Tuesday 21 October 2014

“Ödeşmiyorum Seninle sevgili yaşam, uzlaşmıyorum da” I Ersun Çıplak



 Daniele Cascone           

“Ödeşmiyorum Seninle

sevgili yaşam,

uzlaşmıyorum da”[1]

İnsan, yaşamının en değerli servetini bir kumar nesnesi gibi tüm rest hakkını kullanarak nasıl ve nelerden dolayı masaya sürebilmektedir? Yüzyılların tozlanmış raflarında sürekli kendine dokunacak bir el bulabilen intihar, nasıl olup da insanın gerçekleştirdiği bir davranış olabilmektedir? Sanırım, cevabı verilemeden insanlığın sonuna kadar varoluş koşullarını sürdürecek bir soru… İntiharın ortaya çıkışını hangi sorularla açıklama çabasında olacağız ya da insan soyuna özgü sınırlılığımızı kabul edip, açıklamadan öncedir anlama diyerek haddimizi bilip, tercihe saygılı bir duruş mu sergileyeceğiz? Her şeyden önce, bu sorulara verilecek cevabın bizim anlama çabalarımıza dayanak yaptığımız kavramlarla ilişkili olduğu görülmektedir.

Bilim tarihine bakıldığında, intihar, edimi gerçekleştiren kişinin niyetine göre anlaşılamamaktadır; çünkü bu durumda, çok önemli bir konu olduğu halde, en azından gözlemlenmesi kolay olmadığı için kolayca tanınamayan bir özellikle tanımlanmış olmaktadır. Ayrıca, intihar edeni nelerin etkilediği ve kararı almış olduğu zamanda istediği şeyin ölüm mü, yoksa ulaşılmak istenen başka bir amaç mı olduğunu bilenemeyecektir. Kişinin niyetini anlamaya çalışmak ulaşılması olanaksız bir durum konusunda kaba tahminler yürütmekten başka bir şey olamayacaktır. Bunun nedeni ise, niyeti hakkında bilgi verecek kişinin artık yaşamamasıdır. Bunun yanında, kişi yaşıyor olsa bile, bu konu hakkında net cevaplar alınması tam anlamıyla mümkün olamamaktadır çünkü, bir çok basit davranışın büyük ülkülere bağlanarak akla uygun hale getirilmesi konusunda insanlık tarihi önümüze çok fazla belge sunmaktadır.[2] Tüm bunlara ek olarak, bir davranış onu yapanın amacına bağlı olarak anlamlandırılamamaktadır.[3] O halde intiharı nasıl tanımlamak gerekmektedir?

“İntihar kuşkusuz günlük dildeki biçimiyle, her şeyden önce artık yaşamaya önem vermeyen bir insanın umutsuzca bir edimidir. Ama gerçekte intihara girişen kişi yaşamı bıraktığı anda hala ona bağlı bulunuyor diye yaşamaktan vazgeçmemiş sayılamaz; bir canlı varlığın, sahip olduğu şeyler içinde en değerlisini terk etmesine yol açan bütün edimleri arasında, kuşkusuz temel önem taşıyan ortak özellikler vardır. Bu karara yol açmış olabilen güdülerin türlülüğü ise ancak ikincil önemde farklar doğurabilir. Öyleyse kesin olarak şunu söylüyoruz: Ölen kişi tarafından ölümle sonuçlanacağı bilinerek yapılan olumlu ya da olumsuz bir edimin doğrudan ya da dolaylı sonucu olan her ölüm olayına intihar denir. İntihar girişimi ise, bu biçimde tanımlanan, ama ölüm sonucu doğmadan durdurulan edime denir”.[4]

Bu tanımdan yola çıkıldığı durumda, anlama çabalarının bireyin toplumsal varlığına yoğunlaştırılması kaçınılmaz olmaktadır. Bu toplumsal varlık bireyin doğumundan intihar kararı verdiği ana kadar gerçekleşen kişilik gelişiminin (ki çağımızda kişilik gelişimi de yabancılaş-tırıl-mayı içermektedir) incelenmesini gerekli kılmaktadır. Kesin olarak intiharın nedenleri hala açıklanamıyor olsa da, politik psikolojik bakış açısı konuya biraz daha tatmin edici cevaplar verebilmektedir.

