Başkaldıran
İnsan *
"Topun
tahmin ettiğiniz taraftan asla gelmediğini hemen öğrendim. Yaşamda, özellikle
de insanların dürüst olmadığı Fransa'da çok işime yaradı bu benim."
[Albert
Camus]
"Ben
yoksul ve dinsiz doğdum, mutlu bir göğün altında; insanın, karşısında düşmanlık
değil, uyum hissettiği bir doğanın içinde. Dolayısıyla kopuşla değil bütünlük
duygusuyla yola çıktım."
Stendhal:
Bana göre tiranlar hep haklıdır; asıl onlara boyun eğenlerdir gülünç olan.
Plutarkhos
'Hayatlar' adlı kitabında, okuma yazmayı bilmeyen bir köylünün, Aristides'in
sürgün edilmesi için oy kullandığını yazar. Aristides'in kendisine nahoş bir
şey yapıp yapmadığı sorulunca, 'Hayır' diye yanıt verir köylü, üstelik onu hiç
tanımam ama her yerde ona 'Doğru İnsan' dendiğini işitmek sinirime dokunuyor.
Montpensier
Spor Derneği'nde futbola başladıktan sonra Racing Universitaire d'Alger'nin
(RUA) genç takımına [kaleci olarak] girer.
"Pazardan
antrenman günü olan perşembeye kadar ve de perşembeden maç günü olan pazara
kadar sabırsızlıkla tepinirdim."
Futbolun
beslediği, Cezayirlilere özgü şu değişmez kanı tam anlamıyla hiç
bırakmayacaktır Albert Camus'yü:
"Topun
tahmin ettiğiniz taraftan asla gelmediğini hemen öğrendim.
Yaşamda,
özellikle de insanların dürüst olmadığı Fransa'da çok işime yaradı bu
benim."
Camus, bir
insanın kesinlikle suçlu olduğunu söyleyemediğimiz andan itibaren tam ceza
kararına varamazsınız diyordu 'Defterler'inde. Yapıtı özellikle ölüm cezasının
örnek oluşturduğu savını reddeder.
"Devletler
idamların örnek oluşturduğunu düşünüyorsa, neden sanki utanıyormuşçasına
gizlice infâz ediyorlar bu cezayı?"
Louis
Guilloux:
Tek çare,
acı. Acı yoluyla, katillerin en korkuncu bile insanlıkla bağını korur.
"Sanat
benim gözümde yalnız başına yapılan bir eğlence değildir.
En fazla
sayıda insanı, onlara ortak acıların ve sevinçlerin ayrıcalıklı bir resmini
sunarak duygulandırma aracıdır."
"Benim
bütün krallığım bu dünyadadır."
Albert Camus, Francine'le Cezayir'in başkenti olan Cezayir'de tanıştıktan 3 yıl sonra 1940'ta evlenecektir.
Francine,
Camus'yü ailesine şöyle tanıtır:
Hasta,
parasız, işsiz olduğunu, boşanmadığını ve özgürlüğü sevdiğini size söyleme
görevini bana verdi.
"Bana bu
çağı en iyi tanımlar gibi görünen şey, ayrılık.
Herkes
dünyanın geri kalanından, sevdiklerinden ya da alışkanlıklarından
ayrıldı."
Saçma
duygusunun tam ortasında, başkaldırının gerekliliği bulunur. İnsana onurunu
veren ve sanatsal yaratımı meşru kılan odur yalnız.
"Koy'un
ortasındayız, dağlar çevremizde kusursuz bir çember oluşturuyor. En sonunda,
daha kan rengi bir ışık güneşin doğuşunu haber veriyor, doğudaki dağların
arkasından, şehre karşı beliriyor güneş, solgun ve serin bir gökte yükselmeye
başlıyor. O zaman körfezde, dağlarda ve gökte oynaşan renklerin zenginliği ve
görkemi bir kez daha herkesi susturuyor. Bir dakika sonra renkler aynı gibi
görünüyor ama kartpostal.
Doğa çok uzun
mucizelerden nefret ediyor."
6 Ocak 1960
tarihli France Soir Gazetesi, Albert Camus'nün ölüm haberini şöyle veriyordu:
"Yol
düz, kuru, ıssızdı. Kader böyleymiş."
Yazan:
Pierre-Louis
Rey
Not:
* Tırnak
(" ") içindeki özel sözler Albert Camus'ya aittir.
[Milliyet
Gazetesi -09 Ağustos 2013 ]
Eski
Dostların Gizemli Mektubu...
Camus ve
Sartre...
Dostlukları
kadar kavgalarıyla da edebiyat dünyasına damga vuran ikilinin [Camus ve Sartre]
birbirlerine yazdıkları mektuplardan biri Fransa’daki bir sahaftan alınan eski
bir kitaptan çıktı...
Fransız
yazar Albert Camus’nün 1952 yılında dostluğunu bitirdiği eski arkadaşı Jean
Paul Sartre’a yazdığı gizemli bir mektup gün yüzüne çıktı.
