Boş
Gösterenlerin Dünyası
Türkiye
sosyalistleri Kobanê dayanışması için çağrıda bulunuyor ve “halkımızı harekete
geçmeye çağırıyor”… muhtemel bu şekilde metinler kaleme alanların kafalarındaki
hareket algısı sokağa çıkıp bir süre yürümek ve “…yanındayız,… yalnız
değildir,…hesabı sorulacak” şeklinde sloganlar atmaktır. E daha ne olsun
diyebilirsiniz. Haklı olduğunuzu sanmıyorum.
Herkesin
bildiği ve zaten bu ilişkiler ağındaki herkesin kurabildiği cümleleri birbirine
yeniden telkin eden “basın açıklamalarının”,
hiçbir altyapı çalışması yapılmadan, hiçbir üyesi ile tartışmadan kendi
koltuğunun ederince grev kararı alan[1] ve tabi sorumluluk savmak kavlinden
kafalarından uydurdukları bu dünyayı ellerine yüzlerine bulaştıran ama yine de
utanmadan ve bir şey olmamışçasına koltuklarında oturmaya devam edenlerin
“halkımızı harekete geçmeye çağır” ması artık can sıkıcı ve mide bulandırıcı
bir hale gelmeye başladı.
Sessizliğe
Karşı Hareket
Bazılar on
binlerce ya da binlerce üyesi olan bu zevat “bu sessizliği ve seyirci olma
halini kınıyor” oldukları açıklamalar yapıyorlar. Oysa sadece “yöneticileri”
oldukları toplulukları bile etkin olarak “harekete geçirseler” sessizliğin
önemli ölçüde dağılmasına ön ayak olacaklar. Ama tabi bu pratiğin sarsacağı
konfor, statünün elden kayıp gitmesi ve Zeus’un şimşeklerini üstüne çekme huzursuzluğu,
yöneticilerimizi yalnızca “çağrı” yapmaya yönlendiriyor. Çağrı yapmak içinse
artık yönetici olmaya gerek yok, sosyal medyadaki etkili grupların yaptıkları
çağrılar dahi “yılların örgütleri”nin yaptıklarından daha büyük karşılıklar
bulabiliyor. Öyleyse bu yönetme tarzını terk etmek ve kitle dinamiklerini
işletemeyen bu yöneticileri ve yönetim yapılarını “hükümsüz” ilan etmek
bizlere, bu “örgütlerin” içinde, çevresinde, kıyısında bulunanlara düşmektedir.
Bunun yolu da 3 kişiyle de 5 kişiyle de olsa kendi kolektiflerimizi kurarak,
alternatif yaşam alanları örerek ve kurduğumuz kolektiflerin, putlaşıp kutsallaşan yapılara dönmesine izin
vermeden, iradelerimizi açıktan tartışmamızdan geçmektedir.
Direniş
“Sessizliğe
karşı harekete geçmek” direnerek mümkün değildir. Direnmek mevzi kaybetmemek
için yapılabilir. Yani sizin hattınıza kadar bir saldırı geliştirilmiştir ve
siz bu saldırıya karşı koymaya çalışıyorsunuzdur. Saldırıyı geriletmek, sizin dövüşerek ilerlemenizle
mümkündür. Dövüşmeden direnmek aslında yenilgiyi en baştan kabul etmektir. Bu
durumda ya da durumun hemen öncesinde şu soruyu sormak yerinde olacaktır;
sınırınız nerede başlayıp bitmektedir? Hem bireysel hem de toplumsal
belirlenimleri vardır. Hemen hepimizin toplumsal ve bireysel olarak içe doğru
çöktüğümüzü ve anlamsızlıktan tükendiğimizi hatırlarsak elimizdeki tek sınır
hattının “ölsek de kurtulsak” şeridinde durduğunu fark edebiliriz.[2] Demek ki
berbat durumdayız ve yalnızca gelen günü idare edip geçiştiriyoruz. Ülkenin
“örgütlü” hareketleri de biz ne isek o.
Toplumsal
Savaş: “Mesih’i Beklerken!”
Sadece bu
topraklarda mı böyle bilmiyorum ama kendi varlığının sorumluluğunu yeterince
kabullenmeden faturayı sürekli başkasına kesmek yaygın bir insan davranışı ve
bu davranış insanlığın gelişimi açısından hiçbir fayda sağlamıyor. Çok ilkel ve
dinsel bir düşünce biçimi olarak Kurtacı/Mesih beklemek toplumsal genlerimizde
yer etmiş. Beklenen bir Mesih, gönderecek bir tanrıyı da gerektirir. Ve eğer
dinini vareden bir tanrı varsa ona tapınman gerekir. Ve senin dinindeki tanrı
kutsalsa onun yasalarına boyun eğmen zorunludur. Ve eğer bu yasalara boyun
eğmezsen cezalandırılırsın… Peki her şeyin aynı/benzer bir düzleme çıkması için
mi mücadele vaazı veriyoruz?… Eğer
içerinin algısındaki değişimin ne olması gerektiğine yeterince zihin yormazsak
egemeni en iyi taklit eden, düzeni
yürütmeye devam eder.
