16 Ekim
2014
Fotoğraf: Ekin
Baltaş
7 Ekim’den
beri ciddi bir dil ve akıl tutulması içindeyim.
Kobane’ye
yönelik saldırıyla Rojava’yı fiilen ikiye ayırmak ve böylece Doğu ve Batı
kantonları arasındaki iletişimi keserek Ortadoğu’da yeşeren bu özerk Kürt
devrimini boğmaya kararlı paramiliter güçlerin IŞİD denen kanlı örgütte can
bulmuş hali, sadece AKP’nin barış sürecine ilişkin samimiyetsizliğini değil,
Gezi dönemine ilişkin bir gerçekliği de ortaya koydu. Ulusalcı ve her ne olursa
olsun bir noktada TC’nin güvenli kollarına dönmeye hevesli zevatla yollarımız
keskin bir çizgiyle ayrıldı.
Dilim
tutuluyor; çünkü bu zulümle Gezi’deki zulüm arasında bağlantı kurmaktan ışık
yılı kadar uzaktaki akıllara karşı ne desem kâfi gelmiyor. Ali İsmail’i,
Ahmet’i, Berkin’i bugün Kürdistan’da ölen gencecik çocuklardan apayrı bir yere
koyan faşist zihniyet, aslında Türk bayrağıyla BDP bayrağının el ele tutuştuğu,
köşeden çıkan bozkurt işaretiyle de buluştuğu o “çok duygulu” birlik karesinin
bir aldatmacadan ibaret olduğunu da göstermiş oldu. Bizlere helal olan kaldırım
taşları, otobüsler söz konusu Kürtler olduğunda bir kesimin “kıymetlisi” oldu.
Gezi’de
AKP’ye karşı birleşenler arasında yer alan biz sosyalistler, aslında hayati
önemdeki noktayı atlamışız: Bizler yalnızca AKP’ye değil, 12 yıldır AKP
zihniyetinde, ama ondan önce de başka hükümetlerde can bulmuş bir şeye karşıydık,
o şey, bu rejimi ayakta tutan DEVLET GELENEĞİ idi. “Ayakların baş olma”
mücadelesinden dehşetle korkan, her türlü muhalif sesi susturmayı devletin baş
görevi sayan, yoksula olduğu gibi Kürt halkına da düşman olan ve Kürt halkının
varlığına dair her şeyi yok etmeye ant içmiş devletin geleneği.
Sosyalist
olmak bugün Kobane’nin yanında olmak hususunda ciddi ve kırmızı bir çizgi
yarattı Gezi kitlesi arasında. Devlet kurumunun, kimin elinde olursa olsun
geçmişinden bugüne dek, dönemsel koşullara göre şekli ve ölçüsü değişen, ama
her durumda kendisinin ve bir parçası olduğu emperyalist sistemin çıkarlarına
karşı olan her şeyi yok eden bir mekanizma olduğu algısına geçmişten beri sahip
olan sosyalist hareketle, varlığını İslami-faşizan AKP’ye karşıtlık üzerinden
kuran kitle. Oysa bizler duvarlara “BÜTÜN DEVLETLER KATİLDİR” diye yazarken,
sadece AKP hükümetinden bahsetmiyor, isyanımızla gelmiş geçmiş tüm devletlere
meydan okuyorduk. İşte bu nokta, yıllardır gelgitli bir ilişkisi olan Kürt
halkıyla sosyalistleri, ortak bir noktada buluşturdu; kimin elinde olursa
olsun, iktidar katildir ve yok edilmelidir.
Bu sürece
bakınca Gezi döneminde çokça dillendirilen “Kürtler nerede” başlığı altında,
aslında Kürt halkına olan öfkesini çoğaltarak büyüten ve yayan kitlenin bir
kısmının, yani “ulusalcı zihniyet”in, aslında Kürtlerin direnişin neresinde
durduğunu değil, niçin “ölmediklerini” sorgulamış olduklarını söylemek
sanıyorum çok da yanlış bir tespit olmaz. Ölümle “barışmış” bir halkın
varlığının adeta kanıksandığı bu coğrafyada, ölenin Kürt olması bir alışkanlık
sanki; İstanbul’un göbeğinde, Eskişehir’in bir arka sokağında, Antalya’da
öldürülen gençlere isyan ediyorken, kendini bu “birlik” ruhu içinde kamufle
etmiş olan bazı sözde muhalif özde faşizan kesimler, içten içe devletin “Türk”
öldürmesine karşı şaşkınlık içindeymiş meğer.
Evet,
bugün, facebook anasayfanızı açıp baktığınızda, bundan çok değil, bir buçuk yıl
önce “KATİL POLİS” paylaşımları yapan insanların, Bingöl’de yaşanan ve
arkasında kimlerin olduğu hayli muamma olan suikasta yönelik olarak “POLİSE
HAİN PUSU: 2 ŞEHİT” haberleri paylaştığını görüyorsunuz. Tam o anda, Kobane’de
bir çocuk sınırdan geçemediği için ölürken, birileri modern şehirlerin nezih
mahallelerinde “teröristlere” lanet okuyor, otobüs yakanları kınıyor, elinde
molotofla sokağa çıkanlara “Kobane’ye gitmelerini” tavsiye ediyorlar nefretle…
Ve bu
ülkede vicdandan bahsediliyor. Kürt halkına kapıları sonuna dek kapanmış olan
bir vicdandan. İkiyüzlülüğün aynası haline gelmiş bir vicdandan.
