allahın köylüsü, bu rokfor peyniri" demesinin yolu da açılmış olur. Dolayısıyla kolay kolay birey olamayız.

Telaffuz ettiğimiz her yargı, her sözümüz bizi ortamın ve bağlamın ama esas önemlisi cemiyetin ya da toplumun içinde belli bir konuma yerleştirir ki, o konumda tek başımıza olsak bile sonuçta bir gruba üyeyizdir: burjuva-proletarya, kadın-erkek, yetişkin-çocuk, feminist-maço, liberal-muhafazakar... vesaire vesaire... Önemli olan bunların adlandırmalardan ibaret olduğunu unutmamaktır. Kendi düşüncelerimiz, yargılarımız bizi ayırdediyorlar ama hep başkalarının gözünde. Bunu böyle bırakırsak hep pasif olacağız ve bu "kimlik" yargısından kaçmayı başaramayacağız. Üstelik bunun Tanrısal-uhrevi bir düzeneğe sahip olmasına bile gerek yok. Ama "kimlik yargısı" dediğimiz bu halden kaçmak nasıl mümkün olabilir? Tabii ki onu aklımızla yıkıp parçalayarak... Ama o zaman her şeyi tek ve aynı bir düzleme yaymak, oradan algılamak, hissetmek ve bu duruma bağlı olarak düşünmek zorunda değil miyiz? Mesela bu tarzda düşünmenin kurucularından Spinoza "doğa asla kavimler, milletler, sınıflar, zümreler yaratmaz, sadece bireyler yaratır" demişti. Her türden "kimlik" onun felsefesince bir "figmens", bir "sanı", hatta daha doğru evirelim, bir "uydurma" idi. Bayle'ın Spinoza'ya ilişkin olarak yazdığı "Hıristiyan tarzına bürünen Tanrı on bin Türkü öldürdü" formülü enfestir. Ama "Hıristiyan tarzına bürünen Tanrı on bin Türk kılığına bürünen Tanrı'yı öldürdü" diyebilmek şartıyla...

Bu çerçevede değinilmesi gereken bir nokta daha var: herhangi bir kimlik tanımlandı diye varsayılsa ona muhakkak bir üst-kimlik de atfedilecektir. Bu sosyal bilimlerde Durkheimcı denebilecek düşünme tarzıdır ve buna göre toplum, sui generis kendinden menkul, kendini meydana getirmiş olan, ya da "kendi cinsinde"), bireyliğin bittiği, başka bir deyişle bireyin kendini bitmiş hissettiği noktadan itibaren başlar. İçselleştirilmiş ya da baskıcı herhangi bir "yaptırım" tahayyül etmeye başladığımız andan itibaren biteriz, yani artık üst-kimliğimizin, başka bir deyişle toplumun alanındayız. Biz ontik varlıklarız, toplum ise ontolojiktir, vardır ve hep şu ya da bu ada sahip olan şu ya da bu toplumdur. Buna göre mesela Hıristiyan toplumu, İslam toplumu, Fransız toplumu, Iroquois toplumu, bütün farklılıklarına rağmen hiç değilse "vardırlar" ve Durkheim bu varlık hususunda bize bol bol metodolojik ve teorik teminatlar vermektedir. Kimlik olunca onun "bunalımı"da, yukarıda değindiğimiz gibi, kaçınılmazdır. Bir aidiyet duygusu olarak kimlik hissedilmediğinde "anomi" (kuralsızlık, nomos namus- yitimi) olur ve sonuçta intihara dek sürüklenebilirsiniz. Durkheim bu türden intihar üstüne koskoca bir araştırma yayınlamıştır.

