Sovyetler
Birliği tarih oldu, sinema, sanatlardan en önemlisi olmayı bıraktı, izleyici
ise Amerikan eğlence sinemasına teslim oldu, Andrzej’in suçu ne?
Ebru Orhan
Varşova
- BİA Haber Merkezi
04
Ekim 2014, Cumartesi 00:00
“Savaşa
giden babamdan geri kalan eşyalar balo elbisesi, nişanları ve kılıcıydı.
Nişanları halen duruyor, kılıcıysa savaşta Almanların eline geçmesin diye
gömdüm. Balo elbisesini de annem düğmelerini söktükten sonra laciverte boyadı.
Tüm savaş boyunca bu benim tek dışarı elbisemdi, bir de parlaklığından
kurtulmak için her yolu deneyip bir türlü başarılı olamadığım, en büyük
ıstırabım rugan botlar, tek dışarı botumdu.” Böyle anlatıyor yetimliğe adım
atışını dünya sinemasının büyük ustalarından yönetmen Andrzej Wajda.
1944
yazında Krakow’da devriye gezen bir Alman jandarmanın dikkatini çeker küçük
Andrzej’in tek dışarı elbisesi, ceketinin modelinin bir subay üniformasına
benzemesini tamamıyla tesadüf olduğu şeklinde açıklasa da ikna olmaz jandarma
ama kollayacak daha önemli işleri olduğu için salıverir Andrzej’i. 1939 yılının
kasımında Radom’daki evlerinin bahçesine gömdüğü kılıçsa yine bu kentte 2011
yılında katıldığı Güzel Sanatlar Akademisi’nin açılış töreninde döner
kendisine, simsiyah, eğri büğrü ve yer yer delik deşik.
Andrzej
Wajda, Znak Yayınevi tarafından yeni baskısı yayınlanan otobiyografisinde
hayatının bir günde değiştiğini şu sözlerle anlatır: “1939 eylül sonunda
babamın savaşa gittiği gün hayatım tamamıyla değişti, çocukluğumda ne oldu, ne
yaşadım, çok da bir şey hatırlamıyorum. O kadar nefret ettim ki, geçmişe dair tüm
hatıraları silip hemen büyümek istedim, öyle de oldu. Savaş başladığında 13
yaşımdaydım, diyebilirim ki 15 yaşımda yetişkin hayatıma başladım.”
Almanya’ya
çalışmaya gönderilmemek için birçok işte çalışır Andrzej, bu işlerden biri de
tereyağı fıçısı yapımıdır. Savaş günlerinden bir gün Almanlar için yapıp
istifledikleri fıçıların birinden biraz tereyağı çalıp eve götürür annesi ve
kardeşinin yükünü omuzlarında hisseden Andrzej, ancak ana yüreği razı gelmez
elbet oğlunun hırsızlık yapmasına. “Bu tereyağı zaten bizim, Polonyalıların,
aslında Almanlar bunu bizden çalıyor” şeklinde açıklamaya çalışsa da
davranışını küçük Andrzej, evlatlarının geleceğinden endişe duyan anne çok ama
çok ağlar.
Katyń:
Wajda’nın boynunun borcu
* Katyn
Babası
NKWD subaylarınca Katyń’de katledilen Andrzej Wajda, yaşamı boyunca kendini bu
katliamı konu edinen bir film çekmek zorunda hisseder, nitekim 2007 yılında
vazifesini yerine getirir de. Filmde herhangi nasyonalist bir vurgunun yer
almamasına özellikle dikkat eden yönetmen, filmin histerik ve suçlayıcı
olmasını istemez, işlenen insanlık suçunu Polonya seyircisine de, Rus
seyircisine de eşit şekilde ulaştırmayı amaçlar. Zira katliamın 70. yıldönümü
olan 2 Nisan 2010 yılında Rus devlet televizyonunun 1. ve 2. kanalı ve de kültür
kanalında gösterilen film on milyonlarca Rus izleyiciye ulaşır, Wajda ise
dönemin cumhurbaşkanı Medvedev tarafından Polonya-Rusya arasında kültür
ilişkilerinin geliştirilmesi konusunda verdiği büyük dersten ötürü dostluk
nişanına layık görülür.
