İnsanın
iktidara karşı
mücadelesi,
hafızanın
unutuşa karşı
mücadelesidir.
Milan Kundera
28
Ekim 2014
PARİS
Kısa adı
EHESS olan Ecole des Hautes Etudes en
Sciences Sociales’de (Sosyal Bilimler Yüksek Okulu) dün sabah 1915: Ermeni
Soykırımı kitabımla ilgili olarak düzenlenen bir yuvarlak masa konferansında
yaptığım Tutsak Akıl, Özgür Akıl başlıklı konuşma aşağıda yer alıyor.
Konuşmama
başlarken, 46 yıllık gazeteciliğimde, kitap ve yazılarımda sık kullandığım bir
cümleyi buraya bir daha taşıyorum:
Acılar
olgunlaştırır!
Acıların hem
insanları, hem toplumları olgunlaştırıcı tarafı, herhalde en iyi, yüzyıllar
boyu korkunç altüst oluşları, ana baba günlerini yaşamış olan Avrupa’da, onun
Berlin gibi, Paris gibi, Varşova gibi şehirlerinde anlaşılır.
Trajediye zar
zor doymaya başlayan bu topraklarda, tarihin içinden gelen acı ve hüznü her
seferinde iliklerime kadar duyumsarken, bir konu daha vardır her seferinde
kapımı çalan:
Tutsak akıl,
özgür akıl...
Çünkü Avrupa,
akılların totaliter ideoloji ve rejimler tarafından nasıl tutsak
alınabileceğini, ‘totaliter devlet’lerin kendi tek doğrularını insanlara ne korkunç
yöntemlerle
dayatarak, onları yalanda yaşatabileceğini tarifsiz acılarla yaşamıştır.
Ama yaşlı
kıta, o korkunç geçmişle yüzleşerek, ‘tutsak akılların özgürleşme süreci’ne yaptığı büyük katkılarla da
sembolleşmiştir.
Benim de
aklım bir zamanlar ‘tutsak akıl’dı.
Ve ‘tutsak
akıl’la yaşamanın, yalanda yaşamak anlamına geldiğini o zamanlar, 1960’larda
daha bilmiyordum.
Beynimi
kolayca totaliter sloganların, devlet klişelerinin emrine vererek mutluluğa
açılan yollarda yürüyebileceğimi sanıyordum.
Solda bir
‘radikal’dim.
Ve kendimi
komünist sanıyordum.
Ama aynı
zamanda bir Kemalist, bir milliyetçi olduğumu daha bilmiyordum.
Türkiye
Cumhuriyeti Devleti’nin 1923’te kuruluşuyla birlikte akıllarımızın etrafına
çekmiş olduğu ‘kırmızı çizgiler’in henüz bilincinde değildim.
2. Dünya
Savaşı'nda harabeye dönen Londra
2. Dünya
Savaşı'nda harabeye dönen LondraOsmanlı İmparatorluğu dönemine, özellikle
Enver-Talat-Cemal üçlüsünün İttihat ve Terakki diktatoryasına uzanan bu
‘kırmızı çizgiler’in, bugünlere kadar uzanan ‘Türk milliyetçiliği’nin de
çerçevesini çizdiğini yıllar sonrası öğrenecektim.
Cumhuriyet’in
kuruluşuyla birlikte yeni bir ulus-devlet, bir Türk ulusu yaratabilmek için,
Anadolu’daki bütün Müslümanlar Türk olacak, gayrimüslimler de Anadolu’dan toz
olacaklardı.
Kürt
Kürtlüğünü, Alevi Aleviliğini, Ermeni acısını unutacak, Müslüman da Sünni
inancını daha çok kendi vicdanında yaşarken, pek öyle kamuya taşımayacaktı.
Hakkarili bir
Kürt aydınının yakın geçmişte dediği gibi:
“Yıllardır
Türkiye’de Kürtler yaşadıklarını, Ermeniler de öldürüldüklerini anlatmaya,
kanıtlamaya çalışırlar.”
