Saturday 11 October 2014

“Halkımızı Harekete Geçmeye Çağırıyoruz!”

                                            Serdar Uğurlu

Boş Gösterenlerin Dünyası

Türkiye sosyalistleri Kobanê dayanışması için çağrıda bulunuyor ve “halkımızı harekete geçmeye çağırıyor”… muhtemel bu şekilde metinler kaleme alanların kafalarındaki hareket algısı sokağa çıkıp bir süre yürümek ve “…yanındayız,… yalnız değildir,…hesabı sorulacak” şeklinde sloganlar atmaktır. E daha ne olsun diyebilirsiniz. Haklı olduğunuzu sanmıyorum.

Herkesin bildiği ve zaten bu ilişkiler ağındaki herkesin kurabildiği cümleleri birbirine yeniden telkin eden “basın açıklamalarının”,  hiçbir altyapı çalışması yapılmadan, hiçbir üyesi ile tartışmadan kendi koltuğunun ederince grev kararı alan[1] ve tabi sorumluluk savmak kavlinden kafalarından uydurdukları bu dünyayı ellerine yüzlerine bulaştıran ama yine de utanmadan ve bir şey olmamışçasına koltuklarında oturmaya devam edenlerin “halkımızı harekete geçmeye çağır” ması artık can sıkıcı ve mide bulandırıcı bir hale gelmeye başladı.

Sessizliğe Karşı Hareket

Bazılar on binlerce ya da binlerce üyesi olan bu zevat “bu sessizliği ve seyirci olma halini kınıyor” oldukları açıklamalar yapıyorlar. Oysa sadece “yöneticileri” oldukları toplulukları bile etkin olarak “harekete geçirseler” sessizliğin önemli ölçüde dağılmasına ön ayak olacaklar. Ama tabi bu pratiğin sarsacağı konfor, statünün elden kayıp gitmesi ve Zeus’un şimşeklerini üstüne çekme huzursuzluğu, yöneticilerimizi yalnızca “çağrı” yapmaya yönlendiriyor. Çağrı yapmak içinse artık yönetici olmaya gerek yok, sosyal medyadaki etkili grupların yaptıkları çağrılar dahi “yılların örgütleri”nin yaptıklarından daha büyük karşılıklar bulabiliyor. Öyleyse bu yönetme tarzını terk etmek ve kitle dinamiklerini işletemeyen bu yöneticileri ve yönetim yapılarını “hükümsüz” ilan etmek bizlere, bu “örgütlerin” içinde, çevresinde, kıyısında bulunanlara düşmektedir. Bunun yolu da 3 kişiyle de 5 kişiyle de olsa kendi kolektiflerimizi kurarak, alternatif yaşam alanları örerek ve kurduğumuz kolektiflerin,  putlaşıp kutsallaşan yapılara dönmesine izin vermeden, iradelerimizi açıktan tartışmamızdan geçmektedir.

Direniş

“Sessizliğe karşı harekete geçmek” direnerek mümkün değildir. Direnmek mevzi kaybetmemek için yapılabilir. Yani sizin hattınıza kadar bir saldırı geliştirilmiştir ve siz bu saldırıya karşı koymaya çalışıyorsunuzdur.  Saldırıyı geriletmek, sizin dövüşerek ilerlemenizle mümkündür. Dövüşmeden direnmek aslında yenilgiyi en baştan kabul etmektir. Bu durumda ya da durumun hemen öncesinde şu soruyu sormak yerinde olacaktır; sınırınız nerede başlayıp bitmektedir? Hem bireysel hem de toplumsal belirlenimleri vardır. Hemen hepimizin toplumsal ve bireysel olarak içe doğru çöktüğümüzü ve anlamsızlıktan tükendiğimizi hatırlarsak elimizdeki tek sınır hattının “ölsek de kurtulsak” şeridinde durduğunu fark edebiliriz.[2] Demek ki berbat durumdayız ve yalnızca gelen günü idare edip geçiştiriyoruz. Ülkenin “örgütlü” hareketleri de biz ne isek o.

Toplumsal Savaş: “Mesih’i Beklerken!”

Sadece bu topraklarda mı böyle bilmiyorum ama kendi varlığının sorumluluğunu yeterince kabullenmeden faturayı sürekli başkasına kesmek yaygın bir insan davranışı ve bu davranış insanlığın gelişimi açısından hiçbir fayda sağlamıyor. Çok ilkel ve dinsel bir düşünce biçimi olarak Kurtacı/Mesih beklemek toplumsal genlerimizde yer etmiş. Beklenen bir Mesih, gönderecek bir tanrıyı da gerektirir. Ve eğer dinini vareden bir tanrı varsa ona tapınman gerekir. Ve senin dinindeki tanrı kutsalsa onun yasalarına boyun eğmen zorunludur. Ve eğer bu yasalara boyun eğmezsen cezalandırılırsın… Peki her şeyin aynı/benzer bir düzleme çıkması için mi mücadele vaazı veriyoruz?…  Eğer içerinin algısındaki değişimin ne olması gerektiğine yeterince zihin yormazsak egemeni en iyi taklit eden,  düzeni yürütmeye devam eder.

