Öyle anlar oluyor ki, kendimden kuşkulanıyorum: Âdeta birdenbire bütün tecrübemi kaybettim. Nasıl yaşanacağını bilemez oldum.
Sanki
yaşamak piyano çalmak gibi bir şey ve ben bunu hiçbir zaman öğrenmediğim için
koca piyanonun önünde döktüğüm terde boğuluyorum.
Bir
kaplumbağa gibi hissediyorum kendimi; nasıl olduysa ters dönmüşüm ve tekrar
ayaklarımın üzerine basamıyorum.
Nasıl oldu
bu iş? Nerede geri dönülmez bir şeyler oldu da bugünlere geldim?
Bu
hayat...
Bu
saçmalıklar senaryosu... Ve yalanlar... Hatta aptallıklar...
Her şeyin
anlamsız geldiği, boşa kürek çekildiği duygusuyla dolu, mutsuz bir sahne bu. Ve
yerini bir sonraki sahneye bırakmamak için korkunç bir direnç gösteriyor.
* * *
Bakıyorum
çevreme. Sadece ben değilim bu karanlığın içine yuvarlanan. Yüz binlerce, hatta
milyonlarca insan debeleniyor benimle beraber.
İnsanların
suratı asık. Gerginler. Her an patlamaya hazırlar.
Patlıyorlar
da olur olmaz şeylere. Çok fazla kötülük ve nefret biriktiriyorlar. Ve olur
olmaz yerde hiç tanımadıkları kişilere ya da en yakınlarına kusuyorlar şiddet
ve kinlerini.
Kızgın,
yorgun ve umutsuz insanlar ülkesi oldu burası.
Elbette
bunun tonla nedeni vardır. Ama herkesin olmasa da çoğumuzun gördüğü - en
azından sezdiği - bir gerçek var: Freni patlamış ve sağa sola savrulan bir
otobüsün içindeyiz.
Duvara
doğru hızla yaklaştığımız hissine esir düşmüşken huzurlu olmamız mümkün değil.
Üstelik direksiyonla oynayan şoför ayağını gazdan çekmiyor ve sürekli bağırıp
çağırıyor. Herkes sinmiş. Kimse onu durdurmak için bir hamle yapmıyor.
* * *
21.
Yüzyıl'ı kuşatmış küstah bir Ortaçağ karanlığında yaşıyoruz sanki. Burnumuzun
dibinde kelleler kesiliyor, kadınlar köle olarak satılıyor, düzinelerce
silahsız insan yerlere yatırılarak enselerinden vuruluyor. Ve bu vahşet
anlarında Allah'ın adı haykırılıyor.
Devletimizin
başındakiler bu cellatlarla aramızda dine-mezhebe-"kan"a dayalı bağ
bulduğundan olsa gerek, onlara açıkça karşı çıkmıyorlar. Dahası el altından
yardımcı olmaya, onların Kürtlere karşı kazanmasını arzuladıkları zaferleri ilan
etmeye ("Kobane düştü düşecek!") yelteniyorlar.
İçerde
biri ötekini tutmayan türlü yalanlar havada uçuşuyor. AKP seçmenin çoğu, tüm
parasını en çok güvendiği paraya yatıran uysal müşteri gibi, faiz işledikçe
gerisine hiç karışmıyor. Türklerin önemli bölümü Kürtlere nefret, en azından
aşağılama, hiç değilse kaygısızlık duygusuyla doldurulmuş olduğundan iktidara
karşı çıkacak gücü kendinde bulamıyor.
Ama bizim
dilimize ve kulağımıza "cuk oturan" yalanlar ve sahtekârlıklar,
yabancı dillere çevrildiğinde çıplak gerçek tüm iğrençliğiyle sırıtıveriyor.
Sonuç:
Zaten pek sevilmeyen, ama birkaç yıl öncesine kadar hâlâ demokrasi ve AB
standartlarına yönelebileceğine ve komşularıyla dost olabileceğine ihtimal
verilen Türkiye'nin foyası bugün iyice ortaya çıkmış durumda.
Bunun için
"dünya lideri" BM Genel Kurulu'nda konuşurken salon boşalıyor. Bunun
için BM Güvenlik Konseyi geçici üyeliğiyle ilgili oylamada büyük çoğunluk artık
Türkiye'ye sırtını dönüyor. Bunun için IŞİD'e karşı oluşturulan koalisyonun
patronu ve "büyük müttefikimiz" Washington, operasyonlarında aynı
zamanda "Ankara'yı denetleyip gerekirse etkisizleştirme" çizgisi
izliyor.
Bizimkiler
pişkin ve "şark kurnazı". "Amerikalılara IŞİD'i bombalamalarını
biz söyledik de harekete geçtiler" diyebilecek kadar ölçüsüzler.
* * *
Yalancılar
her türlü akıl ve mantık sınırını hiçe sayarak Allah'ın günü zekâmıza,
kendimize karşı duyduğumuz saygıya ve huzurumuza saldırıyorlar.