1955 yılında “Atatürk'ün Selanik'te doğduğu eve bomba
atıldı” şeklindeki yalan haberle başlayan olaylar azınlıklara yönelik katliam
ve yağma hareketine dönüştü
KOMÜNİST...
KEMALİST...
Ben bu
gerçeklerin, kendimi Komünist sanıp aslında Kemalist olduğumu bilmediğim
zamanlarda farkında bile değildim.
Ne Kürtler
vardı, ne Aleviler vardı, ne de 1915 vardı bizim tarihimizde.
Benim
öğrendiğim tarih böyleydi.
İşte aklım
böyle bir tarih tarafından tutsak alınmıştı.
Cumhuriyet
devleti kendi resmi tarihiyle beni ‘yalanda yaşatmıştı.’
Bizim tarih, gerçek değil icat edilmiş bir tarihti,
tahrif edilmiş bir tarihti.
Ermeniler,
1915 yoktu o tarihte.
Kürtler yoktu
o tarihte.
Dersim yoktu
o tarihte.
Aleviler
yoktu o tarihte.
Yahudileri
1930’larda hedef alan Trakya pogromları yoktu. ‘Varlık vergisi’nin, 6-7 Eylül
pogromunun perde arkası da yoktu o tarihte.
1965’te
Ankara’da, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden mezun olduğum zaman bu konulardan
-ya da bütün bu konuların gerçek boyutlarından- eski deyişle bihaber 21 yaşında
bir Türk genciydim.
Kısacası:
‘Kepaze
sayfalar’ımız yer almaz bizim ‘resmi tarih’imizde.
O derece
tahrif edilmiştir ki, Cumhuriyet’in kurucusu Mustafa Kemal Atatürk bile
sansürlenmiştir.
Örneğin
Mustafa Kemal, 24 Nisan 1920’de, Meclis kürsüsünden yaptığı ilk konuşmada sözü
1915’e getirip şöyle der:
“Utanç verici
işler, alçaklık!”
Bu sözleri de
bulamazsınız resmi tarihimizde, birçok gerçek gibi üstü örtülmüştür.
2. Dünya
Savaşı'nda harabeye dönen Londra
YALANDA YAŞATMAK!
Kendi
insanına güvenmez bu resmi tarih. Kendi vatandaşlarını karanlıkta tutmak,
yalanda yaşatmak ister.
Ya da kendi
ezberlerinin dışına çıkılmasına izin vermez devlet...
Bu nedenle,
alternatif tarih yazımı Türkiye’de kolay olmamıştır, fena halde gecikmiştir.
Türkiye’de,
Fransa’dan aldıkları aydınlanmacılığı dillerinden düşürmeyen cumhuriyetçi
ideologlar, demokratik hayat tarzının özünü oluşturan ‘eleştirel düşünce’yi
zincire vurmuşlardır.
Bunun içindir
ki, Türkiye’de tarihle uğraşmak bugünle uğraşmaktır, ‘dün’le değil, ‘bugün’le
boğuşmaktır.
Şu da
söylenebilir:
Türkiye’de
tarihle uğraşmak, ‘siyasal bir mücadele’dir.
Tarihe, resmi
tarihin ‘kırmızı çizgileri’nin ötesinde dokunmaya başladığın vakit, bugünün
sorunları ve bunların nedenleriyle yüz yüze gelirsin.
1915 ve
Ermeni meselesinde, Kürt sorununda, Alevi meselesinde, ‘asker sorunu’nda asıl
tarihi, gerçek olanı araştırmaya başladığın zaman hop dedik sesi kulağınızda
çınlar. Hiç de tekin olmayan bir alana girdiğinize dair uyarı mesajları
alırsınız.
Çünkü,
‘tarihin uydurulmuş hâli’dir onların işine gelen...
Onlar, yani
düşünce polisleri!