Acaba, bir çocuk doğumundan sonra ne gibi olaylarla karşılaşmakta ve yaşamının erken ya da geç bir döneminde böyle bir kararı almaktadır? Yaşam nasıl bir şekilde bireyin belki de kullanabileceği son insani tercihini yapmayı bireye dayatmakta ve yaşamdan çekip gitmesine neden olmaktadır? Dahası, intiharı bir kaçış, karşı duruş, yeni bir yaşama başlama, vazgeçiş vb. hangi kavramla adlandırabiliriz?


Kişilik, bireyin doğumundan sonra çevresel uyaranlar ve genetik hazinesinin etkileşimiyle yapılanmaktadır.[5] Elbette ki, çevre bireyin var olan bu hazinesini ortaya çıkarıp kullanabilmesini büyük oranda belirlemektedir. Örnek olarak, sayısal yeteneği gelişmiş olan bir çocuk köyünden çıkacak koşullara sahip olamadığı için çoban olarak kalabilmektedir. Toplumun küçük ama yoğun bir yansıması olan aile çocuğu toplumla birlikte doğumundan itibaren yaşama hazırlamakta ve yaşamın kurallarına uyum sağlayabilmesi, ayakta kalabilmesi için ona bir takım bilgi-becerileri kazandırmaktadır. Dolayısıyla, yaşamının ilk günlerinde ebeveynlere bağımlı yapısı nedeniyle, gereksinimlerinin karşılanması –toplumdaki yabancılaşma ile ortaya çıkan …düzmece gereksinimlerin karşılanması, düzmece gereksinimlerin araştırılıp yaratılmasına ve böylece insanın insanlıktan uzaklaşmasına götürürken, gerçek gereksinimlerin karşılanması onun kerte kerte insanlaşmasına yol açar.[6]- bebeğin ilk günlerinden başlayarak toplumsal yaşama hazırlanmasına önkoşul oluşturmaktadır. Çocuğun eğitimi ilk olarak ailede başlamakta ve daha sonra kültür aktarımını sağlayan organize kurumlar tarafından devam ettirilmektedir. Çocuk, genel olarak yaşam tarzını oluşturan politikalarını belirlemekte ve toplumsal yapıda yerini almaktadır. Yani çocuk toplumun yaşamına aile tarafından politik toplumsallaştırılma süreçlerini yaşayarak hazırlanmaktadır.

Politik psikolojik olarak, politik toplumsallaşma sürecini (kişilik gelişimini) kesin bir ayrım yapmadan, birincil ve ikincil toplumsallaştırma süreçleri olarak iki alt kümeye ayırarak irdelemek konuyu daha anlaşılır kılacaktır. Ancak, burada vurgulanan ‘politik toplumsallaştırma’ kavramını birebir kelime karşılığı olarak almamak ve bireyin gelişim sürecinin yoğun bir politik eğitimden geçirilmesi olarak değerlendirmemek gerekmektedir. Burada altı çizilen olgu, çocuğun aile içinde başlayan eğitim süreci (birincil politik toplumsallaşma) boyunca öğrendiği-özümlediği (özümletildiği) normlar, değerler vb. ile özdeşleştirilmeye çalışıldığı kişilikler, oluşturması istenilen insanlar-arası ilişkiler sistemi ve ilerde bunun üzerine kurulacak ve politik tercihleri içerecek (ikincil politik toplumsallaşma), açık, çıplak ya da gizil politik davranışlarını etkileyecek sürecin tamamıdır.