Tarih
kaydeder ve asla yanılmaz. Geçmişteki birçok örnekte olduğu gibi, sistemin
dışına çıkamayan, rejimin ve resmi tarihin dışında bir pencereyi kuramayanlar,
kendileri hakkındaki iddiaları her ne olursa olsun, faşizme açılan yolda er ya da geç mutlaka buluşurlar.
Tıpkı zat-ı muhterem Doğu Perinçek ile Tayyip Erdoğan’ın eninde sonunda bir
ortak paydada buluşması gibi. Hiç de şaşırtıcı olmayan bu sonuç, bir yanıyla da
Gezi döneminde inandığımız “birlik ruhunun”, birlikte adlandırdığımız “penguen
medyası”nın, meydan okuduğumuz “polis devleti”nin ve meydana çıkanların büyük
bir kısmı için yeni olan pek çok kavramın altını ne denli boş bıraktığımıza
işaret ediyor.
Örgütlenmek
partideki kafa sayısını artırmak değildir. İnsanlar partilere ya da kurumlara
kazanılmaz aslında, sosyalizme kazanılır; özgürlüğe ve barışa kazanılır.
Bunları devrimci mücadele içinde bilmeyen, söylemeyen yoktur ama… Hayat bugün
ne yazık ki bunu bildiğimizi ya da bildiğimiz gibi yaşadığımızı doğrulamıyor.
Kobane eylemleri, Gezi’ye destek veren binlerce insanı, bu ilkelere, bu
değerlere kazanamamış olduğumuz gerçeğini açıkça ortaya koyuyor. Forumların
giderek “direnişten adam devşirme” niteliğini aldığı, devam edenlerin ideolojik
tartışmalarda boğulan siyasetlerle birlikte foruma katılan örgütsüz halktan
kopuş yaşadığını inkar edemeyiz. Bu yüzden bu ülkede bu eziyete başkaldıran
hepimiz bu sorunun muhatabıyız.
Ortalama
bir hayat yaşayıp, yıllarca “Aşırı Milli” Eğitim Bakanlığı tarafından
eğitilmiş, televizyonu açtığında bırak gerçekleri, tonla düzmeceyi haber diye izlemiş, yaşadığı
her anı sistemin saldırısı altında geçirmiş insanlara kızmak, küfür etmek,
dışlamak fayda getirmez. Yıllarca “düzenin adamı” olsun diye yetiştirilmiş bir
insana Kürtlerin Kobane’de yazdığı destansı direnişi, IŞİD’e karşı savaşmanın
yalnızca Kürtlerin değil bu ülkedeki Türk-Sünni-Erkek bileşimi dışında kalan
herkesin meselesi olduğunu birkaç günde anlatmak mümkün mü? Elbette değil.
Ancak Gezi’ye katılan kitleyi kazanmak ve Kürt direnişinin sosyalist hareketle
buluştuğu noktada, Ortadoğu’daki islamcı-faşizan- emperyalist saldırılara karşı
YPG ve PKK’nin seküler ve demokratik nitelikteki tek hareket olduğunu anlatmak
zorundayız. AKP hükümeti yasal düzenlemeleri ve kolluk gücü saldırılarıyla son
sürat darbeye ve islami faşizan bir yönetime giderken, toslayacakları kayayı
inşa etmek ancak bu direnişte birleşmekle mümkün.
Unutmamalı
ki toplumlar devletlerin aynasıdır.
Sınır
kapısını kapatarak insanları ölüme mahkum eden devlet ise, komşu kadın
kocasından dayak yerken kapısını kapatan o devletin insanıdır.
Ben
%50′yim diye bağıran bir başbakansa, Ben Seda Sayan’ım benden kimse hesap
soramaz diye bağıran o başbakanın televizyon programcısıdır.
Kobani’yle
İstanbul’un ne alakası var diye bağıran bir cumhurbaşkanı varsa bir ülkede,
Kürtlere vicdanını kapatıp, kapısını metropolün nezih sokağına açan o reis-i
cumhurun suç ortağıdır.
Bu suç
ortaklarını yaratan, büyüten, yetiştiren ve besleyen neo-liberal sömürü
politikalarıdır.
Bu onurlu
serhıldana çekimser kalan herkese anlatmamız gereken nokta da burada
basitleşiyor aslında;
Seçmen
gereken ya Kürtler ya Türkler değil.
Seçmen
gereken ya PKK ya polis değil.
Seçmen
gereken Öcalan ya da Erdoğan değil.
Bu
coğrafyadaki tüm halkların kafasına dayanmış bir silah var, o tetiğe parmağını
koyanlardan mı olacaksın, halkın yanında mı duracaksın?
Seçmen
gereken tek şey bu.
http://fraksiyon.org/kobaneye-gelince-dagilan-gezi-ruhu/
No comments:
Post a Comment