Eğer
ortada kaldırılması gereken bir ağırlık varsa ve eğer bu ağırlığı kaldıran
alanı/sahayı kazanacaksa karşımızdakinin zayıflaması bizim konumumuzu
değiştirmez. Ağırlık orta yerde kalmaya devam eder ve başka bir güç sahibi
alanı kazanır. Karşımızdakinin kaybettiği gücün bizim hanemize yazılması bir
zorunluluk değil. AKP ya da herhangi bir egemenin iktidarı zayıflıyor olabilir.
Dengenin bozulması her daim olasıdır. Özellikle hayatın karmaşıklığı daha
doğrusu çok yönlülüğü içinde ikiden çok daha fazla güçlü oyuncu ve onlarla
ittifak geliştiren daha az ve daha da az güçlü oyuncuların kendi iç oyunları
kuruludur. Güçlü oyun/cu ise daha az ve daha da az oyun/cuların enerjilerini
örgütlemesi ve yönlendirmesi ve denetim altında tutabilmesi ile güçlü
olabilmektedir.
AKP, bu
topraklarda, oyun kurma kabiliyetini
yitiren burjuvazinin/sermayenin oyun kurucusudur. Cumhuriyetin ilk perdesi kapanmak üzeredir.
Seyircilerin salonu boşaltmaması için yeni bir heyecan, merak, umut unsuruna
ihtiyaç vardır. Kürt siyaseti/pkk ve diğer yeni özneler[3] eski, sarsılması ve
yıkılması gereken TC’yi, büyük bir cüretle kendi mücadelesi doğrultusunda
dönüştürmeye çalışmaktadır.[4] Özellikle 1990-2000 aralığında en sert
katliamların yaşandığı bu çatışma ortamı içinde TC’ye benzemeye başlayan PKK
için Öcalan’ın yakalanması/ tutsak edilmesi yıkıcı bir dezavantajdan kurucu bir
avantaja dönüştürülmüş gibi duruyor.[5]
Bu durumda daha yüzyılın başında Yakındoğu’yu(Ortadoğu) kaybeden Osmanlı
(Cumhuriyeti) tarihsel bir (ikinci) çöküntünün eşiğinde uluslararası sermayeye
yem olmamanın çabası içindedir. Üstelik durum sermayeye yem olmaktan daha
vahimdir. Tüm dünyada dolaşan bir
Hayalet (heyhula) vardır. Bir devlet düzeni olarak kendini örgütleyen
PKK/KCK/DTK/… her iki durumda da en güvenilir liman görünmektedir. Doğru ya da
yanlış yazgının çakıştığı bir tarihsel aşamadır. Makas açılana kadar ortak
rayda ilerlenecek görünmektedir. Ama çakışan makaslardan daha fazlası olan
denklemler söz konusudur.
[1] Bazen
gaza gelip genel grev kararı bile alıyor bu artistler.
[2] Soma
Katliamı’nda ölen ve sayısını 301 dolaylarında kabul ettiğimiz işçilerin geride
kalan mesai arkadaşlarının sessiz kalmalarının altında yatan en büyük korkusu
işsiz kalıp kredi kartı borçlarını ödeyememekti. Bu sadece onlar için değil,
toplumun neredeyse tüm alt tabakalarını dolduran bizim gibi on milyonlarca
insanın neredeyse ortak korkusu. Yani endişe ve kaygıdan daha fazlası (ama
sadece şimdilik).
[3] Gücünü
ortaya koyabilenler bu kuruluşta belirleyici olacaktır. Devrimci sosyalistler
de devletin ve uluslararası sermayenin baskı ve saldırılarına direnebildikleri
ve onunla savaşabildikleri ölçüde belirleyici olabilecektir. Sistemin büsbütün mezar kazıcıları tarafından
çökertilmemesi için devletin “özgürlük alanını” genişletmesi (daha sonra orada boğarak öldürmek koşuluyla)
kendi işleyişi için elzem görünmektedir. İçeride özgürlük alanını açabilmesi
ise zindanları ve katliam ağlarını kendi sınırlarının dışına kurabilmesi ile
mümkündür.
[4]
İnsanlığın binlerce yıllık toplumsal birikimin en üst (yaygın-baskın) aşamasını
temsil eden kapitalizm, içinde barındırdığı yüksek potansiyelle
tamamen/bütünlükle yıkılamayacak bir sistem olduğunu ortaya koymuş gibi
görünüyor. Bu belki de “şimdiden bakarak”
yaşanan bir yanılsamadır ama başka bir yerden bakma şansına sahip değilim.
[5] Zaman
her ikisine dair sonuçları ortaya koyacaktır.
No comments:
Post a Comment