Saturday 18 October 2014

Kızgın, yorgun ve umutsuz insanlar ülkesi I Hakan Aksay

   


Öyle anlar oluyor ki, kendimden kuşkulanıyorum: Âdeta birdenbire bütün tecrübemi kaybettim. Nasıl yaşanacağını bilemez oldum.

Sanki yaşamak piyano çalmak gibi bir şey ve ben bunu hiçbir zaman öğrenmediğim için koca piyanonun önünde döktüğüm terde boğuluyorum.

Bir kaplumbağa gibi hissediyorum kendimi; nasıl olduysa ters dönmüşüm ve tekrar ayaklarımın üzerine basamıyorum.


Nasıl oldu bu iş? Nerede geri dönülmez bir şeyler oldu da bugünlere geldim?

Bu hayat...

Bu saçmalıklar senaryosu... Ve yalanlar... Hatta aptallıklar...

Her şeyin anlamsız geldiği, boşa kürek çekildiği duygusuyla dolu, mutsuz bir sahne bu. Ve yerini bir sonraki sahneye bırakmamak için korkunç bir direnç gösteriyor.

*   *  *

Bakıyorum çevreme. Sadece ben değilim bu karanlığın içine yuvarlanan. Yüz binlerce, hatta milyonlarca insan debeleniyor benimle beraber.

İnsanların suratı asık. Gerginler. Her an patlamaya hazırlar.

Patlıyorlar da olur olmaz şeylere. Çok fazla kötülük ve nefret biriktiriyorlar. Ve olur olmaz yerde hiç tanımadıkları kişilere ya da en yakınlarına kusuyorlar şiddet ve kinlerini.

Kızgın, yorgun ve umutsuz insanlar ülkesi oldu burası.

Elbette bunun tonla nedeni vardır. Ama herkesin olmasa da çoğumuzun gördüğü - en azından sezdiği - bir gerçek var: Freni patlamış ve sağa sola savrulan bir otobüsün içindeyiz.

Duvara doğru hızla yaklaştığımız hissine esir düşmüşken huzurlu olmamız mümkün değil. Üstelik direksiyonla oynayan şoför ayağını gazdan çekmiyor ve sürekli bağırıp çağırıyor. Herkes sinmiş. Kimse onu durdurmak için bir hamle yapmıyor.

*   *  *

21. Yüzyıl'ı kuşatmış küstah bir Ortaçağ karanlığında yaşıyoruz sanki. Burnumuzun dibinde kelleler kesiliyor, kadınlar köle olarak satılıyor, düzinelerce silahsız insan yerlere yatırılarak enselerinden vuruluyor. Ve bu vahşet anlarında Allah'ın adı haykırılıyor.

Devletimizin başındakiler bu cellatlarla aramızda dine-mezhebe-"kan"a dayalı bağ bulduğundan olsa gerek, onlara açıkça karşı çıkmıyorlar. Dahası el altından yardımcı olmaya, onların Kürtlere karşı kazanmasını arzuladıkları zaferleri ilan etmeye ("Kobane düştü düşecek!") yelteniyorlar.

İçerde biri ötekini tutmayan türlü yalanlar havada uçuşuyor. AKP seçmenin çoğu, tüm parasını en çok güvendiği paraya yatıran uysal müşteri gibi, faiz işledikçe gerisine hiç karışmıyor. Türklerin önemli bölümü Kürtlere nefret, en azından aşağılama, hiç değilse kaygısızlık duygusuyla doldurulmuş olduğundan iktidara karşı çıkacak gücü kendinde bulamıyor.

Ama bizim dilimize ve kulağımıza "cuk oturan" yalanlar ve sahtekârlıklar, yabancı dillere çevrildiğinde çıplak gerçek tüm iğrençliğiyle sırıtıveriyor.

Sonuç: Zaten pek sevilmeyen, ama birkaç yıl öncesine kadar hâlâ demokrasi ve AB standartlarına yönelebileceğine ve komşularıyla dost olabileceğine ihtimal verilen Türkiye'nin foyası bugün iyice ortaya çıkmış durumda.

Bunun için "dünya lideri" BM Genel Kurulu'nda konuşurken salon boşalıyor. Bunun için BM Güvenlik Konseyi geçici üyeliğiyle ilgili oylamada büyük çoğunluk artık Türkiye'ye sırtını dönüyor. Bunun için IŞİD'e karşı oluşturulan koalisyonun patronu ve "büyük müttefikimiz" Washington, operasyonlarında aynı zamanda "Ankara'yı denetleyip gerekirse etkisizleştirme" çizgisi izliyor.

Bizimkiler pişkin ve "şark kurnazı". "Amerikalılara IŞİD'i bombalamalarını biz söyledik de harekete geçtiler" diyebilecek kadar ölçüsüzler.