2. Dünya Savaşı’nın
hemen akabindeki yılları 5 yıl boyunca harabeye çevrilen, ayaklar altında
çiğnenen Polonya’nın yeniden doğuşu, kendilerini ise tarih dersinden sonuç
çıkaran bir umutlu ulus olarak tanımlasa da çok geçmeden yaşadığı hayal
kırıklığını şu sözlerle anlatır ünlü yönetmen: “Ülkemin bir işgalciden öbür
işgalciye el değiştirdiği hissiyatına kapıldığımı hatırlamıyorum. Her şey
bambaşka olacak gibiydi, gerçeği ancak 1948 yılında Polonya Birleşik İşçi
Partisi’nin (PZPR) kuruluşuyla anladım.”
Savaş
sonrası ilk yıllar işçilerin iktidarı korkutmaz Polonyalıları, üstelik Wajda da
Alman işgalinin sürdüğü 5 yıl boyunca işçi olarak çalışmıştır. Savaşın ardından
Polonya’daki Sovyet egemenliği çerçevesinde o da her genç insan gibi dünyayla
uzlaşmanın yolunu aramıştır, ancak kendi deyimiyle mevcut politik manipülasyonu
çok sonra fark etmiştir.
Yağmurun
yönetmen yaptığı yönetmen
* Zbigniew
Cybulski
Savaşın
ilk yıllarında ressam olmaya karar vermiştir Wajda, bu amaçla 1941 yılında
Waclaw Dobrowski’nin Radom’da açtığı okula bir süre devam eder ancak çok
geçmeden okul da Almanlardan nasibini alarak kapatılır. Sonraki yıllar
çalışmalarını kendi imkanlarıyla sürdüren ünlü yönetmen 1946 baharında Krakow
Güzel Sanatlar Akademisi’ne kabul edilir. 1948 yılında Wroclaw’da “Fethedilmiş
Topraklar” isimli karma sergide sattığı birkaç tablodan kazandığı ilk parayla
da Alman denizaltı subayından kalma ikinci el siyah bir deri ceket alır Wajda.
O ceket ki 1954 yılında “Bir Nesil” filminde Zbigniew Cybulski’ye kostüm olur.
Gerçi Lomnicki’nin dövüş sahnesinde Cybulski’yi fazla hırpalamasıyla yırtılsa
da -üstelik o dövüş sahnesi sansür heyeti tarafından filmden çıkarılacaktır -
1968 yılına kadar giymeyi sürdürür deri ceketi.
* Wszystko
na sprzedaz
Yönetmen
aynı yıl çektiği “Wszystko na sprzedaz” filminde bu kez de Daniel Olbrychski
tarafından kostüm niyetine giyilen ceketi iyi oyunculuğundan ötürü aktöre
hediye eder.
Pekala
ressam olmak için çıktığı yolda 3-5 kuruş da olsa para kazanmaya başlamışken
neydi Wajda’yı sinemaya yönelten? “Biz öğrencilerin durumu ile akademinin
dünyası çok başkaydı. Gençlik özlemlerimiz kendini ifade etme zorunluluğuyla
çarpıştı. 3 elma, soğan ve tabak bizlerin dünyası değildi, Cézanne’nin
varoluşun sırrı dediği şey bizler için günden güne daha yabancı, daha kayıtsız
hale geldi. Oysaki bizler savaşı yakından görmüştük, biliyorduk artık insanın
kanatlanıp uçma hayali olan uçağın insanları öldürmeye hizmet ettiğini, erkek
çocukların oyuncağı karabinlerin korkunç yaralar açtığını. Bizler büyük
değişimin iştirakçileriydik, adaletsizliği ve aşağılanmayı tatmıştık.