Temel politik kişiliği-karakteri büyük oranda belirleyen ‘birincil politik toplumsallaştırma süreci’, erken çocukluk döneminin en, ilk biçimlenme günlerine kadar uzanmakta ve birincil politik toplumsallaştırma sürecinin özünü-temelini aile-içi eğitim oluşturmaktadır. Burada çocuk çok kez, sadece duygusal-ruhsal yanıyla değil, tüm ayrıntılarıyla (fiziksel ve biyolojik boyutlarıyla da) şiddeti (zorbalığı) öğrenmekte tanımaktadır. Dahası, gene aynı zaman dilimleri içinde, % 30-40’lara varan oranlarda, çocuklar bizzat en yakın akrabalarının cinsel tecavüzüyle -ki bu veri Virginia Woolf’ü intihara kadar götüren melankolisini ve depresyonunu düşünmeye zorlar bizi. Çünkü, henüz 6 yaşında üvey kardeşlerinden birinin tecavüzüne uğramıştır bir diğer üvey kardeşinin ise cinsel saldırılarına maruz kalmıştır. 13 yaşında artık yeterince acı çekmediğinden korkmuştur- karşı karşıya kalmaktadır.[7] Ayrıca, ailedeki otorite figürleri (özellikle de baba) ile aralarındaki güç dengesizliği, onlara karşı duydukları bağlılık-bağımlılık, kandırılma ve çok kez görüldüğü gibi, çıplak tehdit ve şiddet vb. nedenlerden, çocuklar böylesi davranışlara boyun eğmeye zorlanmaktadır.

Buna benzer durumlar sonucu ortaya çıkan ruhsal-toplumsal yaralanmalar çeşitli kümelerde toparlanabilmektedir. Çocuklarda hemen ya da kısa zaman içinde ortaya çıkan başlıca belirtiler arasında, ağrılar, kanamalar, cinsel bölge yırtılmaları, hekim, hastane tedavisini gerektiren bedensel yaralanmalar ile, şaşkınlık, düş kırıklığı, kendine ve çevresine güvensizlik, aktivite kaybı, toplumsal-ruhsal geri çekilme, kişiliğin kendi içinde kapsülleşme-matlaşma eğilimi, okul başarılarında azalma ya da tümüyle okulu terk etmeler; aile üyelerinden ve özellikle de anne-babadan kaçma istemi, giderek artan oranlarda yoğunlaşan intihar düşüncesi ve intihar girişimleri. Ancak, sonraki yıllarda ortaya çıkan ruhsal-davranış bozuklukları çok daha ciddi boyutlar varmaktadır. Böylesi bir ruhsal-bedensel travma hemen hemen tüm çocuklarda, ilk cinsel duygusal deneyimlerin getirdiği bu yıkım, yaşamları boyunca süren bir cinsel soğukluk, cinsel kişilik matlaşması oluşturmakta, kişiliğin gelişiminde ciddi bozukluklar ortaya çıkarmaktadır. Ağır nörotik şikayetler, kronikleşme eğilimi gösteren depresyonlar sıklıkla görülmektedir. Ki kimi depresif dönemlerin intiharla sonuçlanması karşılaşmaya alışık olmadığımız bir gerçek değildir.[8]

Bu yapı kurulduktan sonraki zaman dilimleri içinde, toplum yönetim biçimlerinin, otoriter, totaliter ya da çoğulcu parlamenter olması kişiliğin özündeki otoriteryan-antidemokratik niteliği (çok küçük istisnalar dışında, yazgı belirleyici boyutlarda) pek değiştirmemektedir. Yani, oluşan bu kişilik yetişkinlik yıllarında da sürer ve hatta ikincil kişiliğin içinde pekişmekte ve yetişkin bireyin açık politik tavrı-davranışları ortaya çıkmaktadır.

‘İkincil politik toplumsallaştırma süreci’, birincil politik kişilik üzerine gencin kesin politik tavırlarını belirleyecek politik davranışlar oluşmaya başlamasını içermektedir. Birincil politik toplumsallaşma bu dönemdeki politik davranışları kesin olarak belirlemese de ön yapılanmayı koşullamaktadır. İçinde yaşanılan topluma özgü politik durum üzerinden, kitle kültürü, kitle iletişim araçlarının etkisi vb. aracılığı ile birincil politik toplumsallaştırma ön yapılanması üzerinde oluşmaya başlamaktadır. Burada, kültürel durum, eğitim, meslek, yaş, sosyal konum, işsizlik vb. önemli rol oynamaktadır. Ayrıca, içinde yaşanılan tarihsel dönemin/çağın bölgesel ve evrensel konumu kriz ya da barış, ekonomik bunalım vb. tüm yapıyı olumlu ya da olumsuz yönde etkilemektedir. Bütün bunların sonucunda, ben-özdeşleşmesi ile politik özdeşleşme hem nedeni hem de sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Bu sürecin tamamında yaşanan deneyimlerden sonra, çocuk-genç olgunlaşmakta ve otoriteye boyun eğmeyi, disiplini ve özellikle de iki yüzlü bir ahlakı özümlemektedir. Böylece, toplum çocuğun yabancılaş-tırıl-ması yolunda büyük bir başarı kaydetmektedir.


