Cezayirliler,
Filistinliler, Bangladeşliler, Suriyeliler ve diğerleri… Fena halde kötü
kokuyorlar. Zevksizlikten ölecekler, giyindiklerinde. Soyunduklarındaysa…
Boşversene! Elleri, ayakları kirle bezeli. Otobüste, metroda, parkta,
hastanede, okulda… Her yerdeler. Onların o pis elleriyle dokundukları demirlere
değiyor ellerimiz. Eve gidip dezenfektan katkılı sıvı sabunları kullanmasak,
hastalıktan öleceğiz.
Hırsızlık
yapıyorlar, hiç durmadan. Daha geçen büyük bir marketin reyonları önünde, geniş
montuyla gezinip fırsat kollarken takip ettin birini. Yüzünü ekşittin, belli
etmeden fısıltıyla haber verdin güvenlik görevlisine: “Mahvettiler ülkemizi
bayım!” Ama o duymasındı bunu. Öyle ya, gerek yok başını belaya sokmana. Çünkü
iyi dövüşür onlar, karadır gözleri. Senden nefret ederlerse eğer vahşice
savururlar yumruk ve tekmelerini. Acımazlar; acı da duymazlar.
Kavruk
yüzleri, sigaradan sararmış bıyıklarıyla gülerken gördün birini, caddenin hemen
başında. Bunca pisliğin ortasında nasıl bu kadar gülebiliyorlar? Ardında üç
fahişe var, onlar da gülüyor üstelik. Küfrediyorlar, hem de yüksek sesle. “Ne
hakla” diyorsun, kendi kendine. Nasıl olur da bu kadar cesur davranırlar? Hiç
mi utanmazlar hallerine bakıp?
Cık cık
cık…
Evine
döndün, dezenfekte oldun, giyip yumoş kokulu balıklı pijamalarını, neskafeni
koklayıp -oh mis gibi!-, aldın tablet bilgisayarını eline. Tıvitır’da,
Feysbuk’ta akıp gidiyor dünya. Dünya, fenalıklar dünyası. Uzaklara kaçalım
sevgilim! Bir dağ köyüne, kayak tatiline. Ya da üç gün, beş gün saunalı bir
otele mi atsak kendimizi?
***
Amed’in,
Batman’ın, Hakkâri’nin, Cizîra Botan’ın, Serhat’ın, Kürdistan’ın çocukları…
Kapıları çamurlu sokaklara açılıyor. Sokak, varlıklarına küfreden heykellere,
kara taşlarla örülü devlet binalarına uzanıyor. Sokaklarda zebani gibi geziyor,
polis araçları, asker zırhlıları. Onlar, kentte yaşamıyorlar; lojmanlarında
yaşıyor, ama kente hükmediyorlar. Bir hafızanın artıkları: Katledilen babalar,
amcalar, kardeşler; yakıp yıkılan köyler, ilçeler; küfürlü anonslar; dişleri
döken postal darbeleri… O binanın üzerindeki bayrak, önündeki Atatürk büstü.
Hepsi, hepsi aynı hafızaya dair.
Çıktın
evinden, çıkmaman gerekiyordu. O çamurlu sokağını yasak etmişti sana, lojmanda
oturanlar. Ama çıktın, çıkmalıydın; kıç cebinde sapanınla. Sana sokağının
çamuruna nasıl baktılarsa, öyle baktılar şimdiye kadar. Öyle de oldu giderek;
bir oldun o çamurla. Her yanın kire pasa bezendi; uzak kentlere işçiliğe
gittin, hakaretleri, küfürleri yutarak çoğunlukla. O insanlardan öcünü,
evlerini, arabalarını soyarak aldığın zamanlar da oldu. Onlardan bir kıza -hani
şu yumoş kokanlara- aşık olamazdın; olmayıverdin. Onların kadınlarını “sikmek”
fiiliyle düşündün sen de; aç bir kurt gibi baktın hepsine. Seni nasıl
gördülerse, öyle olmak istedin. Aksi, sana küfredenlere benzemeye çalışmak,
onurunu yitirmek olacaktı ki, aranızda onlardan da çok vardı, öyle çok.