Ellerinde
sopalarla, ellerinde 301 gibi yasakçı kanun maddeleriyle, ellerinde silahlarla
bugün de, -eskisi kadar güçlü ve etkili olmasalar da- hâlâ sahnededir bu
düşünce polisleri...
Kendileri
gibi düşünmeyenleri cezalandırmaya hazır düşünce zaptiyeleri.
George
Orwell’ın bir sözü vardır:
“Özgürlük,
insanlara
duymak istemedikleri şeyleri söyleyebilmektir.”
Bu anlayış
‘düşünce polisleri’ni çıldırtır.
Onlar için
tek doğru vardır çünkü.
Onu da kendi
tekellerine aldıklarını sanırlar.
Tarih de
öyledir, o da onların tekelindedir.
Oysa, tarihle
yüzleşmek gerekir.
Başka çaremiz
yok.
‘Resmi
tarih’i sorgulamak şart.
Tarihin
kepaze sayfalarıyla yüzleşmekten, resmi tarihin klişelerini sorgulamaktan
kaçmak uygar insanlara yakışmaz.
Demokrasiyi
bir hayat tarzı olarak benimsemek isteyen bir toplumun kendi geçmişini didik
didik etmesi barış ve demokrasi açısından bir ön koşuldur.
Tarihle ne
kadar yüzleşilirse, tarih ne kadar sorgulanırsa, o kadar olgun, kendi
kendisiyle barışık bir toplum halinde yaşanabilir.
Yapımında Hrant Dink'in de aralarında bulunduğu
çocukların çalıştığı Tuzla Ermeni Çoçuk Kampı, 1987'de mahkeme kararıyla
Gedikpaşa Kilisesi Vakfı'ndan alınarak ilk sahibine iade edildi
Hrant Dink
HRANT DİNK’İ
ANIMSIYORUM
Avusturya
Alpleri'nde, Salzburg yakınlarında bir göl kıyısıydı.
2005 yılı
baharı.
Sevgili
Hrant, güncel ya da tarihsel bir dolu haksızlığa karşı yanan yüreğini bana
açmıştı.
Her zamanki
gibi samimiydi.
Duygu
fırtınaları içinde konuşuyordu, yüreğinin freni yoktu.
Türkiye'nin
demokratikleşmesi ikimizin de ortak derdiydi.
Avrupa
Birliği yolunda kalkınacak, demokratikleşecek bir Türkiye'nin rahatlayacağını,
milliyetçiliği zamanla aşabileceğini, kendi sorunlarıyla da, kendi tarihiyle de
hesaplaşacak özgüven ve olgunluğa sahip olacağını düşünüyordu.
Demişti ki
sevgili Hrant:
“1923’te,
Cumhuriyet'in kuruluşunda 300 bin Ermeni yaşıyordu Türkiye'de. O tarihlerde
Türkiye nüfusu 13 milyondu, bugün 70 milyon. Ermeniler ise sadece 60 bin.
Türkiye nüfusu artarken biz niçin azaldık?..”
Hrant Dink
Hrant
DinkDertlenmişti sevgili Hrant:
“Türkiye'deki
farklı kültürleri tanıtan bir ders kitabı bile yok. Bırakın bir ders kitabını,
bir Türkçe kitabında bir cümle bile yok, Ali topu Ayşe’ye at cümlesinin yanında
bir de, sözgelimi, Ali topu Agop’a at diye bir cümlecik...”
Aradan geçen
dokuz yıl.
Hâlâ böyle
cümleler yok ders kitaplarımızda.
Hâlâ
Ermenilerin Anadolu’daki köklerini, izlerini yok sayıyoruz.
Hâlâ
Ermeniliğe hakaret niteliğindeki cümleler yer alabiliyor okullarda okutulan
tarih kitaplarında.
Hâlâ
Türkiye’nin bugünkü Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, “Affedersiniz Ermeni…”
diye konuşabiliyor.
Ne yazık ki
öyle.
