Nazê Nejla
Yerlikaya, İthaki Yayınları’ndan çıkmış, J.P.Sartre’in Baudelaire kitabını konu
alan bir yazı kaleme aldı ve yazısında diyaloglar halinde konuyu yumuşatmaya
çalıştı; diyaloglarda geçen bütün cümleler kitaptan. Böylece yazar, konuya
ilgisi olmayan ya da kitabı ağır bulan okurların da ilgisini çekmeyi amaçlıyor.
Bu uzun yazının ilk bölümünü yayımlıyoruz:
-Merhaba
Sartre, öncelikle benimle görüşmeyi kabul ettiğin için çok teşekkür ederim.
Fazla vaktinin olmadığını biliyorum, bu yüzden hemen konuya girmek istiyorum:
Şiire tutkun bir ruhum var ve Charles Baudelaire benim çok sevdiğim bir şair.
Baudelaire’in düşünsel dünyasını konu ettiğin incelemeni okudum ancak zihnimde
beliren birçok sorunun içine düştüm. Bir filozof olarak beni bu çıkmazlarımdan
kurtaracağını bildiğim için senden görüşme talep ettim. Sana sormak istediğim
soruları bir başlık altında toplayıp birbirinden çok bağımsız sorular
olmamasına dikkat ettim. Baudelaire için “kendisinin uçurum olduğunu hisseden
adam” demişsin. Bir insan kendisini
hangi durumlarda uçurum hisseder diye düşündüm ve sorularımı da bu bağlamda
hazırladım. Bana vakit ayırdığın için şimdiden teşekkür ederim.
SARTRE: Rica
ederim. Zihninde açamadığın düğümleri elimden geldiğince açmaya çalışırım
elbette.
-Peki, o
halde ben hemen sorularıma geçeyim.
Sevgili
Sartre, Babası öldüğünde Baudelaire altı yaşındaydı ve annesine hayrandı.
Annesi için daha sonraları.” Hep sende yaşıyordum, yalnız benimdin. Hem bir
put, hem arkadaştın sen” diye yazmıştır. 1928 yılında çok sevdiği annesi bir
askerle evlenir ve Baudelaire de bir yatılı okula verilir. Ve sen bu ani kopma
ve ondan doğan elemin, hiçbir geçiş yaşamadan Baudelaire’i kişisel varoluşun
içine attığını söylüyorsun. Bunu biraz açar mısın?
SARTRE: Hem bir put hem de bir arkadaştın sen, diye
yazmış annesine. Bundan daha iyi yansıtılamazdı bu kutsal birliğin kimliği:
anne bir put, çocuk da onun kendisine duyduğu şefkatle kutsanmıştır. Baudelaire
hep annesinde yaşar: bu da Baudelaire’in bir tapınağa sığındığını gösteriyor.
Daha, az öncesine kadar, annesiyle oluşturdukları çiftin tek ve dinsel
yaşamıyla dopdolu olan bu yaşam, alçalan bir deniz gibi onu yalnız ve kupkuru
bırakarak, çekilip gitti; böylece Baudelaire varoluşunu doğrulayan nedenlerini
de yitirmiş oldu. Kovulmanın öfkesiyle, derin bir kırgınlık duygusu
karıştı. Terk edilmiş, atılmış olan
Baudelaire bu yalıtılmışlığı üstlenmek istedi, yalnızlığı kendisi talep etti.
-Evet,
annesiyle babasına şöyle yazmış: “sizler beni kovdunuz, kendimden geçtiğim o
yetkin bütünden dışarı attınız, ayrı var olmaya mahkûm ettiniz. Madem öyle,
size karşı ben üstleniyorum bu varoluşu şimdi. Sonradan beni yeniden kendinize
çekmek, içinize almak isteseniz bile, olmayacak bu; çünkü herkes karşısında ve
herkese karşın kendi bilincime vardım”, kendisine eziyet edenlere, okul
arkadaşlarına, sokak yosmalarına da “Ben başka biriyim. Bana acı çektiren
hepinizden başka biriyim. Bedenime eziyet edebilirsiniz, ama ‘başkalığıma’
edemezsiniz…” diye yazmıştır.
SARTRE: Bak
bu açıklamada hem hak arama, hem de meydan okuma vardır. Başka biri: başka biri
olduğu için menzil dışında kalan, daha şimdiden neredeyse öcü alınmış biri
yani. Her şey onu terk edip gittiği için kendini herkese yeğler. Ama her şeyden
önce bir savunma edimi olan bu yeğleme, bir bakıma bir çileciliktir de, çünkü
bu edim çocuğu kendi katıksız bilinci ile karşı karşıya getirir. Soyutun
yiğitçe ve öç alırcasına seçilmesi, umutsuzca ayıklanması hem bir vazgeçiş, hem
de isteyiş olan bu yeğlemenin bir adı var; gurur
-Gurur mu? Nasıl
bir gurur bu?