Mario Grobenski - Psychodaddy


Bireyin, yabancılaşma sonucu verdiği tepkiler içinde, özellikle, yaşadığı ortam (doğa, dış dünya, çevre) ile kendi öz arasındaki uyumun bozulması ve giderek aralarındaki etkileşimin ve bilgilenmenin azalması, bireyin dış dünyayı, içinde yaşadığı ortamı algılamasının matlaşması, donuklaşması, ayrıntıların silinmesi sayılabilir.

Sonuçta, yabancılaşmış bir bireyin kendine korkunç gelen tablo karşısında tek seçeneği, omuzlarını kaldırıp “ne yapabilirim?” demek olmaktadır. Bir kesimi, tinsel-bedensel gücün artık tümüyle tükendiği bir anda ve bütünsel bir reddedişle, elinde kalan son özgürlük olanağını ve hakkını kullanmakta ve kendi kendini bile yadsımakta, yok etmektedir çünkü, intihar eden bireylerden bir çoğu “kaybeden kişinin bir zamanlar kazanmaya çalışan kişi” olduğunu da bilmektedirler.[9] İşte, yabancılaşmanın gündelik yaşamdaki dışavurumu olan bu söz intihar öncesinde bireylerin bıraktıkları belgelerde görülebilmektedir. Martin Eden’ınkine benzer bir ömrü kendi elleriyle noktalayan Jack London “Martin Eden için neden biraz üzülmeyeyim? Martin Eden bendim, Martin Eden bir bireyci idi, bense bir sosyalist. İşte bu nedenden ben yaşamaya devam ediyorum ve işte bu nedenden Martin Eden öldü… Hayalleri kaybolduğunda, uğrunda yaşayacağı hiçbir şey kalmaz.” demiştir.[10] Buna ek olarak, “Yeni bir şey değil ölüp gitmek bu yaşamdan/ ama yaşamak da daha yeni değil kuşkusuz.” Sergey Yesenin.[11] “…Anneciğim, bacılarım, yoldaşlarım; bağışlayın beni, iş değil bu (kimseye de salık vermem), ama başka bir çıkar yol da kalmamıştı benim için…  İş  işten geçmiş ola/ derler ya hani,/ günlük yaşamın akıntısına çarparak/ parçalandı aşk teknesi de./ Yaşamaktan alacağım ne kaldı ki,/ artık anımsamak boş/ acıları,/ felaketleri,/ karşılıklı haksızlıkları,/ sizler mutlu yaşayın yeter.” Vladimir Mayakovski.[12] “Hayatın neresinden dönülse kârdır!” Nilgün Marmara.[13] “…Ama mademki yaşamda kalmaya kendimi ikna edemiyordum, o zaman bir tarih belirlemeliydim… Ama şimdi yaşamımın bu ayrım noktasında hiçbir yerde huzur bulamadığıma göre bu tarihi belirleyecek gücüm kalmadı… Yerleşik yabancıydım her yere Metin abi… Daha ne kadar dayanabilirdim, herkesin bir başkasının acısı pahasına mutlu olduğu yaşama?…” Zafer E. Karabay[14] diye adları geçen yazar ve şairlerden alıntılanan -ve adları bu yazının kapsamını kat be kat aşacak olduğundan dolayı alıntılanmayan- pek çok söz bu dünyaya bırakılan son belgeler olarak dikkati çekmektedir.

Böylece, insanı kendi akılcı yöntemleriyle, düşünmekten, özgürlükten, karar verme zorunluluğundan kurtaran otoriter-faşizan yönetimlerin, ‘ortalama birey’ için psikolojik düzeyde önemli bir çekim alanı oluşturduğu açıkça görülmektedir. Bireyin toplumsallaştırılması sırasında elinden alınan özneliği, ortalamanın içinde kalamayan bireyler, özellikle de şairler, yazarlar için daha zor durumlara yol açmaktadır. Gün gelip, bu bireyler yaşamlarının son tercihini -varoluş aşamaların bir noktası- yapmak zorunda kalabilmektedir.[15] Yani, yaşam boyunca açığa vurulamayan özne yaşam içgüdüsünü bile yerle bir ederek son tercihin gerçekleştirilmesi yükümlülüğünü üzerine almaktadır.