Yine de birey ile toplum arasında suni bir denge vardır ki onun sayesinde yaşayabiliyoruz. Hiç değilse sosyal bilimler ve psikoloji keskin ayrımları çerçevesinde bizi paylaşıyor, üstleniyorlar. Biri o üst-kimlikle uğraşırken diğeri bireylerle uğraşıyor. Neyse, herşeyi kimliğe bağlamakla Emile Durkheim sosyal bilimlerin inşasına mesela bir Weber'den ve Yeni-Kantçılardan çok daha büyük bir zarar vermiştir. Evimizi yurdumuzu kaybettiğimizi söyleyip duran bir Heidegger'den bile daha fazla... Sosyal bilimlerin bir diğer "kurucu babası" (terim mazur görülsün, kimlikle filan alakası yok, ama klasik sosyal bilimlerin akademik diline yerleşmiş) olan Gabriel Tarde'ı, zamanında Durkheim'la giriştiği polemiği kaybederek unutuluşa terkedilen bir düşünürü okumuş olmalarına rağmen her şeyi üst-aidiyetlere, kimliğe, yani millete, kavme vs. aktaran ilk dönem Türk "sosyologlarını", Ziya Gökalp'ı, Nurettin Topçu'yu da bugün hala "milli" olması istenen kimliğimizi arayıp dururken okuyup durmuyor muyuz? Oysa Tarde Durkheim'la giriştiği polemiklerde bireyliğin çok daha karmaşık, çoğul kimlikli, daha "--lojik" olduğunu ispatlamaya çalışmıştı ve bireycilikle, hatta spiritüalizmle suçlandığında "hayır, ben bireyin toplumdan, küçüğün büyükten her zaman daha karmaşık olduğunu söylüyorum" diyebiliyordu. Kimlik öyle bir varsayımdır ki ayakta tutulabilmesi için sonsuz sorumluluklar, sonsuz borçlar üretilmesi ve bunların üstelik efektif kılınması gerekir. Mesela dinsel bir kimlik ahireti, daha incesi Tanrı Yargısını varsayar. Ruhun beden öldükten sonra son yargı gününe dek varlığını sürdürmek zorunda olması işte bu yüzdendir. Ruh, dolayısıyla, kimliktir. Ama ahiret nezdinde nüfus fazla gelirse (mesela Protestan kimliğinin bir varsayımı), yani cennet artı cehenneme sığışılamıyorsa artık, ruhlar yollarını kaybedecekler, birçoğu tek bir vücutta, ama bazen de biri birçok vücutta yeniden mevcut olmaya girişecektir. Bunun için Klossowski'nin fantezi romanı Baphomet'i okumak yeter.

Her durumda kimliklerimiz "vatandaşlık numarası" denen kağıdın dışında Müslüman, Hıristiyan, Türk, Çinli, Avrupalı vesaire tipinden ayrımlayıcı, ya da "biz insanız" gibisinden evrenselleştirici ve genelleştirici tipten önyargılardan başka bir şey değiller. "Çoğul kimlikler" kavramı kullanılarak bu kısırlık aşılmaya çalışıldı ama kimliğin ne olduğunu tarif edemezsek çoğulunu asla tarif edemeyeceğimiz açıktır, ve hatta apaçıktır. Tabii ki bazı beşeri halleri kimlik kavramından uzak tutabilmek şartıyla: yaşantılar ve deneyimler önce gelir buna göre. Mesela eşcinsellik bir kimlik olarak yozlaşmadan önce bir yaşantı, bir hayat deneyimidir. Ama din de, milliyetçilik de, kapitalizm de, hastalık da, çocukluk da, seks de... bunların hepsi de deneyimlerdir, yaşantılardır, kimlikler değil. Bütün bir hayatın durağan, resmi basımevinden çıkmış kağıtlarla ya da bir televizyon kanalının dilinin ne olduğuyla sınırlandığını sanmak günümüz siyasetinin temeli haline geldiyse hatırlatmak gerekir ki, istediği kadar uhrevi görünsün -- ya da öyle sunuluyor olsun --, istediği kadar alt ya da üst olsun, ve yine, istediği kadar "çoğul" olsun, kimlik denen şey hukuki bir varsayımdan başka bir şey değil ve sosyolojik olarak hukukun analizinden öte hiçbir geçerliliği yok.


 s.357-363 ...
Körotonomedya'dan alınmıştır.