Yapımında Hrant Dink'in de aralarında bulunduğu
çocukların çalıştığı Tuzla Ermeni Çoçuk Kampı, 1987'de mahkeme kararıyla
Gedikpaşa Kilisesi Vakfı'ndan alınarak ilk sahibine iade edildi
GERÇEK KORKUSU…
Hrant Dink,
Türkiye’de özellikle devletin yaşattığı ‘gerçek korkusu’nu kendi hayatının
içinden biliyordu.
Acıları ona
rehberlik etmişti.
Tarihe
dokunurken ateşle oynadığının da farkındaydı.
Türkiye’de
tarihe dokunmanın, yalanda yaşamayı reddetmenin, aklı özgürleştirmeye
kalkışmanın ne kadar netameli, tehlikeli bir iş olduğunu biliyordu sevgili
Hrant.
Ama
kararlıydı.
Taşları
yerinden oynatmadan bir yere gidilemeyeceğinin bilincindeydi.
Akıllar
özgürleştikçe geçmişin acılarının bir daha yaşanmayacağının, artık bu
toprakların da trajedilere doyacağının ve en nihayet barışa açılacağının çok
iyi farkındaydı.
Sevgili
Hrant, bunun için çok büyük bir bedel ödedi.
Ama 19 Ocak
2007’de kendi hayatıyla ödediği bu bedel, Türkiye’de -benimki dahil- ‘tutsak
akılların özgürleşmesi’ni hızlandırdı.
İstanbul’da
100 bin kişi yürüyecekti, 2007 yılı Ocak ayındaki cenaze töreninde.
2008 yılı
Aralık ayında, “Ermeni kardeşlerimin duygu ve acılarını paylaşıyorum, onlardan
özür diliyorum” bildirisini 30 bin kişi imzalayacaktı.
2010’da, 24
Nisan İstanbul’da üç ayrı yerde ve Ankara, İzmir, Diyarbakır’da anılacaktı.
1990’larda
sahneye çıkan alternatif tarih yazımı ve yayınları hızla çoğalacak, akademiyada
1915 bir tabu olmaktan çıkmaya başlayacaktı.
Ben de, 2008
yılı Eylül ayında ilk kez Erivan’a gidecek ve Soykırım Anıtı’na beş sap beyaz
karanfil koyarken duygularımı bir kenara not edecektim, aşağıdaki gibi…
Erivan'dan Ağrı Dağı. Karlı zirvesiyle ne kadar soylu, ne
kadar zarif
SOYKIRIM ANITI’NDA…
Hrant Dink
bir keresinde, "Gelin önce birbirimizin acılarına saygı gösterelim"
demişti.
Belki de
sevgili Hrant'ın bu sözüydü, yaşadığı acılardı, hayatımda ilk kez beni
Ermenistan'a getiren ve Erivan'da bir sabah vakti gün doğarken Soykırım
Anıtı'nın önünde bana duygu fırtınası yaşatan...
Ağrı Dağı,
sislerin içinden kendini bir gösteriyor, bir kayboluyor.
Hüzünlü bir
görüntüsü var.
Karlı
zirvesiyle ne kadar soylu, ne kadar zarif.
Elini uzatsan
sanki yakalayabileceksin, o kadar yakın...
Ben Hrant'la
başbaşa, acıları düşünüyorum anıtın önünde.
Acılara saygı
göstermeyi...
Başkalarının
acılarını anlamayı...
Ve acıları
paylaşmayı düşünüyorum.
Sabahın tuhaf
sessizliğinde Hrant'la baş başayım.
Tarihten
kaçılamıyor.
Sabahın
sessizliğinde, bir kez daha tarihi inkâr etmenin anlamsızlığını, ama aynı
zamanda tarihin, acıların tutsağı haline gelmenin taşıdığı riskleri
düşünüyorum.
Bir de
köklerin kaybolmadığı aklımın bir köşesinde…
İnsanların
kökleri, kök saldıkları topraklar çok önemli.