Sonuçta, insanlık tarihini yabancılaşmanın tarihi olarak aldığımız durumda -ki içinde yaşadığımız postmodern dönemdeki bireylerin açmazlarının modernite dönemindeki bireylerin açmazlarını kat be kat aşmış olduğu görülmektedir.- intihar, bireyin özneliğine nereden geldiğini bile anlayamadığı saldırılardan -her ne kadar intiharlarını saygıyla karşıladığımız bu bireyler intiharı kimseye salık vermeseler de,[16] yeni bir yaşama başlamak olarak görseler de[17]- bütüncül bir kaçış olarak kendini ortaya koymaktadır. Fakat, konuya tümüyle karamsar bir bakış açısıyla bakıldığında, bireyin özneliğinin yok edildiği bir durumda da bu kaçış, intihar edimine ahlakçı bir bakış açısını da kabul etmemekte ve toplum yapısının bütünsel bir eleştirisini gerekli kılmaktadır.*

[1] Ahmet Oktay, (2002), Toplu Şiirler, (2. Baskı), İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, ss. 300.

[2] Emile Durkheim, İntihar, Çev. Özer Ozankaya, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara: 1992, s.24,25.

[3] Vissarion Grigoryeviç Belinski, Yazılar: Edebiyat, Sanat, Kültür, Tarih, Felsefe Üzerine, Çev. Mazlum Beyhan, Yön Yayıncılık, İstanbul: 1989.

[4] Emile Durkheim, age, s.24,25.

[5] Özcan Köknel, Kişilik: Kaygıdan Mutluluğa, Altın Kitaplar Yayınevi, İstanbul: 1995.

[6] Karl Marx, 1844 Elyazmaları, (Çev. Kenan Somer), Sol Yayınları, Ankara: 1993, s.317.

[7] Gérard de Contanze, “Batı Edebiyatında Depresyon ve Yaratıcılık: Vırgınıa Woolf”, Çev. Filiz Nayır Deniztekin,  Varlık, s. 1140, s. 20.

[8] Orhan Öztürk, Ruh Sağlığı ve Bozuklukları, Hekimler Yayın Birliği, Ankara: 1997.

[9] Gülenay C., “Zafer Ekin Karabay: Erk, ancak üzerine kurulabilecek birileri varsa mümkündür”, Kül-Edebiyat, Sanat ve Düşünce Seçkisi, S. 29, s. 22-24.

[10] Jack London, Martin Eden, Çev. Gülen Aktaş, İstanbul: 1995, Oda Yayınları.

[11] Sergey Yesenin, Lirikler, Çev. Azer Yaran, Ankara: 1982, Ayça, s.94.

[12] Vladimir Mayakovski, Şiirler, Çev. Sait Maden, Çekirdek Yayınlar, İstanbul: 1997, s.142.

[13] Nilgün Marmara, Kırmızı Kahverengi Defter, Telos Yayıncılık, İstanbul: 2000, s.34.

[14] Zafer Ekin Karabay, “Aslında Bütün Mesele Neydi”, Kül-Edebiyat, Sanat ve Düşünce Seçkisi, S. 29, s.26,27.

[15] Hüseyin Ferhad, Sadık Yaşar, Hilmi Haşal, “Günümüzde Genç Şiir Genç İntihar,” Yom Sanat, S. 9, s. 33,34.

[16] Vladimir Mayakovski, age, s.142.

[17] Günseli İnal, “Siluet İntegra”,  Varlık, s. 1143, s. 41,42.

*Yazının kuramsal temelinin kurulmasında ‘Serol Teber, (1990), Politik Psikoloji Notları, (1. Basım), İstanbul: Ara Yayıncılık’tan yararlanılmıştır.

Ersun Çıplak, Yom Sanat (ocak-şubat 2003)


No comments:

Post a Comment