Elias Canetti, Kitle ve İktidar


Hiçbir boyuttaki hiçbir siyasi yapı düzenden vazgeçemez ve düzenin  temel uygulamalarından biri zamanla ilgilidir, çünkü zaman olmadan hiçbir ortak insan faaliyeti gerçekleşemez. Gerçekten de, her tür yöne­timin birincil niteliğinin zamanın düzenlenmesi olduğu söylenebilir. Kendisini kabul ettirmek isteyen yeni bir iktidar yeni bir kronoloji de dayatmalıdır; kendisini sanki zaman onunla başlamış gibi göstermeli­dir. Böyle bir iktidar için daha da önemli olan dayanıklı olmak zorunda olmasıdır. Kendi büyüklüğüne ilişkin tahminleri, iddiasını yaydığı gelecek zamanın uzunluğundan çıkarsanabilir: Hitler’in Reich’ı en az bin yıl sürecekti. Julian takvimi bundan daha uzun süre dayandı ve bu­gün bile Julius Sezar’ın adının verildiği ay (July) hâlâ onun adıyla anılır. Ta­rihsel şahsiyetler arasında yalnızca Augustus adını, kesintisiz olarak bir aya vermeyi [Ağustos] başarmıştır. Diğerleri de bunu başarmaya çalışmışlar, ama isimleri heykelleriyle birlikte unufak olmuştur.


Elias Canetti, Kitle ve İktidar

Kurumların Gölgesinde


İnsanlığın tarihsel evrimi bir kurumsallaşma süreci olmuş aynı zamanda. Uygarlaşma sürecinde insan hayvansı yanlarını törpülemiş, içgüdülerini akla tabi kılmış ve varlık koşullarının devamlılığını güvence altına almak için kurumlara ihtiyaç duymuş. Aile, devlet, okul, özel mülkiyet, hukuk ve dinsel kurumların gelişimi üretim ilişkileriyle ve sınıfların oluşumuyla bağlantılı olsa da bu kurumlar insanların "ortak" isteklerinin, ihtiyaçlarının ifadesi de olmuş. Kurumlaşmaya karşı direnişler gösterilmiş elbette ama süreç bir tür "sessiz" toplumsal onayla ilerlemeye devam etmiş. Akla şu soru geliyor: İnsanlaşma, uygarlaşma sürecinin kurumları, dolayısıyla iktidarı üretmesi kaçınılmaz mıydı? XIX. yüzyılın ideolojisi içinde bu soruya yanıt vermek kolaydı. İktidar (devlet) ve diğer kurumlar üretim ilişkilerinin gelişmesiyle birlikte hâkim sınıflarca oluşturulmuştu ve gelecekte sınıfların ortadan kalkmasıyla birlikte iktidar da ortadan kalkacaktı. Ancak özellikle yirminci yüzyılın ikinci yarısındaki gelişmeler toplumun büyük çoğunluğunun iktidar kurumlarıyla bütünleştiğini, iktidarı gündelik ilişkilerinde yeniden ürettiğini, hâkim sınıfların iktidarın tek sahibi olmadığını, halkın da iktidarın onaylayıcısı, icracısı ve suç ortağı olduğunu ortaya koydu. Belki de bu nedenle radikal eleştiri uç noktalara yöneliyor, sadece hâkim sınıfları değil tüm insanlığı, uygarlığı, kültürü saldırı hedefi haline getiriyor; deliliği, hayvanlığı, ilkelliği, içgüdüyü, dilsizliği, insansız doğayı, bilinçaltını ön plana çıkarıyor.

Ahmet Soysal Birlikte ve Başka adlı kitabında ihtiyaç, arzu ve dil düzenlerinin birer iktidar yapılanması olan kurumlarla bağlantılı olduğunu belirtip ekliyor: "Sanki bu üç boyut, kendiliklerinden iktidar üretmektedirler." (s. 19) Arzunun şekillendiği bir kurum olarak aile geliyor akla ve de medya. İhtiyaçların düzenlendiği kurumlar arasında ise okul, ordu, polis, adalet, hapishane, hastane, işyeri ve dinî kurumlar sayılabilir. Kurumlar ...değişen ölçülerde, belirli işlevleri "devralırlar"... buna göre, aileye polis demek, okula hapisane demek, vs. bir ölçüde olanaklıdır. Okul "eğitir", ama aynı zamanda "kapatır" (hapisane'nin işlevi), "denetler" (polis'in işlevi), "cezalandırır" (adalet'in işlevi), bedeni ve aklı "sağlıklı kılmaya çalışır" (hastane'nin, akıl hastanesinin işlevi)." (s. 41-42)

Kurumlar ve üretim gibi dil de ihtiyaçlarını karşılaması gereken organik bedenin zorunluluklarından biridir yazara göre: "...dil ve kurumsal ayrılmazdırlar. Dil hemen kurumsal'ı gerektirir. Kurumsal'dan ayrılmış dil yoktur. ...dil, öz bedenin anlatım'ı olarak ele alındığında hep iktidara göndermektedir." (s. 35)