Aciz bir
gerilim içindeyiz. Hem tepki duyuyoruz, hem korkuyoruz.
Ne
yapabiliriz ki!
İktidarın
tepe yöneticilerine karşı hissettiklerimizi açıkça söylediğimizde hukuksuz ama
yasal kılıfa uydurulmuş baskılar şiddetleniyor. "Tek adam yönetimi"
ve "polis devleti" yolunda o kadar hızlı gidiliyor ki... Son
"reformlarla" artık tipimizi beğenmeyen polis, "sana karşı makul
bir şüphe besliyorum, koçum" diyerek bizi anında gözaltına alabilir,
anamızdan emdiğimiz sütü burnumuzdan getirebilir.
Biraz can
ve mal korkusundan, biraz da kanıksamaktan dolayı, en saçma ve en rezil şeylere
bile tepki vermez olduk.
THY'nin
tepesindeki zat, o yıllardır değişmeyen muhterem gülücüğüyle "Ebola o
kadar da kötü değil. Sadece bulaştığında tehlikeli oluyor" diye bir laf
edebiliyor ve biz bunu duymak, okumak, kendisine karşı "en içten
hislerimiz"i sergilemeden katlanmak zorundayız. Öyle mi?
Bu kara
sağanak altında nasıl mutlu ve istikrarlı bir hayatımız, dengeli ve sağlam bir
psikolojimiz olabilir?
* * *
Her türlü
fedakârlığa katlanarak çocuklarını yurtdışına "okumaya" göndermek
isteyenlerin sayısı artıyor. Kimisi yüreğinden geçeni açıkça söylüyor:
"Hiç olmazsa onlar kurtulsun!.."
Sadece
çocuklarını değil, kendilerini de benzer yöntemlerle kurtarmayı hayal edenler
çoğalıyor. Bazen yarı şaka sohbetlerde hangi ülkeye yerleşmenin
("kaçmanın") nasıl mümkün olabileceği ve kaça mal olabileceği üzerine
hassas cümleler kıpırdanıyor. "Şimdi değil belki, ama eğer işler iyice
sarpa sararsa..."
Birçok
insan artık bu gidişin kolay geri döndürülemez olduğundan, iktidarın aklına
koyduğu çılgınlıklardan vazgeçmeyeceğinden, muhalefetin de buna karşı pek
varlık gösteremeyeceğinden neredeyse emin.
Çünkü
görüyorlar: Sıra, hayat tarzının değiştirilmesine geldi. Giyinmeye, gülmeye
kadar dayandı. Ve karşı çıkma özgürlüğü hızla budanıyor.
Hükümetin
"ana önceliğimizdir" dediği Türk-Kürt barışından vazgeçilmek üzere.
Yani yeni bir iç savaş gündeme gelebilir. Sadece "iç" değil belki de;
"Suriye'ye dalma" planları uygulanırsa, felâketimizin ölçülmesi bile
güç olur.
Bütün bu
tehlikeleri görüp hissediyoruz da... Bir şey yapamıyoruz.
*
* *
Mutsuzuz,
kızgınız, yorgunuz, umutsuzuz.
Depresyona
fazlasıyla "meyilliyiz". Asabiyiz.
Araba
sürüşümüzden dostluklara, hatta aşka bakışımıza kadar her şey salvo ateşi
altında.
Kaçabilir
miyiz? Nereye? Yurtdışına? Ya da içerde, "güneyde bir yere"? Gazete
okumayı ve televizyon seyretmeyi bırakarak ama! Mümkün mü bu?
Teslimiyetin
onurlu ve görkemli bir türünü bilen var mı?
Yoksa
sokaklara mı çıksak? Gerekirse dağlara?
Bu yaşta?
70'lerden, 80'lerden, 90'lardan sonra?..
Ne
yapmalı?
"-mış
gibi yaşamak" daha ne kadar mümkün? Her şey normalmiş, özgürmüşüz, insan
yerine koyuluyormuşuz... gibi?
Nasıl da
kaybediverdik birdenbire bütün tecrübemizi! Nasıl yaşanacağını bilemez olduk!
Sanki
yaşamak piyano çalmak gibi bir şey ve biz bunu hiçbir zaman öğrenmediğimiz için
koca piyanonun önünde döktüğümüz terde boğuluyoruz.
Bir
kaplumbağa gibi hissediyoruz kendimizi; nasıl olduysa ters dönmüşüz ve tekrar
ayaklarımızın üzerine basamıyoruz.
Nasıl
düzelecek bu iş, bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var:
Bu dünya
kimseye kalmıyor!
Ne Büyük
İskender'e, ne Cengiz Han'a, ne Sultan Süleyman'a, ne Hitler'e!..
Hiç
kimseye kalmıyor!
Bunlara da
kalmaz!
No comments:
Post a Comment