İnsanları
dilinden, kimliğinden koparmak nasıl insanlığa karşı büyük bir suçsa,
köklerinden, topraklarından koparmak da o kadar büyük bir suç.
Hele bunları
gerekçelemek ise suçun ayrılmaz bir parçası...
Ermeniler
yaşadı büyük acıyı.
Anadolu'dan
koparıldıklarında yaşadılar.
1915'te,
1916'da yaşadılar.
Ve Anadolu
hasreti hiç dinmedi içlerinde...
Sevgili
Hrant'ın sesi kulağımda:
"Gelin
önce birbirimizin acılarına saygı gösterelim."
Hrant
sessizce anlatıyor acısını: “Atalarımın başına gelenleri biliyorum.
Buna kiminiz
katliam, kiminiz soykırım, kiminiz tehcir, kiminiz trajedi diyorsunuz.
Atalarım da
Anadolu deyimiyle kıyım derdi.
Bir devlet,
kendi yurttaşlarını, hem de savunmasızlarını, çoluk çocuk, kadın yaşlı demeden,
kök saldığı ortamlardan söküp, bilinmez bitmez yollara salıyorsa, bunun
sonucunda da bir halk büyük bir bölümüyle yok oluyorsa, bugün bizlerin bu
durumu izah edecek kelimeleri tercih etme kıvranışımız, insan olma
özelliğimizin hangi vasfıyla izah edilebilir?
'Buna
soykırım mı desek, göç mü desek?' diye cambazlıklar yapacaksak, her ikisini de
aynı ölçüde mahkûm edemeyeceksek, soykırım yerine tehciri ya da tehcir yerine
soykırımı tercih etmekle, insan oluşumuzla ilgili onurun hangi parçasını
kurtarmış olacağız?”
Ve soruyor
Hrant Dink:
“Geçmişte
yaşanan büyük felaketin sorumluları gibi mi davranacağız, yoksa o yanlışlardan
ders alarak yeni sayfaları bu kez uygar insana yakışır şekilde mi
yazacağız?"
Öyle değil mi
sevgili Hrant?
“İkrar değil,
inkâr değil, önce idrak” derdin. 'İdrak'ın yollarının demokrasiden, özgürlükler
düzeninden geçtiğini adın gibi bilirdin.
Sevgili
kardeşim;
Erivan'da gün
doğuyor, güneş sislerin içinde kırmızı
bir portakal gibi.
Sabahın bu
güzel sessizliğinde, beyaz karanfilleri senin için koyuyorum anıtın dibine.
Beni buralara
sen, senin acıların getirdi çünkü...
2008 yılı
eylül ayında, Erivan’da, Soykırım Anıtı’na Hrant Dink için beş sap beyaz
karanfil koyduktan sonra Milliyet’e yukarıdaki yazıyı yazmıştım.
İCAT EDİLMİŞ TARİH…
1915 acısı
maziye değil, bugüne ait bir mesele.
Tarihle -ama
bizimki gibi icat edilmiş tarihle, tahrif edilmiş tarihle değil- gerçek tarihle
barış yaparak ve de tarihi istismar illetinden kurtularak huzura erebilir,
gerçek ve kalıcı barışı yakalayabiliriz.
Barış ve
demokrasi ne yazık ki hep tarifsiz acıların içinden geçerek, ancak büyük
bedeller ödenerek gelebiliyor.
‘Milliyetçilik’lerin
her türü yok olmadan insanlığın barış ve huzur ipini tam olarak yakalaması
mümkün olamıyor.
Sevgili
Hrant’ın hayatıyla ödediği korkunç bedelle benim aklım da tutsaklık
zincirlerini kırdı diyebilirim.
Bu sayede,
2012 yılı Eylül ayında çıkan 1915: Ermeni Soykırımı adını taşıyan kitabımı
yazdım.
Beni
dinlediğiniz için hepinize teşekkür ederim.
No comments:
Post a Comment