Yazara göre özne toplumsal belirlenimin mutlak olarak dışında kalamaz ancak değişen derecelerde görece dışarıda olabilir. "Kimse iktidarın dışında değildir, iktidar kimsenin dışında değildir. Kurumsal kurallar ve benlik mekanizması (belki benliği de değişik bir kurum olarak görmek gerekir- yine kuralları olan) bu arzuyu bir ölçüde özümserler, saptarlar; arzu kodlanır, elbette (psikiyatri, sonra psikanaliz de bu kodlamanın aşamaları arasında yer almaktadır)." (s. 39) Bununla birlikte öznenin toplumsal belirlenimi mutlaklaştırılamaz. Toplumdaki davranışlar, emir sözleri benzer ya da aynı olabilir ama ruh halleri, duyumsamalar ve duygular için aynı şey söylenemez. Bireyin iç dünyası iktidarın kodlamakta başarısız kaldığı bir alanı sınırlı da olsa içinde barındırır. Aynı şekilde güncel her söz kurumsal olanın denetimi altında değildir. Bazı durumlarda -Antonin Artaud örneğinde olduğu gibi- bedensel varoluş iktidara karşı savaşımın bir alanı haline gelir. "Artaud... Bir iktidar saptayıcısı. Ve iktidar(lar)ın yok ettiği, ezdiği, köşeye kıstırdığı, bedenden kaynaklanan somut yaratı güçlerinin bir saptayıcısı, bir programcısı, bir politikacısı, bir deneyleyicisi. Sürekli bir savaşımın yazısı (bedende duyulan bir savaşımı ileten yazı) "çılgın" diye içeriye kapatılan... Aşırı bilinçten sayıklayan." (s. 53)

[...]

Toplumsal, kamusal, makro düzeyde gerçekleşmesi mümkün olmayan kurumsuzluk ve iktidarsızlık mikro alanlarda, gündelik özel hayatta, iç dünyalarımızda gerçekleşebilir mi? Eğer gerçekleşebilirse bunun sosyal bir anlamı olur mu? Bir taraftan iktidarın bireysel yaşam alanlarına nüfuz ettiğini söyleyebiliriz. Ama eleştirel bilince sahip ya da anarşizan bir bünyeye, ruh haline sahip kişilerin gündelik hayat düzeyinde iktidar ilişkilerini bozdukları, kırdıkları da bir gerçek. Söz konusu olan, azınlık olanların konumu. Toplumsal politikada etkin olmasalar bile zaman zaman varlıklarından haberdar oluyoruz. Bu azınlık içindeki ilişkilerde de iktidarın ortadan kalkması kolay değil. Birbirlerini ve çocuklarını seven evli bir çifte, aile denen bu iktidar kurumunu hemen lağvetmelerini söyleyebilir miyiz? Psikoterapi sürecinde terapistin hasta karşısında kurduğu otorite konumu sonuçta hastanın toplumsal ve içsel otoriteyi anlamasına imkân sağlamıyor mu? Muhalefetimize imkân veren dil aynı zamanda bir iktidar yapılanması değil mi? Anne, baba, çocuk, kardeş konumlarını kabul ettiğimiz anda kurumsalın ve iktidarın temel dayanaklarından olan ensest yasağını, ödipi kabullenmiş olmuyor muyuz? İleride devletle, otoriteyle, Tanrı'yla özdeşleşecek olan baba imgesi çocukken, dış dünyanın şiddetinin bizi yere yıkmakta olduğu bir sırada hiç yardımımıza koşmadı mı? İktidarın dışındaki alan sadece özgürlüğün alanı değil, hiçliğin ve acının da kol gezdiği, insanı ayakta tutacak dayanak ve referansların bulunmadığı bir alan. İktidar hâkim sınıfların dışarıdan dayattığı yabancı bir güç değil sadece, acısıyla sevinciyle tarih boyunca insan varlığına baskıcı ve "koruyucu" yanlarıyla eşlik etmiş aynı zamanda. Bu belki de toplumun neden iktidarsız varolamadığını açıklayan nedenlerden biri. Ama belki de aynı nedenle azınlık olanların özlemleri halkın önemli bir bölümünün özlemleriyle buluşma şansına sahip, yoksa nüfusun yarısını oluşturan kadınların "azınlık" olmaları nasıl açıklanabilir?