SARTRE: Ne
toplumsal ayrılıkların, ne başarının ne de bilinen üstün özelliklerin, kısacası
bu dünyadaki hiçbir şeyin beslemediği, tersine mutlak bir oluş, nedensiz öznel
bir seçme olarak ortaya çıkan ve başarısızlıkların yıkabileceği, başarının da
destekleyebileceği bir düzeyin çok üstünde yer alan stoacı metafizik bir gurur.
-Şöyle
diyebilir miyiz peki: Baudelaire’in kökensel tavrı bir şey üzerine eğilmiş bir
adamın tavrıdır. Narkissos gibi, kendi üzerine eğilmiş.
SARTRE: Evet
diyebiliriz. Baudelaire kendini hiçbir zaman unutmayan adamdır. Görürken bakar
kendine o, baktığını görmek için bakar, kendi ağaç, ev bilincini seyreder ve
nesneler ona ancak bu bilinç aracılığıyla, sanki onları bir cep dürbününden
görüyormuş gibi, daha solgun daha küçük, daha az dokunaklı görünürler.
-İnsan aklını
kaçırır böyle bir durumda!
SARTRE: Ama
bu nesneler Baudelaire’de bir okurun bir yolu, bir sayfa kurdelesinin bir
sayfayı göstermesi gibi, birbirlerini göstermezler hiç, Baudelaire’in aklı da
bu nesnelerin sunduğu dolambaçta hiçbir zaman yitirmez kendini. Nesnelerin
dolayımsız görevi, tersine, bilinci kendi üzerine çevirmektir.
- Peki
sevgili Sartre, her insan kendi bilincine mahkumdur dersin, Baudelaire nasıl
bir bilince mahkum sence?
SARTRE: Kendi
kendisiyle doludur Baudelaire, taşmaktadır, ama sözü edilen “kendisi” tatsız,
donuk, kıvamsız, dirençsiz, ne yargılayabildiği, ne de gözlemleyebildiği
gölgesiz ışıksız bir duygudan, hiç hızlandırılmayacak uzun fısıltılarla kendini
anlatan geveze bir bilinçten başka bir şey değildir.
-O halde
Baudelaire kendisine fazla bağlanmış ve kendi kendisini görmek istemiş
diyebilir miyiz?
SARTRE:
Baudelaire’in dramı da burada başlar işte; kendi kendini görmek için iki kişi
olmak gerekir. Baudelaire ellerini ve kollarını görür, çünkü göz elden ayrıdır:
ama göz kendi kendisini göremez, hisseder kendini, kendi kendini yaşar; ama
kendi değerini ölçebilmek için gerektiği kadar geriye çekilemez.
-O halde
Kötülük Çiçekleri’nde boşuna bağırır: “kendine ayna olmuş yüreğin başbaşa
yaptığı karanlık ve duru söyleşi!” diye.
SARTRE: Evet
öyle. Bu “baş-başalık” daha başlar başlamaz uçup gider: tek bir baş kalır
ortada. Baudelaire’in çabası, kendini yansıtan bilinç denen bu başarısız ikilik
denemesini en uç noktasına kadar götürmek olacaktır. Eğer başından beri
bilinçliyse bunun nedeni kusurlarının kesin muhasebesini yapmak değil, iki kişi
olmaktır.
-İki kişi
olmak! “ hem yarayım hem de bıçağım/ hem kurban hem de cellat” dizelerinde
Baudelaire bu ikilikten söz eder gibi sanki.
SARTRE: İki
kişi olmak isteyişi, bu eşleşmede Ben’in en sonunda Ben tarafından ele
geçirilişini gerçekleştirmek içindir. Dolayısıyla bilinçliliğini uç noktalara
vardıracaktır: kendi kendisinin tanığıydı, artık kendi kendisinin celladı da
olmaya çalışacaktır. Çünkü eziyet, celladın kurbanına sahip çıktığı bir çift
yaratır. Kendi kendini görmeyi başaramadığına göre, hiç olmazsa, gerçek
doğasını oluşturan o “derin yalnızlıklar”a ulaşabilmek umuduyla, bir bıçağın
yarayı deşmesi gibi kendi kendini deşecektir.