Natürmort, kasede duran vişne bunları anlatabilir miydi? Bizlerin sorusu bu
idi, krizdeydik çünkü gerçek sanatın zokasını yutmuştuk, işte böylesi zor anda
bir ortaklık, bir cemiyet aramaya başladık. Günlerden bir gün arkadaşım Andrzej
Wroblewsi bana yaptığı resmi gösterdi, o resmi asla unutmadım, unutmayacağım
da. Beyaz fonda yarı boyuna kadar görünen bir SS subayı birine ateş etmiş,
subayın önünde boylu boyunca uzanmış bir ölü, ölünün elbiseleri havada
uçuşuyor, mahzun, biçare ve utanç dolu. İşte o an öldürmenin resmini gördüm,
öldürmeyi kendi tecrübelerimden biliyordum, çünkü gerçekten böyle
görünüyorlardı savaşın son günlerinde tankların ezdiği insanlar” şeklinde
açıklasa da Wajda yaşadığı çelişkileri, yağan yağmurdur aslında onu yönetmen
yapan. Şöyle ki resim eğitimine başladıktan 3 yıl sonra Sopot’ta tatil yapan
Wajda boş tartışmalardan yorulduğu bir anda şu geri dönülemez kararı alır:
“Eğer yarın kalktığımda yağmur yağarsa Łódź’a gidip film okulunun sınavına
gireceğim”. Wajda sabah uyanır ve hava yağmurludur. Atlar trene, doooğru Łódź
şehrine, gerçi Tczew’den sonra hava açmış, güneş çıkmıştır ama o artık
hayatının geri kalan kısmını akşam verdiği karara uygun olarak sürdürecektir.
Łódź
Sinema Okulu komünist yönetim tarafından ideolojik kadronun demir atölyesi
olarak görülmektedir, Lenin’in “Sinema bizim için en önemli araç” söylemine
uygun olarak okulun her öğrencisine savaş pilotunun eğitim masrafına eşdeğer
yatırım yapılır, hiç şüphe yoktur ki mezunlar kapitalizmi bombardımana
uğratacakları, Polonya toplumunun zihninde komünist ideolojiyi ve Sovyetler
Birliği’nin öncü, ilerici rolünü sabitleyecekleri filmleriyle geri
ödeyeceklerdir kendilerine yapılan masrafları.
“Okulunun ilk yıllarında bize yoğun olarak Sovyet sinemasını
öğretiyorlardı, o sinema ki bizim ustamız, öğretmeniz, komünist ideolojiye hizmetse
bizim adanmışlığımız. Ama bizler başka yolu seçtik, savaş sonrası yıllarda
sefalet ve aşağılanma durumu özellikle İtalyan neorealizmini bize yakın kıldı.
Polonya sineması işte trajik dünya üzerine düşünme konusunda bizlere ağır ders
veren savaşın politik ve sosyal tecrübelerinden doğdu” sözleriyle anlatır
Polonya Sinema Okulu’nun doğuşunu.
Sansürlü,
otosansürlü yıllar
Polonya
Halk Cumhuriyeti döneminde ise bir filmin yapımı ve dağıtımı ancak devlet
tekeli çerçevesinde mümkündür. Dönemin en etkili sansür yöntemleri ise kağıt
kıtlığı ve film şeridi yokluğudur. Bir film şu süreçlerden geçerek ortaya
çıkmaktadır: Önce film birkaç sayfayla projelendirilir, proje kabul edilirse
senaryo yazım safhasına geçilir, komünist parti ve filmcilerden oluşan
komisyonca özel değerlendirmeye tabi tutulur senaryo, bu komisyonun onayı,
sonra sinema dairesi şefinin onayı ve elbette ki onun meçhul danışmanlarının
onayı. Realize edilen film sinema dairesine sunulur, heyet tarafından izlenen
film sonrasında Polonya Birleşik İşçi Partisi (PZPR) Merkez Komitesi üyelerinin
dikkatine sunulur, sabırsızlıkla beklenen karar böylelikle haftalar boyu uzar
da uzardı, hatta bazen 14 yılı bile bulurdu “Mermer Adam” filminde olduğu gibi.