Mutlak bir iktidarsızlık eğilimini içeren intihar belki de iktidarla iktidarsızlık arasındaki sınırın öte yanına geçmenin bir yolu. Geriye kurumsalın, iktidarın kırılma çizgisi üzerinde yaşamak kalıyor; kurumsuzluğun, iktidarsızlığın bakışını gözlerimizle takip etmek, iktidarsızlığın özgürlüğünü hak etmek için otoriteden uzaklaşmamızla ortaya çıkacak ürkütücü boşluğu yeni dayanışma biçimleriyle doldurmak, bir azınlık olarak acıyla birlikte yaşamayı öğrenmek.

Yaşar Çubukçu

“Çağdaş olan, zamana aykırı olandır.”

“Çağdaş olan, zamana aykırı olandır.”
Roland Barthes

1874’te, o güne kadar Yunan metinleri üzerinde çalışmış ve iki yıl önce Tragedyanın Doğuşu’yla beklenmedik bir şöhret kazanmış genç bir filolog olan Friedrich Nietzsche, Unzeitgemäse Betrachtungen, Zamana Aykırı Düşünceler adlı kitabını yayınlar: kendi zamanıyla hesaplaşmaya ve şimdi karşısında bir tavır almaya çalıştığı bir eserdir bu. İkinci düşüncenin başında, “Bu düşüncenin kendisi zamana aykırıdır,” diye yazar, “çünkü bu çağın gayet haklı bir gurur duyduğu şeyi, yani tarihsel kültürünü, bir hastalık, bir acizlik ve bir kusur olarak anlamaya çalışmaktadır; çünkü ben hepimizin tarihin ateşiyle kavrulduğumuza ve en azından onu anlamamız gerektiğine inanıyorum.” Başka deyişle Nietzsche, kendi “güncellik” [attualitá] iddiasını, şimdiyle “çağdaşlığını”, bir kopukluk ve yerinden çıkmışlık içerisinde konumlandırır. Hakikaten çağdaş olanlar, hakikaten zamanlarına ait olanlar, ne onunla mükemmelen örtüşen ne de kendilerini onun gerektirdiklerine uyarlayanlardır. Böylece bir anlamda “günü geçmiş”tirler [inattuale]. Ama tam da bu durumlarından ötürü, tam da bu kopukluk ve anakronizm yoluyla, kendi zamanlarını algılamada ve kavramada başkalarından daha başarılı olurlar.

Elbette bu örtüşmezlik, bu “dis-kron”, çağdaş kişinin başka bir zamanda yaşayan biri olması; kendini yaşadığı şehirden ve zamandan çok, Perikles’in Atina’sına ya da Robespierre’in veya Marquis de Sade’ın Paris’ine ait hisseden bir nostaljik olması demek değil. Akıllı bir insan, kendi zamanından kaçışı olmadığını, ister istemez ona ait olduğunu bildiği halde, kendi çağını pekâlâ hor görebilir.

O halde çağdaşlık, insanın yaşadığı zamanla arasındaki tekil bir ilişki biçimidir: ona bağlı kalan, ve aynı zamanda ona belli bir mesafede duran bir ilişki. Daha net bir ifadeyle, çağdaşlık, zamana bir kopukluk ve anakronizm yoluyla bağlı kalan ilişkidir. Kendi zamanlarıyla mükemmelen uyuşan, ona her bakımdan bağlı olanlar, çağdaş değildirler – tam da onu göremedikleri, bakışlarını onun üzerinde tutmayı başaramadıkları için.