Fransız
yazar Sartre ve Camus’nun dostlukları bittikten sonra birbirlerine yazdıkları
tüm mektupları yok ettikleri düşünülüyordu.
Camus’nün
gizemli mektubu Fransa’nın Orleans şehrindeki bir sahaftan alınan kitabın
arasından çıktı.
Üzerinde
tarihi yok...
Tarih
atılmayan mektubun 1943 ila 1948 arasındaki döneme ait olduğu varsayılıyor.
Mektupta:
{ “Sevgili
Sartre, umarım sizin ve Castor’un (Simone de Beauvoir’ın lakâbı) çok işiniz
vardır. Çünkü biz arkadaşlarımızla kötü bir iş çıkardık. O kadar kötü ki
uyuyamıyorum.
Döndüğünüzde
beni haberdar edin.
Rahat bir
akşam geçiririz.
En iyi
dileklerimle.
Camus” }
cümleleri
yer alıyor.
Camus’nün
mektuptaki, “Kötü bir iş çıkardık” cümlesini yazdığı oyunlardan birini
sahneleyememesi nedeniyle kullandığı düşünülüyor.
ABD’de
bulunan Wayne State Üniversitesi’nden Sartre konusunda uzman Ronald Aronson
mektupla ilgili olarak:
[ “Bu
mektup çok önemli. Sartre ve Camus’nun arkadaşça bir ilişkisi olduğunu
gösteriyor” ]
yorumunu
yapıyor.
Mektup, 3
ila 8 Eylül tarihleri arasında yazılmış olmalı.
Bu yeni
bulunan mektup Camus’nun 7 Kasım 1913 tarihindeki doğumunun 100. yılını erken
kutlamak üzere Lourmarin Kasabası'nda sergilenecek.
‘Başkaldıran
İnsan’ aralarını bozdu...
Albert
Camus ile Jean Paul Sartre 1944’te tanıştılar.
O yıllarda
Fransa’da Alman işgaline karşı kurulmuş olan
'Karşı
Koyma Hareketi' çevresinde toplanan aydınlar arasında Camus ve Sartre da
vardır.
İkisi
arasında 1952’ye kadar sürecek olan bir dostluk kurulur. Ancak dostluklarının
bozuluşu, 1951’in sonlarında Camus’nün ‘Başkaldıran İnsan’ adlı eserinin
yayımlanmasıyla başlar.
1957’de
Nobel Edebiyat Ödülü kendisine sunulan Albert Camus ödülü kabul etti- Sartre
ise ondan 7 yıl sonra kazandığı bu büyük ödülü reddetti.
Albert
Camus, 1957’de Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanarak, Rudyard Kipling’den sonra bu
ödülü kazanan en genç yazar ünvânını alır.
Jean Paul
Sartre ise Camus’den 7 yıl sonra Nobel’e değer görülür.
Ancak Jean
Paul Sartre Nobel ödülünü:
[“Ben
eserimi yaratırken yeterince ödül aldım.
Nobel bana
bir şey katmaz, tam aksine beni aşağıya çeker.
Nobel, tanınma
peşinde olanlar içindir.
Ben
yaptığım her şeyi severek yaptım, en güzel ödül buydu.. ” ]
sözleriyle
reddeder.
http://gundem.milliyet.com.tr/eski-dostlarin-gizemli-mektubu/gundem/detay/1747577/default.htm
Albert
Camus derdi ki ...
{Artık ne
kölelelik ne de güç erişebilecek mutuluğa...
Efendiler
hırçın, köleler asık suratlı olacak...}
{Bir kişi
dünyayı değiştiremez, ama dünyayı değiştirecek mesajlar iletebilir.}
{Her şeyi
yalnız başına yapma. Başkalarıyla el ele tutun ki, düştüğünüz zaman birbirinizi
kaldırabilesiniz.}
http://realitsblog.blogspot.com/2013/04/albert-camus-ve-baskaldirma-felsefesi.html
Albert
Camus'nün Çocukluğu ve Gençliği..
20.
yüzyılın en güçlü Fransız yazarlarından biri olan Albert Camus, 1913’te
Cezayir’in Mondovi kasabasında doğdu. Yoksul bir aileden gelen Camus'nün babası
bir Cezayir Fransız'ı, annesi ise İspanyol'du. Birinci Dünya Savaşı sırasında,
1914'te babasını kaybetti. Annesi evlerde hizmetçilik yaparak oğlunu okutmaya
çalıştı. Ancak Camus, daha bağımsız bir hayat sürebilmek için evinden ayrıldı.
1923'te liseye, ardından da Cezayir Üniversitesi'ne kabul edildi. Üniversite
eğitimi sırasında sağlığı bozuldu ve 1930'da vereme yakalandı. Haslatığı
yüzünden üniversite takımının kaleciliğini bırakmak zorunda kaldı. Bundan sonra
çeşitli işlerde çalışmaya başlayan Camus, felsefe eğitimini ancak 1936'da
tamamlayabildi.