-Baudelaire,
“ her insanda her zaman, eş zamanlı iki eğilim vardır; biri Tanrı’ya doğru,
öteki Şeytan’a doğru” diye yazıyor. Bu durum Pascal’ın “insan ne melek ne de
hayvandır” sözüyle örtüşür mü sence?
SARTRE:
Hayır, Pascal, “insan ne melek ne de hayvandır” diye yazdığında, insanı belli
bir durağan durum, bir ara “doğa” gibi tasarlar. Buradaysa böyle bir şey yok:
Baudelaire’in insanı bir durum değildir: birisi yukarı, ötekiyse aşağı yönelen,
birbirine karşıt, ama her ikisi de merkezkaç iki devinimin iç içe girmesidir.
Dürtüsü olmayan devinimleri, fışkırmaları -Jean Wahl’in dediği gibi yukarıya ve
aşağıya yönelik iki aşkınlık biçimi olarak adlandırabiliriz. Çünkü insanın
tıpkı melekliği gibi bu hayvanlığını da en derin anlamıyla ele almalıyız
-Baudelaire
kendisini özgür hissediyor muydu peki?
SARTRE:
Gerçekten de Baudelaire hep özgür hissetti kendini ancak yaratıcıların sahip
olduğu o büyük özgürlüğü hiç tanımadı Baudelaire. Ama hiçbir şeyin
engelleyemeyeceği, patlayan bir öngörülmezlik yaşadı hep. Bir türlü ele
geçiremez kendini, hiçbir şeye tutunamayacağını bilir. Baudelaire, kendisi için
zembereklerin ve kaldıraçların hiçbir işe yaramadığını bilir; ne neden ne
sonuçtur o; yarın olacağı konusunda hiçbir şey yapamaz bugün. Özgürdür, bu da
demektir ki kendi içinde de kendi dışında da özgürlüğüne karşı hiçbir yere
başvurmaz. Özgürlüğünün üzerine eğilir, başı döner bu uçurum karşısında.
Baudelaire kendisinin uçurum olduğunu hisseden adamdır.
-Kendisinin
uçurum olduğunu hissetmek… Bunu biraz açabilir misin?
SARTRE:
Gurur, sıkıntı, baş dönmesi, kendini ta kalbinin derinliklerinde dek gören,
kimseyle kıyaslanamaz, kimsenin iletişim kuramayacağı, yaratılmamış, saçma,
yararsız, tam bir yalnızlık içerisine bırakılmış, kendi yükünü tek başına
taşıyan, tek başına varoluşunu doğrulamaya mahkûm edilmiş ve durmadan kendi
ellerinden kaçan, kendi avuçları arasında kayan, kendi içine
dönüpSartre-smallgözleyen, ama bir yandan da kendi dışında sonsuz bir
kovalamacaya atılmış, dipsiz, duvarsız ve karanlık bir uçurum, öngörülemeyen ve
de pek iyi bilinen, aydınlıktaki bir gizem.
-Evet, ama
insanın içine korku salan bu özgürlük, bu nedensizlik, bu bırakılış bir tek
onun değil hepimizin payına düşen bir durum değil mi?
SARTRE:
Elbette öyle ama Baudelaire, kendi insanlık durumunu en derin biçimde duyup da,
en tutkulu biçimde bunu kendinden saklamaya çalışır. Bilinçliliği seçtiği için,
nedensizliği, bırakılmışlığı, vicdanın yüreğe korku salan özgürlüğünü, kendine
rağmen keşfettiği için, Baudelaire kendisini bir seçenek karşısında bulur:
tutunabileceğimiz hazır ilkeler olmadığına göre ya ahlak-dışı bir aldırmazlık
içinde donup kalması gerekecek, ya da kendisi icad edecek İyi’yi Kötü’yü.
-Baudelaire
bir eylem adamı mıdır peki?
SARTRE:
Hayır, onun kadar eylemden uzak kimse yoktur. Baudelaire insana ilişkin olanı,
eylem ile değil yaratım ile tanımlar. Eylem, gerekirciliği varsayar, etkisini
neden-sonuç zincirinde bulur, buyurabilmek için doğaya boyun eğer, gözü kapalı
topladığı ilkelere uyar ve bu ilkelerin geçerliliğini asla gündeme getirmez.
Eylem adamı, erekler değil araçlar konusunda kendini sorgulayan kişidir.
-Açıkçası tam
anlayamadım, biraz daha açar mısın?