Giorgio Agamben

Albert Caraco


İçimizde taşıdığımız cehennem, şehirlerimizin cehennemine karşılık geliyor, şehirlerimiz zihniyetlerimizin ölçüsü, ölüm istenci yaşama coşkusuna öncülük ediyor ve hangisinin bize esin kaynağı olduğunu ayırt edemiyoruz, tekrarlanıp duran işlere koşturuyor ve doruklara yükselmekle övünüyoruz, ölçüsüzlüğün elinde esiriz ve düşünüp taşınmadan sürekli binalar inşa ediyoruz. Dünya bir süre sonra yalnızca bir şantiye olacak. Burada, beyazkarıncalar gibi, milyarlarca kör, uğultunun ve leş kokusunun içinde otomatlar gibi didinip duracaktır soluksuz kalana dek. Günün birinde, deli gibi uyanıp, bıkıp usanmadan birbirlerini boğazlamaya koyulacaklar. İçine gömüldüğümüz bu evrende delilik, yabancılaşmış insanın, cinli insanın, imkânlarının gerisinde kalmış ve eserlerinin kölesi olmuş insanın kendiliğindenliğinin alacağı biçimdir. Delilik artık elli katlı konutlarımızın altında kuluçkaya yatıyor. Deliliğin kökünü kazıma yönündeki aciliyetimize rağmen, yeni tanrı o dur, ona bir tür ibadette bulunsak bile yatştıramayız onu: Ölümümüzdür o; hiç durmadan talep eder.


Albert Caraco

St Simon Church Antakya Turkey

    Photographer: Volkan Kemal









Kadın - Erkek Eşitsizliği Fıtrattan Öyle mi?

Bir bebek doğduğunda herkesin ilk sorduğu soru “Erkek mi, Kız mı?” sorusudur. Derhal iki cinsiyetin o andan itibaren farklı kişilikler geliştirdiği varsayılarak uygun tebrik kartları ve armağanlar alınır.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, 1. Uluslararası Kadın ve Adalet Zirvesi’nde yaptığı “Kadın-Erkek eşitliği fıtrata ters” açıklamasıyla üzerimize damgasını vurdu bildiğiniz üzere. Haliyle bize de aslında hepimizin malumu olan bağzı şeyleri yeniden paylaşmak düştü. Hem de 25 Kasım’da yani “Kadına Yönelik Şiddetle Uluslararası Mücadele ve Dayanışma Günü”nde! Mücadele ve dayanışmanın, Türkiye hükümeti açısından nasıl yürütüleceği, bu sözlerin ardından az çok anlaşılıyor olsa da ben asıl konuya dönmek istiyorum.

Yani kadın-erkek eşitliğinin fıtrat nedeniyle mi sağlanamadığı yoksa bu eşitliğin olmaması için çabalayan ataerkil zihniyet nedeniyle mi sağlanamadığına? 

Bu zihniyeti görebilmenin en iyi yolu, kanımca, çocuklarda toplumsal cinsiyetin yeniden nasıl inşa edildiğine bakmak olacaktır.

Çocuklarda toplumsal cinsiyetin inşası dediğimizde aslında şu sorulara cevap arıyoruz: Kadınlık ve erkeklik nasıl, nerede, ne zaman neden ve kim tarafından yaratılıyor?

Bu sorulara verilecek cevaptan önce “çocuk” olgusundan bahsetmek iyi olabilir. Çünkü mevcut çocukluk algısını ortaya koymak, bu inşa sürecinin “iktidar” ile bağlantısını görmemizi kolaylaştıracaktır.

Türkiye’nin de taraf olduğu BM Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne göre; 18 yaşın altındaki her birey  çocuk olarak tanımlanıyor. Ancak çocukluk dönemi sadece bu tanımlamayla sınırlandırılamayacak bir algıyı da anlatmakta.

Paternalist yaklaşıma göre; çocuklar, irrasyonel, bilgi ve deneyim yoksunu varlıklar olarak görüldükleri için, yetersizliklerinin zararlı etkilerinden de korunmalıdır(!) Rehber ve ideal kişilerce toplumsal yaşama hazırlanmalı ve onlar adına yapılacak seçimleri, kararları da bu kişiler almalıdır.

Nihayetinde çocuklar yetişkinlere göre "biçim verilecek birey, geleceğe hazırlık, büyüme, yetersiz, deneyimsiz, olgunlaşmamış" sözcükleri ile karakterize edilerek yetişkinlere bağımlı kılınırlar.

Bu bağlamda bakıldığında, “toplumsal cinsiyetin geri dönüşüme sokulmasında”, çocukların ilkel dönemlerden günümüze değin aslında birer “kurban” olduğunu söylemek mümkündür. Oğlan çocukları “geleceğin denetleyeni”;  kız çocuklar ise “geleceğin denetleneni” olmak üzere kurban seçilirler. (Cemal Bali Akal)


Bununla birlikte kadın-erkek eşitsizliğini, Erdoğan’ın fıtrata bağlamasında olduğu gibi biyolojik farklılıklarla açıklayan görüşler de bulunmaktadır.  Kadın ve erkek arasındaki biyolojik farklılıklar, eşitlik kavramının içinin boşaltılması anlamına gelmeyecektir herhalde. Sanırım bu görüşlere verilebilecek en iyi cevap, yine bilimsel ve toplumsal araştırmalara bakmakla mümkün olabilecektir.