*   *  *

Yalancılar her türlü akıl ve mantık sınırını hiçe sayarak Allah'ın günü zekâmıza, kendimize karşı duyduğumuz saygıya ve huzurumuza saldırıyorlar.

Aciz bir gerilim içindeyiz. Hem tepki duyuyoruz, hem korkuyoruz.

Ne yapabiliriz ki!

İktidarın tepe yöneticilerine karşı hissettiklerimizi açıkça söylediğimizde hukuksuz ama yasal kılıfa uydurulmuş baskılar şiddetleniyor. "Tek adam yönetimi" ve "polis devleti" yolunda o kadar hızlı gidiliyor ki... Son "reformlarla" artık tipimizi beğenmeyen polis, "sana karşı makul bir şüphe besliyorum, koçum" diyerek bizi anında gözaltına alabilir, anamızdan emdiğimiz sütü burnumuzdan getirebilir.

Biraz can ve mal korkusundan, biraz da kanıksamaktan dolayı, en saçma ve en rezil şeylere bile tepki vermez olduk.

THY'nin tepesindeki zat, o yıllardır değişmeyen muhterem gülücüğüyle "Ebola o kadar da kötü değil. Sadece bulaştığında tehlikeli oluyor" diye bir laf edebiliyor ve biz bunu duymak, okumak, kendisine karşı "en içten hislerimiz"i sergilemeden katlanmak zorundayız. Öyle mi?

Bu kara sağanak altında nasıl mutlu ve istikrarlı bir hayatımız, dengeli ve sağlam bir psikolojimiz olabilir?

*   *  *

Her türlü fedakârlığa katlanarak çocuklarını yurtdışına "okumaya" göndermek isteyenlerin sayısı artıyor. Kimisi yüreğinden geçeni açıkça söylüyor: "Hiç olmazsa onlar kurtulsun!.."

Sadece çocuklarını değil, kendilerini de benzer yöntemlerle kurtarmayı hayal edenler çoğalıyor. Bazen yarı şaka sohbetlerde hangi ülkeye yerleşmenin ("kaçmanın") nasıl mümkün olabileceği ve kaça mal olabileceği üzerine hassas cümleler kıpırdanıyor. "Şimdi değil belki, ama eğer işler iyice sarpa sararsa..."

Birçok insan artık bu gidişin kolay geri döndürülemez olduğundan, iktidarın aklına koyduğu çılgınlıklardan vazgeçmeyeceğinden, muhalefetin de buna karşı pek varlık gösteremeyeceğinden neredeyse emin.

Çünkü görüyorlar: Sıra, hayat tarzının değiştirilmesine geldi. Giyinmeye, gülmeye kadar dayandı. Ve karşı çıkma özgürlüğü hızla budanıyor.

Hükümetin "ana önceliğimizdir" dediği Türk-Kürt barışından vazgeçilmek üzere. Yani yeni bir iç savaş gündeme gelebilir. Sadece "iç" değil belki de; "Suriye'ye dalma" planları uygulanırsa, felâketimizin ölçülmesi bile güç olur.

Bütün bu tehlikeleri görüp hissediyoruz da... Bir şey yapamıyoruz.

  *   *  *

Mutsuzuz, kızgınız, yorgunuz, umutsuzuz.

Depresyona fazlasıyla "meyilliyiz". Asabiyiz.

Araba sürüşümüzden dostluklara, hatta aşka bakışımıza kadar her şey salvo ateşi altında.

Kaçabilir miyiz? Nereye? Yurtdışına? Ya da içerde, "güneyde bir yere"? Gazete okumayı ve televizyon seyretmeyi bırakarak ama! Mümkün mü bu?

Teslimiyetin onurlu ve görkemli bir türünü bilen var mı?

Yoksa sokaklara mı çıksak? Gerekirse dağlara?

Bu yaşta? 70'lerden, 80'lerden, 90'lardan sonra?..

Ne yapmalı?

"-mış gibi yaşamak" daha ne kadar mümkün? Her şey normalmiş, özgürmüşüz, insan yerine koyuluyormuşuz... gibi?

Nasıl da kaybediverdik birdenbire bütün tecrübemizi! Nasıl yaşanacağını bilemez olduk!

Sanki yaşamak piyano çalmak gibi bir şey ve biz bunu hiçbir zaman öğrenmediğimiz için koca piyanonun önünde döktüğümüz terde boğuluyoruz.

Bir kaplumbağa gibi hissediyoruz kendimizi; nasıl olduysa ters dönmüşüz ve tekrar ayaklarımızın üzerine basamıyoruz.

Nasıl düzelecek bu iş, bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var:

Bu dünya kimseye kalmıyor!

Ne Büyük İskender'e, ne Cengiz Han'a, ne Sultan Süleyman'a, ne Hitler'e!..

Hiç kimseye kalmıyor!

Bunlara da kalmaz!

No comments:

Post a Comment