Bir bebek
doğduğunda herkesin ilk sorduğu soru “Erkek mi, Kız mı?” sorusudur. Derhal iki
cinsiyetin o andan itibaren farklı kişilikler geliştirdiği varsayılarak uygun
tebrik kartları ve armağanlar alınır.
Cumhurbaşkanı
Erdoğan, 1. Uluslararası Kadın ve Adalet Zirvesi’nde yaptığı “Kadın-Erkek
eşitliği fıtrata ters” açıklamasıyla üzerimize damgasını vurdu bildiğiniz
üzere. Haliyle bize de aslında hepimizin malumu olan bağzı şeyleri yeniden
paylaşmak düştü. Hem de 25 Kasım’da yani “Kadına Yönelik Şiddetle Uluslararası
Mücadele ve Dayanışma Günü”nde! Mücadele ve dayanışmanın, Türkiye hükümeti
açısından nasıl yürütüleceği, bu sözlerin ardından az çok anlaşılıyor olsa da
ben asıl konuya dönmek istiyorum.
Yani
kadın-erkek eşitliğinin fıtrat nedeniyle mi sağlanamadığı yoksa bu eşitliğin
olmaması için çabalayan ataerkil zihniyet nedeniyle mi sağlanamadığına?
Bu
zihniyeti görebilmenin en iyi yolu, kanımca, çocuklarda toplumsal cinsiyetin
yeniden nasıl inşa edildiğine bakmak olacaktır.
Çocuklarda
toplumsal cinsiyetin inşası dediğimizde aslında şu sorulara cevap arıyoruz:
Kadınlık ve erkeklik nasıl, nerede, ne zaman neden ve kim tarafından
yaratılıyor?
Bu
sorulara verilecek cevaptan önce “çocuk” olgusundan bahsetmek iyi olabilir.
Çünkü mevcut çocukluk algısını ortaya koymak, bu inşa sürecinin “iktidar” ile
bağlantısını görmemizi kolaylaştıracaktır.
Türkiye’nin
de taraf olduğu BM Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne göre; 18 yaşın altındaki her
birey çocuk olarak tanımlanıyor. Ancak
çocukluk dönemi sadece bu tanımlamayla sınırlandırılamayacak bir algıyı da
anlatmakta.
Paternalist
yaklaşıma göre; çocuklar, irrasyonel, bilgi ve deneyim yoksunu varlıklar olarak
görüldükleri için, yetersizliklerinin zararlı etkilerinden de korunmalıdır(!)
Rehber ve ideal kişilerce toplumsal yaşama hazırlanmalı ve onlar adına
yapılacak seçimleri, kararları da bu kişiler almalıdır.
Nihayetinde
çocuklar yetişkinlere göre "biçim verilecek birey, geleceğe hazırlık,
büyüme, yetersiz, deneyimsiz, olgunlaşmamış" sözcükleri ile karakterize
edilerek yetişkinlere bağımlı kılınırlar.
Bu
bağlamda bakıldığında, “toplumsal cinsiyetin geri dönüşüme sokulmasında”,
çocukların ilkel dönemlerden günümüze değin aslında birer “kurban” olduğunu
söylemek mümkündür. Oğlan çocukları “geleceğin denetleyeni”; kız çocuklar ise “geleceğin denetleneni”
olmak üzere kurban seçilirler. (Cemal Bali Akal)
Bununla
birlikte kadın-erkek eşitsizliğini, Erdoğan’ın fıtrata bağlamasında olduğu gibi
biyolojik farklılıklarla açıklayan görüşler de bulunmaktadır. Kadın ve erkek arasındaki biyolojik
farklılıklar, eşitlik kavramının içinin boşaltılması anlamına gelmeyecektir
herhalde. Sanırım bu görüşlere verilebilecek en iyi cevap, yine bilimsel ve
toplumsal araştırmalara bakmakla mümkün olabilecektir.
Madem öyle
çocukların sosyalleşme süreçlerine göz atalım.