Madem öyle çocukların sosyalleşme süreçlerine göz atalım.

Aile, okul-eğitim, din, masallar, resimli çocuk kitapları, oyuncaklar, kıyafetler, çizgi filmler, medya, atasözleri…

Antropolog olan Mead, biyoloji/kültür ayrımı üstüne yaptığı bir çalışma sonrasında şu görüşleri dile getirir: “Gözlemlenmiş toplumlar, kadın/erkek farklılığının biyolojik olmanın çok ötesinde, öğretilen ve öğrenilen bir farklılık olduğunu gösterirler. Kız ve erkek çocuklar her şeyden önce, kız ya da erkek olduklarını kabul etmeyi öğrenirler. Üstelik kadınlıklarını ve erkekliklerini hayatları boyunca da sınamak zorunda kalırlar. Yeterince kadın mıyım? Yeterince erkek miyim? Çocuğun çevresinde, uyması gereken tek bir model değil, bir sürü model vardır. Bunlara uyum sağlamasına ya da sağlayamamasına göre, yeterliliğine inanıp kendine güvenir ya da yetersiz olduğunu düşünüp yılgınlığa, ümitsizliğe kapılır.”[1]

Bir bebek doğduğunda herkesin ilk sorduğu soru “Erkek mi, Kız mı?” sorusudur. Derhal iki cinsiyetin o andan itibaren farklı kişilikler geliştirdiği varsayılarak uygun tebrik kartları ve armağanlar alınır. Küçük kız için “pembe”, oğlan için “mavi”,  farklı renkteki giysi ve eşyalardan çok daha fazlasını ifade eder. Varsayılan biyolojik ve psikolojik farklar temelinde yeni bebekte aranan ve sonunda “keşfedilen” bütün bir ideal özellikler dizisini önceler. Kızlar “nazik, yumuşak başlı, duyarlı, evcimen ve bağımlıdırlar, başka bir deyişle pasiftirler. Erkek çocuklar ise “saldırgan, egemen, hırslı, güçlü ve bağımsızdırlar yani aktiftirler. Toplumsal cinsiyetin belirlediği bu ideal özelliklerin, öncelikle anne ve baba tarafından çocuğa kazandırılması beklenir. Kadın, anne rolüyle, erkek ise baba rolüyle bu sürecin öznesi olarak karşımıza çıkar. [2]

Toplumsal cinsiyetten bağımsız ebeveynliğe engeller ise, bebek doğmadan başlar. Emily Kane, örnek ebeveynlerine, daha anne baba olmadan oğulları ve kızlarıyla ilgili tercihlerini sorduğunda, yanıtların temaları daha dünyaya gelmemiş çocuklar için bile cinsiyetlendirilmiş beklentilerdir. Babalar genellikle erkek çocuk isteme eğilimindedir. Örneğin bir baba düşüncelerini şöyle ifade eder: “Her zaman oğlum olmasını istedim. Bir erkeğin bunu istemesinin normal olduğunu düşünüyorum. Çünkü oğluma basketbol öğretmek istedim, beysbol öğretmek istedim.” Araştırmaya katılan anneler için de durum farklı değil. Bir anne şunları dile getirir: “ Bir kızın daha çok güzel giyinmesini ve oyuncak bebekler satın almasını isterim ve işte dans dersleri… Kız çocuğu bir erkek çocuğuyla yapılabilecek şeyler dışında kalan her şeyi yapabileceğiniz biri…”

Kız çocuklarına yönelik ebeveyn tutumlarını, mevcut eril sistemden ayrı değerlendirmek eksik olacaktır. Ataerkil düzen, kadınların doğurganlığını, cinselliğini ve üretkenliğini denetim altına alabilmek için, kadınların hareket özgürlüğünü de denetler.

