“Cepheden
gelen ilk haberlere inanmayınız,” denilmiştir. Bu söz benzetmeler için de
geçerli. Suriye devletinin Ayn-el Arab ya da Kürtlerin Kobane şehrindeki
direniş Stalingrad’a benzemiyor. 1 Ağustos 1944 günü Kızıl Ordu’nun Varşova’nın
doğusuna kadar gelip Vistül Nehrinin kıyısında beklemesi, o sırada ülkelerini kurtarmak için ayaklanan Polonyalı
225.000 partizan ve sivilin Almanlar tarafından katledilişini uzaktan
seyretmesi daha uygun bir benzetme olur. Tarih acımasızdır.
Dünya,
bölgenin Suriye dışında yegâne seküler kadrosu olan PKK-PYD’nin şeriatçı
alçaklar tarafından katledilmesini canlı yayında seyrediyor. IŞİD mevzilerine
ABD’nin göstermelik hava saldırılarını sevinç çığlıklarıyla
karşılayan HDP milletvekillerinin durumu hazindir. 1991 yılının 24-28 Şubat günlerinde
cephesini Kuveyt’e dönmüş Irak zırhlı birliklerinin o zamanki “koalisyon
güçleri” tarafından Massive Ordnance bombalarıyla nasıl imha edildiğini neden
hatırlamıyorlar? ABD güney ve doğudan saldıran IŞİD’i sadece “misket bombası”
kullanarak birkaç saat içinde son
ferdine kadar imha edebilir. Ama
yapmıyorlar. Neyi bekliyorlar? TSK
sınırın öteki tarafından, Peşmerge de biraz daha uzaktan bakıyor.
ABD ile Türk
Hükûmeti arasında sınır bölgesinin PKK’dan arındırılması konusunda bir anlaşma
olduğunu ve harekât planının Türkiye’nin
bütün güney kara sınırını kapsadığını varsayabiliriz. Başka deyişle, Türkiye
sınırındaki ve sınır ötesindeki PKK-PYD güçleri, “çözüm süreci”nin dışına
çıkarılmış görünüyor.
PKK’nın
askeri kabiliyetinin ve stratejik düşünce tarzının bütün zaafları ortaya çıktı.
On dokuz-yirmi yaşında kızlı erkekli genç çocukları ellerinde piyade tüfekleriyle otobüslere bindirip IŞİD
vahşilerinin önüne sürmek, sonra da
“Coğrafi şartlar yetersiz, biz dağ şartlarında savaşmaya alışığız”
(Cemil Bayık) demek, “Bizde alan hâkimiyeti yoktur; sadece baskın yapıp pusu
kurarız” demekle eşdeğerdir.
PKK’nin
siyasi kolu da sürüklenme halinde. Demirtaş, Başbakanla “IŞİD’in bölgeden
atılması için yapılması gerekenler”i (!) konuşmuş; “Başbakan’ın bu konudaki
tutumu olumludur,” diyor. Aynı Başbakan, birkaç saat sonra, “Çözüm süreciyle
Kobane’nin ne alakası var?” diye soruyor. Zaman kazanıyor… Sabahat Tuncel cevap
veriyor: “Kobane’de halkımıza dayatılan soykırım kıskacı ortadan kaldırılmadan
gerçek bir barışın olması mümkün değil.” Öcalan, Devlet’i daha yakından
tanıdığı için, “Kobane düşerse Türkiye darbe sürecine girer,” diyor.
“Koalisyon” tek bir IŞİD topunu ya da tankını nokta atışıyla vurunca hep birlikte
seviniyorlar.
Bu durum Kürt
hareketinin ne olduğu sorusunu bir kez daha gündeme getiriyor. Hem “Mahir
Çayan’ın emanetini HDP’ye teslim ettim” (Öcalan) diyen; hem “HDP’nin önündeki ÖDP engeli kesinlikle
aşılmalıdır, yoksa radikal demokratik hareket bu görevi yapacak ve ÖDP’yi
gerçek ifadesine kavuşturmak zorunda kalacaktır” (Duran Kalkan) diye tehdit
savuran; öte tarafta, “İslam Kongresi” toplayıp bölgedeki Ortaçağ’dan kalma
güçleri bir araya getirmeye çalışan;
Erdoğan’ı Haziran Ayaklanması’nda “kurtardığı”nı iddia eden
(Öcalan); Haziran Ayaklanması için
“darbecilerle aramıza mesafe koyduk” dedikten sonra, “Gezi Direnişi gerçek bir
halk direnişi ve özgürlük arayışıdır” diyerek başka şey söyleyen (Demirtaş); aynı anda hem
milliyetçi, hem “radikal demokrat”, hem sosyalist, hem Bookchin’den mülhem “demokratik özerkçi” bir hareket nasıl mümkün
olabiliyor?
Bunları
görmeyecek miyiz? Bazıları, bir kısım sosyalistin PKK’ye “kibirli” baktığını
iddia ediyor. Kibir, şımarıklık, aynı anda birkaç farklı iç ve dış güce sırtını
dayayarak kendinde aşırı güç vehmetme gibi şeyler görmek isteyenler, öteki
tarafa baksınlar. Küçük burjuva politikacısı, sosyalist olsun ya da olmasın,
her zaman güce tapar; oturduğu yerden
ahkâm keserken, “silahlı/külahlı işler”den pek hoşlanır; İspanya İç
Savaşı’nın “uluslararası tugayları”yla saçma sapan analojiler yapar.
Yine de
haksızlık etmeyelim, şöyle bir analoji yapılabilir: İspanya İç Savaşı
(1936-1939) II. Dünya Savaşı’nın provası niteliğindeydi; yaklaşan savaşın
tarafları orada silahlarının ve ideolojilerinin gücünü sınadılar. Ortadoğu
coğrafyasındaki savaşlar da III. Dünya Savaşı’nın provası niteliğindedir; şu
farkla ki orada sadece emperyalistler silahlarının ve elektronik komuta kontrol
sistemlerinin kabiliyetini sınıyorlar, etnik
ve dini gruplar ise sadece
kendi ideolojilerinin ve imanlarının gücünü deniyorlar. Birincisinde trajedi olan şey, ikincisinde
fars (incelikten yoksun, kaba güldürü!) olmuş.
Tezkere’ye
gelince, Türkiye’nin Suriye’yle savaşması mümkün görünmüyor. Bu yönde bir
harekât üçüncü dünya savaşını başlatabilir
ya da savaş öncesinde TSK’nın
deneme balonu olarak kullanılması
anlamına gelir. İran/Suriye/Rusya/Çin
bir NATO ülkesinin Suriye topraklarına girmesine asla razı olmaz. Bütün
mesele, sınır ötesindeki PKK-PYD güçleri ile sınıra yakın bölgelerdeki IŞİD’i
tasfiye etmektir. Nitekim RTE de ilk kez bu ikisinin aynı şey olduğunu
söyledi. PKK’nin kitlesel derinliği ve
IŞİD’in Ankara’nın Hacıbayram’ından ülkenin bütün illerine, ta İTÜ’ye kadar
uzanmış hali dikkate alındığında, TSK harekete geçtiği anda iç savaş benzeri
iki cepheli bir şiddet ortamının oluşacağını ve mevcut siyasi rejimin değişmeye
başlayacağını kestirmek mümkündür.
Yavuz Alogan
No comments:
Post a Comment