Gözlerinde heyecana, insanlık onuruna dair tek bir kıvılcım kalmamıştı onların;
ama seninki öyle mi? Bunca çamura rağmen, elindeki sapan, göz bebeklerinde de
parlıyordu. Akrabalardan biriyse Feysbuk’ta, durmaksızın konuşuyordu: “Ben de
Kürt’üm, ama hiçbir binayı yakmıyorum. Bakın işte, sizin kentinizde size işçilik
ediyorum. Ekmeğinizi yiyorum. Her Kürt bir değil. Bana öyle bakmayın.
Kurbanınız olam, aranıza alın. Ühü, ühü!”
***
Kürdistan’ın
çocukları, kara gözleri, sapanları, molotoflarıyla sokaklarda yine. Bir
çocuğun, daha 12-13 yaşından itibaren bir halkın dayanılmaz acılarla dolu
hafızasını yüklenmesinin ne demek olduğunu bilir misiniz? İsyan etmek, devrime
katılmak için tek satır okumaya ihtiyacı yok onların. Okuyup, söylenip, analiz
edip duran yumoş kokululardan çok daha cesur, gözü kara ve devrimci olduklarından
şüphe edense, sapanla kovalanmayı hak eder.
Şimdi o
çocukların öfkesi tartışılıp duruyor. Büstlere, “kamu” binalarına saldırıyor,
bayrak yakıyorlarmış. Sınırlarını bilmeli, hatlerini aşmamalı imiş kimse.
Başkaları da başka bir şey söylüyor: Aslında o saldırganlar, devletin halkı
gayrimeşru kılmak için gönderdiği ajan-provokatörlermiş.
Öyle ya da
böyle. Devlet bu, gönderir mi, gönderir; fakat bu ilgilendirmiyor beni.
Briketle
döşeli evinden çamurla bezeli sokağına çıkan, o sokaktan zulümle örülü bir
hafızayı yüklenerek Atatürk büstü dikili kara taşlı binaya ulaşan gencin
öfkesi, haklıdır, meşrudur, doğaldır. Yumoş kokulu değildir belki; belki,
serttir fazlaca. Şu meşum uygarlığımızın cici kriterleriyle uyumsuzdur; bana ne!
Ben, sağlığımı kazanmak için bunu yapmak zorundayım. Muktedirin taş
duvarlarınca çalınan irademi, özgüvenimi kazanmak, ayağa dikilmek, onurumu
çekip almak için buna mecburum. Bunu yapmadığım içinse, ne idüğü belirsizim
hala. Kıravat taksam, parlak ruganlar giyinsem de değişmeyecek bu; hatta daha
da derinleşecek. Kimim ben; kimliğimi neden gizliyorum; neden kendimi
yaşamıyorum; kimin çizdiği sınırlarda boğuyorum, hayatımı?
***
Yazının
başındaki Cezayirli, Suriyeli, Kara Afrikalı, Roman, Bulgar ve diğeri,
milyoncası, Avrupa’da veya başka bir “üçüncü ülkede” hırsızlık yapıyor. Kürt,
ülkesinden uzakta, ona “kro”, “kuyruklu” filan diyenlerin/demişlerin ülkesinde,
Kürt’üm dediğinde yüzünü ekşitenlerin ülkesinde, mafyayı elinde tutuyor;
hırsızlığı yönetiyor. Hayır bayım, bayanım; yumoş kokulu balıklı pijamanız
kurtarmaz sizi: Hırsız da, mafya da, uyuşturucu taciri de sizsiniz, benim.
Otobüste yanımızda oturan kavruk yüzlü adamın kokusu, ter bezlerinden değil,
bizim bir biçimde adapte olmaya çalıştığımız “uygarlığımızın” dezenfekte aklından,
vicdanından yükseliyor.
***
Fanonvari
bakma çabasıyla yazıldı tüm bunlar. Bu görüyü bize kazandıranlardan alıntı
yapmak, biraz daha tamam kılar belki. Dünyamıza, politikacıların usturubundan
çok onların kara puntolarla yazılı satırları gerekiyor. Bütün “uygarlara”
sesleniyor Sartre, Fanon’a, Yeryüzünün Lanetlileri’ne yazdığı önsözde.
“(…)
Onları ısıtan ve aydınlatan ateş, size ait değil. Siz, saygılı bir mesafeyle
duran siz, kendinizi kaçak, geceye özgü, işi bitmiş hissedeceksiniz. Şimdi sıra
sizde. Bir başka şafağın doğacağı bu karanlıklarda artık zombi sizsiniz.”
http://fraksiyon.org/artik-zombi-sizsiniz/
No comments:
Post a Comment