Öte taraftan oğlan çocukları da , “erkek adam” olmanın altın kurallarıyla yetiştirilir. Tam olarak erkek olması için sünnet olması, askere gitmesi gerektiği vb… düşünülür. Ve kadınlara atfedilen duygu ve davranışlar erkek çocuklarından esirgenir. Bu davranışları sergileyen erkek çocukları yadırganır, kimi zaman da cezalandırılır. Geleceğin denetleyeni olma misyonu da aslında erkek çocuklarının omuzlarına bırakılan bir yük olarak karşımızda durur.

Ve bu toplumsal cinsiyet döngüsü, yenilenerek ve güçlendirilerek gelecek kuşaklara sokulmaya hazır hale getirilir. Aile, Okul-Eğitim, Din, Masallar, Resimli Çocuk Kitapları, Oyuncaklar, Kıyafetler, Çizgi Filmler, Medya, Atasözleri gibi özne ve araçlar ise bu döngünün başkahramanları olarak kullanılır.                               

Tüm bu özne ve araçların, kadın-erkek eşitliğindeki önemli rollerinin ve nasıl toplumsal cinsiyet döngüsünü oluşturduklarını ise ayrı bir yazıda ele almak mümkün olabilecek. Kısaca söylemek gerekirse, en masum görülen masallarda dahi –örneğin Pamuk Prenses, Kül Kedisi, Kırmızı Başlıklı Kız gibi-  simgeler kullanılarak ve hayal disiplini sağlanarak cinsiyete özgülenen idealler sürdürülmektedir.  Daha çok ergenlik dönemine geçişi konu edinen ve çocuğu yetişkin yaşamına hazırlama amacı taşıyan klasik masallar, toplumsal cinsiyet rollerine dair kodlarıyla birlikte ilkel kabilelerdeki erginlenme törenlerinden iki ölçüt kullanırlar: Cinsellik ve yuvadan ayrılarak bağımsızlığını kanıtlama.  Bunun yanında, kadının güzel olma zorunluluğu, kadın korkusunun pekiştirilmesi, kadının bağımsızlık korkusu, evcil ve itaat eden kadın modelleri ve evlilik ataerkil toplumun egemen dili ve düşünceleriyle hikâyeleştirilir.[3]

Türkiye'de ilköğretim 6. sınıf Türkçe kitaplarında cinsiyet rollerinin ne şekilde ele alındığının araştırıldığı bir çalışmada ise[4];  kitapların geleneksel anlayışın etkisinde kaldığı görülmüştür.  Mesleki roller açısından bakıldığında, erkeklerin daha farklı ve çeşitli meslek grupları içerisinde sunulduğu, aile içi rollerde kadınların daha fazla yer aldığı gözlenmiştir. Ayrıca ev işleriyle ilgili rollerde, kadınların rollerinin daha fazla ev içinde kaldığı, erkeklerinse ev dışında çalışarak evin geçimini sağlayan rollerde yer aldıkları görülmüştür.[5]

Son niyetine bir şey söylemek gerekir ise;  Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kadın-erkek eşitliğine fıtrat bakışı biz de dahil hiçbir toplumu ileriye taşıyamayacaktır. Ve her şeyden önemlisi, her gün kadına yönelik yeni bir şiddetin yaşandığı ülkemizde, bu şiddetin daha da büyümesine neden olacak ve bu yönüyle de asli sorumluluk da üstlenilmiş olunacaktır. Çocuklar ise, bu gerçeklikten hem olumsuz rol modellerinin pekiştirildiği nesnelere dönüştürülerek hem de bizzat şiddetin hedefi olarak zarar görmektedir.

Fıtrata gelmeden evvel Türkiye’nin yapması gerekenler ise: Taraf olduğu, Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi ve İstanbul Sözleşmesi’nin gereği olan yükümlülüklerini hayata geçirmek, kadınların erkeklerle fiili ve gerçek eşitliğini sağlamak,  her şeyden önemlisi de sorunun asıl nedeni olan toplumsal cinsiyetle mücadele etmektir.

1- Cemal Bali Akal, İktidarın Üç Yüzü

2- Bob Franklin, Çocuk Hakları

3- Melek Özlem Sezer, “Masallar ve Toplumsal Cinsiyet”

4- Latife Kılıç ve Bircan Eyüp, bkz.

5- Ders kitaplarında Toplumsal Cinsiyet hakkında daha kapsamlı bilgiler için bkz. ve bkz. bakabilirsiniz.

Tülay Bingöl
İstanbul - BİA Haber Merkezi
26 Kasım 2014