Aile,
okul-eğitim, din, masallar, resimli çocuk kitapları, oyuncaklar, kıyafetler,
çizgi filmler, medya, atasözleri…
Antropolog
olan Mead, biyoloji/kültür ayrımı üstüne yaptığı bir çalışma sonrasında şu
görüşleri dile getirir: “Gözlemlenmiş toplumlar, kadın/erkek farklılığının
biyolojik olmanın çok ötesinde, öğretilen ve öğrenilen bir farklılık olduğunu
gösterirler. Kız ve erkek çocuklar her şeyden önce, kız ya da erkek olduklarını
kabul etmeyi öğrenirler. Üstelik kadınlıklarını ve erkekliklerini hayatları
boyunca da sınamak zorunda kalırlar. Yeterince kadın mıyım? Yeterince erkek
miyim? Çocuğun çevresinde, uyması gereken tek bir model değil, bir sürü model
vardır. Bunlara uyum sağlamasına ya da sağlayamamasına göre, yeterliliğine
inanıp kendine güvenir ya da yetersiz olduğunu düşünüp yılgınlığa, ümitsizliğe
kapılır.”[1]
Bir bebek
doğduğunda herkesin ilk sorduğu soru “Erkek mi, Kız mı?” sorusudur. Derhal iki
cinsiyetin o andan itibaren farklı kişilikler geliştirdiği varsayılarak uygun
tebrik kartları ve armağanlar alınır. Küçük kız için “pembe”, oğlan için
“mavi”, farklı renkteki giysi ve
eşyalardan çok daha fazlasını ifade eder. Varsayılan biyolojik ve psikolojik
farklar temelinde yeni bebekte aranan ve sonunda “keşfedilen” bütün bir ideal
özellikler dizisini önceler. Kızlar “nazik, yumuşak başlı, duyarlı, evcimen ve
bağımlıdırlar, başka bir deyişle pasiftirler. Erkek çocuklar ise “saldırgan,
egemen, hırslı, güçlü ve bağımsızdırlar yani aktiftirler. Toplumsal cinsiyetin
belirlediği bu ideal özelliklerin, öncelikle anne ve baba tarafından çocuğa
kazandırılması beklenir. Kadın, anne rolüyle, erkek ise baba rolüyle bu sürecin
öznesi olarak karşımıza çıkar. [2]
Toplumsal
cinsiyetten bağımsız ebeveynliğe engeller ise, bebek doğmadan başlar. Emily
Kane, örnek ebeveynlerine, daha anne baba olmadan oğulları ve kızlarıyla ilgili
tercihlerini sorduğunda, yanıtların temaları daha dünyaya gelmemiş çocuklar
için bile cinsiyetlendirilmiş beklentilerdir. Babalar genellikle erkek çocuk
isteme eğilimindedir. Örneğin bir baba düşüncelerini şöyle ifade eder: “Her
zaman oğlum olmasını istedim. Bir erkeğin bunu istemesinin normal olduğunu
düşünüyorum. Çünkü oğluma basketbol öğretmek istedim, beysbol öğretmek
istedim.” Araştırmaya katılan anneler için de durum farklı değil. Bir anne
şunları dile getirir: “ Bir kızın daha çok güzel giyinmesini ve oyuncak
bebekler satın almasını isterim ve işte dans dersleri… Kız çocuğu bir erkek
çocuğuyla yapılabilecek şeyler dışında kalan her şeyi yapabileceğiniz biri…”
Kız
çocuklarına yönelik ebeveyn tutumlarını, mevcut eril sistemden ayrı
değerlendirmek eksik olacaktır. Ataerkil düzen, kadınların doğurganlığını,
cinselliğini ve üretkenliğini denetim altına alabilmek için, kadınların hareket
özgürlüğünü de denetler.
Öte
taraftan oğlan çocukları da , “erkek adam” olmanın altın kurallarıyla
yetiştirilir. Tam olarak erkek olması için sünnet olması, askere gitmesi
gerektiği vb… düşünülür. Ve kadınlara atfedilen duygu ve davranışlar erkek
çocuklarından esirgenir. Bu davranışları sergileyen erkek çocukları yadırganır,
kimi zaman da cezalandırılır. Geleceğin denetleyeni olma misyonu da aslında
erkek çocuklarının omuzlarına bırakılan bir yük olarak karşımızda durur.