* Mermer
Adam / Czlowiek z marmuru
14 yıl
sinema dairesinin raflarında bekleyen filmin hikayesini büyük usta şu sözlerle
anlatır: “1962 yılında çağdaş Polonya izleyicisine hitap eden bir film yapmaya
karar verdim, bu fikir üzerinde düşünürken Zespol Kamera’nın şefi Jerzy Bossak
sayesinde çok güzel bir konuya denk geldim. Filmin konusu Bossak’ın bir
gazetede okuduğu küçük bir anekdottan doğdu. Gazetedeki yazı şöyle idi: “İş
Kurumu’na bir duvarcı geldi, ancak eli bomboş geri döndü, çünkü Nowa Huta’da
(Krakow’da 1950 yılında kurulan çelik döküm fabrikası) yalnızca dökümcüye
ihtiyaç vardı. Ancak memurlardan biri bu adamın yüzünü tanıdı, bu meşhur
duvarcı önderiydi, geçen politik sezonun yıldızı, duvarcıların meşhur
lideriydi.” İşçi önderi bu duvarcı adam 1950’li yılların kahramanıydı, ben ise
bugünü anlatacak bir araç arıyordum. Ama yine de bu senaryo üzerinde çalıştık,
hazır olduğunda hararetle baktım ki elimde altından bir elma duruyor, Ne yazık
ki işte bu noktada benim inisiyatifim sona eriyordu, artık her şey senaryo
komisyonuna bağlıydı, gerçekte ise Komünist Parti Propaganda Birimi’ne. Çünkü
işçi önderi konusu sosyalist ekonominin en utanç verici tarafına, yani yıldan
yıla iş veriminin azalmasına dokunuyordu. Filmin senaryosu sosyalist gerçekliğe
yeterince angaje olmadığı konusunda çok kere suçlamalara maruz kaldı ve aradan
14 yıl geçti. Gomułka Komünist Parti’nin başından ayrıldı, onunla birlikte
50’li yıllar kültü de. İktidara genç politikacılar geldi, nihayetinde filmin
tüm sorumluluğunu dönemin Kültür Bakanı Jozef Tejchma’nın üstlenmesiyle filme
izin çıktı. Ancak senaryoyu aktüalize etmek gerekti, çünkü 1962 yılında
yazdığımız senaryo zaten 12 yıl geriye gidiyordu, filme izin çıktığı zaman ise
neredeyse çeyrek asır geride kalmıştı. Filmin ilk versiyonunda kahramanımız
Mateusz Birkut teknik liseye hazırlanıyordu, aradan geçen 14 yıl içinde mümkün
olan tüm üniversiteleri bitirmiş olmalıydı. Her ne kadar siyasal iktidar
kademesinde değişiklikler olsa da bizlerin yaşantısı reel sosyalizmde halen
sürmekteydi ve bu durum senaryoda yeni değişiklikler yapmamızı sağladı.”
Babası
NKWD subaylarınca Katyń’de katledilen Andrzej Wajda, yaşamı boyunca kendini bu
katliamı konu edinen bir film çekmek zorunda hisseder, nitekim 2007 yılında
vazifesini yerine getirir de. Filmde herhangi nasyonalist bir vurgunun yer
almamasına özellikle dikkat eden yönetmen, filmin histerik ve suçlayıcı
olmasını istemez, işlenen insanlık suçunu Polonya seyircisine de, Rus
seyircisine de eşit şekilde ulaştırmayı amaçlar. Zira katliamın 70. yıldönümü
olan 2 Nisan 2010 yılında Rus devlet televizyonunun 1. ve 2. kanalı ve de kültür
kanalında gösterilen film on milyonlarca Rus izleyiciye ulaşır, Wajda ise
dönemin cumhurbaşkanı Medvedev tarafından Polonya-Rusya arasında kültür
ilişkilerinin geliştirilmesi konusunda verdiği büyük dersten ötürü dostluk
nişanına layık görülür.
2. Dünya Savaşı’nın
hemen akabindeki yılları 5 yıl boyunca harabeye çevrilen, ayaklar altında
çiğnenen Polonya’nın yeniden doğuşu, kendilerini ise tarih dersinden sonuç
çıkaran bir umutlu ulus olarak tanımlasa da çok geçmeden yaşadığı hayal
kırıklığını şu sözlerle anlatır ünlü yönetmen: “Ülkemin bir işgalciden öbür
işgalciye el değiştirdiği hissiyatına kapıldığımı hatırlamıyorum. Her şey
bambaşka olacak gibiydi, gerçeği ancak 1948 yılında Polonya Birleşik İşçi
Partisi’nin (PZPR) kuruluşuyla anladım.”