SARTRE:
Baudelaire, üç saygıdeğer varlık tanır: papaz, savaşçı ve şair: Bilmek,
öldürmek ve yaratmak. Öteki insanlar yontulabilir ve işe koşulabilir
insanlardır, ahır için, yani meslek dediğimiz şeyleri yapmak için
yaratılmışlardır. Ama yaratım tam bir özgürlüktür; yaratımdan önce hiçbir şey
yoktur, yaratım kendi ilkelerini yaratmakla işe başlar, her şeyden önce de
kendi ereğini icad eder.
-Baudelaire
Paris Kasveti”nde yaşadığı tarihsel dönemin sıkıntılarını verirken modern kente
bütün zıtlıklarıyla, sıkıştırılmış mekânlar içinde yaşayan kahramanları;
caniler, fahişeler, dilenciler, kumarbazlar, haydutları resmediyor. Peki kent
ne demek Baudelaire için?
SARTRE: Kent,
aralıksız bir yaratımdır: binaları kokuları, gürültüleri, gidiş-gelişleri
insanlık âleminde yer alır. Kentteki her şey, sözcüğün en kesin anlamıyla,
şiirdir. Büyük kent insanın özgürlüğü denen uçurumun yankısıdır
-Baudelaire
inançlı mıydı?
SARTRE:
İnançlı olup olmaması önemli değil. Tanrı’nın varlığını gerçek diye görmüyorsa
bile, imgesel düşlemlerinin kutuplarından biriydi bu varoluş. Şöyle der
Baudelaire: tanrı olmasa bile, din gene de kutsal ve tanrısal olurdu. Tanrı,
hükmedebilmek için, var olması bile gerekmeyen tek varlıktır.
-İmgesel
düşlemlerinden biriyse Tanrı, o halde Baudelaire’in tanrısı nasıl bir tanrı?
SARTRE:
Baudelaire’in tanrısı korkunçtur. Günahkârlara azap çektirmek için meleklerini
gönderir. Boyun eğdiği yasa ise Eski Ahit’tir. Tanrı ile insanlar arasında
başka biri yoktur. Baudelaire İsa’yı bilmez gibidir. Jean Massin’de
“Kurtarıcının bilinmemesi trajik sonuçlar doğurur” diye yazmıştır. Çünkü
kurtarılmaktan çok, yargılanmak söz konusudur, daha doğrusu kurtuluş her kişiyi
düzenli bir dünyadaki yerine koyan yargının ta kendisindedir. Baudelaire inancı
olmadığından yakındığı zaman, hep bir tanık ve yargıç özlemi çekmiştir.
Annesine yazdığı bir mektupta şöyle demiştir: benim dışımda ve görülmeyen bir
varlığın benim alınyazımla ilgilendiğinde… bütün kalbimle inanmak istiyorum.
Ama nasıl inanılabilir ki buna”
-O halde
Baudelaire bir ilahi aşkın eksikliğini duyuyor.
SARTRE:
Hayır, eksikliğini duyduğu şey ilahi aşk ya da kayra değildir, onu sarmayalacak
ve tanıyacak bu katıksız ve “kendi dışındaki” bakıştır. Mon coeur mis anu’de
Tanrı’nın var olduğunu şu tuhaf biçimde kanıtlamaya giriştiğinde de gene aynı
bakış açısını benimser: “ Tanrı lehine yapalım hesabımızı: hiçbir şey amaçsız
var olmaz. Demek benim varoluşumun da bir amacı var. Hangi amaç? Bilmiyorum
bunu. Demek onu belirleyen ben değilim. Demek benden daha bilgilisi belirlemiş
bunu. Öyleyse, bu birisi’ne beni aydınlatması için yakarmam gerek. Benimsenecek
en bilgece yol bu.”
-Merhametsiz
bir Tanrı Baudelaire’inki, ne sevgi sunan, ne de isteyen adalet Tanrısı ama bu
cezalandıran ve kamçısı kutsanmış sertliği de istiyor gibi Baudelaire.
SARTRE: Evet
öyle… Baudelaire’in bu merhametsiz Tanrısı, üvey oğlunun yüreğine korku salan
dayakçı babası General Aupick’ten ayrılmaz pek.
- Sevgili
Sartre, iznin olursa bu sohbeti burada bitirmek istiyorum. Sanırım bu noktadan
sonra işler iyice karışacak. Ben öncelikle bu söylediklerini sindirmek
istiyorum ve daha sonra vaktin olursa tekrar kapını çalmak isterim.
SARTRE:
Elbette, kapım her zaman açık. İstediğin zaman gelebilirsin.
Yazının
ikinci bölümü için: http://www.edebiyathaber.net/ucurum-oldugunu-hisseden-adam-baudelaire-2-naze-nejla-yerlikaya/
No comments:
Post a Comment