Ve bu
toplumsal cinsiyet döngüsü, yenilenerek ve güçlendirilerek gelecek kuşaklara
sokulmaya hazır hale getirilir. Aile, Okul-Eğitim, Din, Masallar, Resimli Çocuk
Kitapları, Oyuncaklar, Kıyafetler, Çizgi Filmler, Medya, Atasözleri gibi özne
ve araçlar ise bu döngünün başkahramanları olarak kullanılır.
Tüm bu
özne ve araçların, kadın-erkek eşitliğindeki önemli rollerinin ve nasıl
toplumsal cinsiyet döngüsünü oluşturduklarını ise ayrı bir yazıda ele almak
mümkün olabilecek. Kısaca söylemek gerekirse, en masum görülen masallarda dahi
–örneğin Pamuk Prenses, Kül Kedisi, Kırmızı Başlıklı Kız gibi- simgeler kullanılarak ve hayal disiplini
sağlanarak cinsiyete özgülenen idealler sürdürülmektedir. Daha çok ergenlik dönemine geçişi konu edinen
ve çocuğu yetişkin yaşamına hazırlama amacı taşıyan klasik masallar, toplumsal
cinsiyet rollerine dair kodlarıyla birlikte ilkel kabilelerdeki erginlenme
törenlerinden iki ölçüt kullanırlar: Cinsellik ve yuvadan ayrılarak
bağımsızlığını kanıtlama. Bunun yanında,
kadının güzel olma zorunluluğu, kadın korkusunun pekiştirilmesi, kadının
bağımsızlık korkusu, evcil ve itaat eden kadın modelleri ve evlilik ataerkil
toplumun egemen dili ve düşünceleriyle hikâyeleştirilir.[3]
Türkiye'de
ilköğretim 6. sınıf Türkçe kitaplarında cinsiyet rollerinin ne şekilde ele alındığının
araştırıldığı bir çalışmada ise[4];
kitapların geleneksel anlayışın etkisinde kaldığı görülmüştür. Mesleki roller açısından bakıldığında,
erkeklerin daha farklı ve çeşitli meslek grupları içerisinde sunulduğu, aile
içi rollerde kadınların daha fazla yer aldığı gözlenmiştir. Ayrıca ev işleriyle
ilgili rollerde, kadınların rollerinin daha fazla ev içinde kaldığı,
erkeklerinse ev dışında çalışarak evin geçimini sağlayan rollerde yer aldıkları
görülmüştür.[5]
Son
niyetine bir şey söylemek gerekir ise;
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kadın-erkek eşitliğine fıtrat bakışı biz de
dahil hiçbir toplumu ileriye taşıyamayacaktır. Ve her şeyden önemlisi, her gün
kadına yönelik yeni bir şiddetin yaşandığı ülkemizde, bu şiddetin daha da
büyümesine neden olacak ve bu yönüyle de asli sorumluluk da üstlenilmiş
olunacaktır. Çocuklar ise, bu gerçeklikten hem olumsuz rol modellerinin
pekiştirildiği nesnelere dönüştürülerek hem de bizzat şiddetin hedefi olarak
zarar görmektedir.
Fıtrata
gelmeden evvel Türkiye’nin yapması gerekenler ise: Taraf olduğu, Kadına Karşı
Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi ve İstanbul Sözleşmesi’nin gereği
olan yükümlülüklerini hayata geçirmek, kadınların erkeklerle fiili ve gerçek
eşitliğini sağlamak, her şeyden önemlisi
de sorunun asıl nedeni olan toplumsal cinsiyetle mücadele etmektir.
1- Cemal
Bali Akal, İktidarın Üç Yüzü
2- Bob
Franklin, Çocuk Hakları
3- Melek
Özlem Sezer, “Masallar ve Toplumsal Cinsiyet”
4- Latife
Kılıç ve Bircan Eyüp, bkz.
5- Ders
kitaplarında Toplumsal Cinsiyet hakkında daha kapsamlı bilgiler için bkz. ve
bkz. bakabilirsiniz.
Tülay
Bingöl
İstanbul -
BİA Haber Merkezi
26 Kasım
2014