Eğer ortada kaldırılması gereken bir ağırlık varsa ve eğer bu ağırlığı kaldıran alanı/sahayı kazanacaksa karşımızdakinin zayıflaması bizim konumumuzu değiştirmez. Ağırlık orta yerde kalmaya devam eder ve başka bir güç sahibi alanı kazanır. Karşımızdakinin kaybettiği gücün bizim hanemize yazılması bir zorunluluk değil. AKP ya da herhangi bir egemenin iktidarı zayıflıyor olabilir. Dengenin bozulması her daim olasıdır. Özellikle hayatın karmaşıklığı daha doğrusu çok yönlülüğü içinde ikiden çok daha fazla güçlü oyuncu ve onlarla ittifak geliştiren daha az ve daha da az güçlü oyuncuların kendi iç oyunları kuruludur. Güçlü oyun/cu ise daha az ve daha da az oyun/cuların enerjilerini örgütlemesi ve yönlendirmesi ve denetim altında tutabilmesi ile güçlü olabilmektedir.

AKP, bu topraklarda,  oyun kurma kabiliyetini yitiren burjuvazinin/sermayenin oyun kurucusudur.  Cumhuriyetin ilk perdesi kapanmak üzeredir. Seyircilerin salonu boşaltmaması için yeni bir heyecan, merak, umut unsuruna ihtiyaç vardır. Kürt siyaseti/pkk ve diğer yeni özneler[3] eski, sarsılması ve yıkılması gereken TC’yi, büyük bir cüretle kendi mücadelesi doğrultusunda dönüştürmeye çalışmaktadır.[4] Özellikle 1990-2000 aralığında en sert katliamların yaşandığı bu çatışma ortamı içinde TC’ye benzemeye başlayan PKK için Öcalan’ın yakalanması/ tutsak edilmesi yıkıcı bir dezavantajdan kurucu bir avantaja dönüştürülmüş gibi duruyor.[5]  Bu durumda daha yüzyılın başında Yakındoğu’yu(Ortadoğu) kaybeden Osmanlı (Cumhuriyeti) tarihsel bir (ikinci) çöküntünün eşiğinde uluslararası sermayeye yem olmamanın çabası içindedir. Üstelik durum sermayeye yem olmaktan daha vahimdir.  Tüm dünyada dolaşan bir Hayalet (heyhula) vardır. Bir devlet düzeni olarak kendini örgütleyen PKK/KCK/DTK/… her iki durumda da en güvenilir liman görünmektedir. Doğru ya da yanlış yazgının çakıştığı bir tarihsel aşamadır. Makas açılana kadar ortak rayda ilerlenecek görünmektedir. Ama çakışan makaslardan daha fazlası olan denklemler söz konusudur.



[1] Bazen gaza gelip genel grev kararı bile alıyor bu artistler.

[2] Soma Katliamı’nda ölen ve sayısını 301 dolaylarında kabul ettiğimiz işçilerin geride kalan mesai arkadaşlarının sessiz kalmalarının altında yatan en büyük korkusu işsiz kalıp kredi kartı borçlarını ödeyememekti. Bu sadece onlar için değil, toplumun neredeyse tüm alt tabakalarını dolduran bizim gibi on milyonlarca insanın neredeyse ortak korkusu. Yani endişe ve kaygıdan daha fazlası (ama sadece şimdilik).

[3] Gücünü ortaya koyabilenler bu kuruluşta belirleyici olacaktır. Devrimci sosyalistler de devletin ve uluslararası sermayenin baskı ve saldırılarına direnebildikleri ve onunla savaşabildikleri ölçüde belirleyici olabilecektir.  Sistemin büsbütün mezar kazıcıları tarafından çökertilmemesi için devletin “özgürlük alanını” genişletmesi  (daha sonra orada boğarak öldürmek koşuluyla) kendi işleyişi için elzem görünmektedir. İçeride özgürlük alanını açabilmesi ise zindanları ve katliam ağlarını kendi sınırlarının dışına kurabilmesi ile mümkündür.

[4] İnsanlığın binlerce yıllık toplumsal birikimin en üst (yaygın-baskın) aşamasını temsil eden kapitalizm, içinde barındırdığı yüksek potansiyelle tamamen/bütünlükle yıkılamayacak bir sistem olduğunu ortaya koymuş gibi görünüyor.  Bu belki de “şimdiden bakarak” yaşanan bir yanılsamadır ama başka bir yerden bakma şansına sahip değilim.


[5] Zaman her ikisine dair sonuçları ortaya koyacaktır.

No comments:

Post a Comment