Savaş
sonrası ilk yıllar işçilerin iktidarı korkutmaz Polonyalıları, üstelik Wajda da
Alman işgalinin sürdüğü 5 yıl boyunca işçi olarak çalışmıştır. Savaşın ardından
Polonya’daki Sovyet egemenliği çerçevesinde o da her genç insan gibi dünyayla
uzlaşmanın yolunu aramıştır, ancak kendi deyimiyle mevcut politik manipülasyonu
çok sonra fark etmiştir.
Yağmurun
yönetmen yaptığı yönetmen
* Zbigniew
Cybulski
Savaşın
ilk yıllarında ressam olmaya karar vermiştir Wajda, bu amaçla 1941 yılında
Waclaw Dobrowski’nin Radom’da açtığı okula bir süre devam eder ancak çok
geçmeden okul da Almanlardan nasibini alarak kapatılır. Sonraki yıllar
çalışmalarını kendi imkanlarıyla sürdüren ünlü yönetmen 1946 baharında Krakow
Güzel Sanatlar Akademisi’ne kabul edilir. 1948 yılında Wroclaw’da “Fethedilmiş
Topraklar” isimli karma sergide sattığı birkaç tablodan kazandığı ilk parayla
da Alman denizaltı subayından kalma ikinci el siyah bir deri ceket alır Wajda.
O ceket ki 1954 yılında “Bir Nesil” filminde Zbigniew Cybulski’ye kostüm olur.
Gerçi Lomnicki’nin dövüş sahnesinde Cybulski’yi fazla hırpalamasıyla yırtılsa
da -üstelik o dövüş sahnesi sansür heyeti tarafından filmden çıkarılacaktır -
1968 yılına kadar giymeyi sürdürür deri ceketi.
*
* Danton
1982
yılında Paris’te “Danton” filmini çekerken 2 Amerikalı yapımcı ziyaret eder
Wajda’yı, o tarihlerde ABD’de yaşayan Soljenitsin’in “Tanklar Gerçeği Biliyor”
senaryosunu filme almasını teklif ederler. NKWD ordusunun bir Sovyet kampındaki
ayaklanmayı dağıtmasını konu alan senaryo yönetmeni oldukça heyecanlandırır.
Süper dokunaklı bir senaryo, net kadın ve erkek kahramanlar, olağanüstü
yönetilen eylem... Yapımcıların gerekli hiçbir masraftan kaçınmayacağı film
Amerika’da çekilecek ve İngilizce olacaktır. “Büyük yazar yazdığı ilk senaryo
için beni seçmişti. Rus yönetmen arkadaşları varken beni seçmesinin sebebi
benim özgür dünyada, Paris’te bulunmam, onların ise Sovyetler Birliği’nde
kilitli olmasındandı. Özgür dünyadaki özgür insan olarak bu sorumluluğu
almalıydım, ancak bir seçim yapmak zorundaydım. Biliyordum ki bu filmi çekmem
halinde dönecek bir ülkem olmayacaktı, artık yurtdışında bir yönetmen
olacaktım. Kaldı ki “Küller ve Elmaslar” filmim ABD’de gösterildiği zaman da
olabilirdim, “Polonya’da ilk adımı attın, hadi ileri git” diyerek her şeye yeni
baştan da başlayabilirdim. Ancak ben her zaman kendimi Polonya izleyicisine
bağlı hissettim, şuna derin bir şekilde inandım ki Polonya’yı anlatarak da
Avrupa hatta dünya çapında bir yönetmen olabilirim, çünkü “Küller ve Elmaslar”
sonrası bu temele sahip olduğuma hükmetmiştim. Ya yurt dışı? Ne anlatabilirdim
izleyicilere? Banal tavsiyeler karşısında hızlıca inmek zorunda kalacaktım
bugüne kadar tırmandığım basamakları, üçüncü sınıf filmler yapmak, sonunda da
televizyon dizisi çeken meslek olarak yönetmen olacaktım. Oysaki ben
yönetmenliği meslek olarak değil, sanatçılık olarak görüyordum, yönetmenin
sesine, mesajına ihtiyaç duyan seyircilere hitap eden bir sanatçı. Küller ve
Elmaslar, Vaadedilmiş Topraklar, Düğün, Mermer Adam filmlerimle bunu biraz
olsun başarabildiğimi düşünüyorum. Hakkım vardı böyle düşünmeye, ülkemde,
Polonya’da birilerine gerekliydim” sözleriyle ifade eder Soljenitsin’in
senaryosunu neden filme almadığını Andrzej Wajda. Onun için en önemli olan
Polonya’ya geri dönebilmektir, Soljenitsin’le birlikte yapacağı filmle komünizm
çökmeyecektir lakin o çıktığı yönetmenlik yolculuğunun ortasında göçmen
olacaktır. Döneme özgü bu gerçeklik dolayısıyla filmi realize etmeyen yönetmen,
zorunlu olarak verdiği bu karar karşısında bugün halen hayıflanmaktadır.
Andrzej’in
suçu ne?
Altın
Palmiye ve Oscar başta olmak üzere dünya çapındaki birçok film festivalinde
onlarca ödüle layık görülen, Polonya Film Okulu’nun yegâne yaratıcılarından
Andrzej Wajda 13 Aralık 1981 darbesinin ardından meydana gelen Polonya
sinemasındaki değişimi ise şu sözlerle ifade eder: “80’li yıllarda hemen her
akşam sinemaya gittim, izlediğim filmler birbirinden çok az fark ediyordu,
hatta sinema salonundan çıktıktan hemen sonra filmi unutmak mümkündü.
Entelektüel izleyici ise darbeyle birlikte sinemadan süpürülmüştü. Mevcut
izleyici bambaşka izleyiciydi artık, elbette ki bu, darbe dönemi politik
iktidarının bakış açısından süper bir durumdu. Sinema salonlarından
entelektüeller kaybolmuş, politik filmler ilgi görmez olmuştu.”
Komünizmin
yıkılışıyla geçilen serbest pazar ekonomisi ülkeyi olduğu kadar sinema
sektörünü de batılılaştırır. Önceki yıllarda gösterime giren Polonya filmlerini
kitleler halinde izleyen seyirciden eser yoktur artık, dahası Amerikan sineması
kapmıştır gençleri. Seyirci sinemada ekrana bakarken kendi seviyesinde eğlence
istemektedir. Özgür ulus, özgür izleyici, az modernize olmuş bir toplum vardır
artık. Usta yönetmenin, genç sinemacıların genelinin bu cazibeye boyun eğmesi
karşısında ise bir suçu yoktur elbette. Değil mi ki ülkedeki sinema sayısı 3
binden 700’e düşmüş, Jaruzelski darbesinin ardından sinema izleyicisi fikir
üretemez hale gelmiş, kitleler karar vermekten aciz, televizyonun etkisi
altında kalmıştır. Oysaki Łódź Sinema Okulu’nun kapısından girdiğinde onu,
büyük ustayı şu yazı karşılamıştır: “Tüm sanat dalları arasında film bizim için
en önemlisi”. Artık bu parola yok, Sovyetler Birliği tarih oldu, sinema,
sanatlardan en önemlisi olmayı bıraktı, izleyici ise Amerikan eğlence
sinemasına teslim oldu, Andrzej’in suçu ne? (EO/AS)
EBRU ORHAN
YAZDI
F 16
Pilotu Ederinde Tereyağı Hırsızı Andrzej!
Sovyetler
Birliği tarih oldu, sinema, sanatlardan en önemlisi olmayı bıraktı, izleyici
ise Amerikan eğlence sinemasına teslim oldu, Andrzej’in suçu ne?
Ebru Orhan
Varşova -
BİA Haber Merkezi
04 Ekim
2014, Cumartesi 00:00
No comments:
Post a Comment