1934'te
Fransız Komünist Partisi'ne katıldı. Bu hareketinin kaynağı, Marksist-Leninist
doktorinine desteğinden ziyade, İspanya'da daha sonra iç savaşla sonuçlanacak
politik duruma duyduğu kaygıydı. Ancak üç yıl sonra, Stalinist komünizme
yakınlığından kaynaklanan Troçkist suçlamasıyla partiden atıldı. Camus 1934'te
Simone Hie'yle evlendi. Simone bir morfin bağımlısıydı ve Camus'yle
evlilikleri, Simone'nun sadakatsizliğine bağlı olarak son buldu. 1935'de
"İşçinin Tiyatrosu"nu (Théâtre du Travail) kurdu fakat bu tiyatro
1939'da kapandı. Aynı yıl, verem hastası olduğundan Fransa ordusuna kabul
edilmedi.
1940'ta
piyanist ve matematikçi Francine Faure ile evlendi ve 5 Eylül 1945'te Catherine
ve Jean adlarında ikiz çocukları oldu. Aynı yıl Paris-Soir dergisi için
çalışmaya başladı. Daha henüz "Sahte Savaş" olarak adlandırılan
İkinci Dünya Savaşı'nın ilk zamanlarında bir pasifist olarak kaldı. Ancak bu
tutumu Paris'in Alman ordusu tarafından işgali ve 1941'de, komünist gazeteci
Gabriel Péri'nin gözleri önünde idam edilmesiyle değişti ve onun da
başkaldırmasına neden oldu. Paris-Soir ekibiyle Bordeaux'ya gitti ve aynı yıl
ilk kitapları olan "Yabancı" ve "Sisifos Söyleni"ni
tamamladı. Camus, Bordeaux'yu 1942'de terkedip Cezayir'in Oran şehrine gitti ve
ardından Paris'e döndü.
Edebiyat
kariyeri:
Camus
İkinci Dünya Savaşı sırasında Naziler'e karşı oluşmuş Fransız Direnişi'ne
katıldı ve bu direnişin bir parçası olarak "Combat" adında bir gazete
yayımlaya başladı. 1943'te gazetenin editörü oldu; fakat 1947'de
"Combat" ticari bir gazete olunca buradan ayrıldı. Jean-Paul Sartre
ile tanışması burada gerçekleşmiştir.
Savaştan
sonra, Sartre ve de Beauvoir gibi kişilerin buluştuğu Boulevard
Saint-Germain'deki Café de Flore'u ziyaret etmeye başladı. Bu yıllarda, aynı
zamanda Amerika'yı turlayarak Fransız varoluşçuluğu hakkında dersler verdi.
Politik olarak sol görüşlere yatkın olmasına rağmen komünizme karşı çıkması,
ona komünist partilerde arkadaş kazandırmadığı gibi Sartre'dan da uzaklaştırdı.
Camus,
1949'da vereminin tekrarlaması yüzünden iki yıl inzivaya çekildi ve
"Başkaldıran İnsan"ı yayımladı. Bu kitap, Fransa'daki birçok sol
görüşe sahip arkadaşı ve özellikle de Sartre tarafından hoş karşılanmadı ve
Sartre'la bütünüyle yollarını ayırdı. Kitabının tatsız yorumlarla karşılanması
Camus'yü kitap yazmaktan tiyatro oyunları çevirmeye itti.
Camus, 1950ler'de
kendini insan haklarına adadı. 1952'de Birleşmiş Milletler, Francisco Franco
diktatörlüğündeki İspanya'yı üye olarak kabul edince UNESCO'daki çalışmalarını
durdurdu ve kurumdan ayrıldı. Ayaklanmalarda insandışı bir sertlik kullanan
Sovyet metodlarını eleştirdi. Pasifistliğini koruyan Camus, İdam cezasına karşı
savaşını sürdürdü.
Cezayir
Bağımsızlık Savaşı 1954'te başladığında, Camus kendini ahlaki bir ikilem içinde
buldu. Bunun nedeni, Cezayir doğumlu Fransızlar'ı betimlemek için kullanılan
bir sıfat olan "siyah ayak" olmasıydı. Ancak, sonunda, savaşta Fransa
hükümetini savunuyordu. Kuzey Afrika'da başlayan isyanın, aslında Mısır
önderliğindeki yeni-Arap emperyalizminin ve batıya saldıran Sovyetler
Birliği'nin işleri olduğunu düşünüyordu. Cezayir'in özerk, hatta bir federasyon
olmasını savunuyordu; fakat bütünüyle bağımsızlığını desteklemiyordu. Öte
yandan, Araplar'la "siyah ayak"ların beraber yaşayabileceğini
düşünüyordu. Bu kriz sırasında ölüm cezasına çarptırılan Cezayirliler'in kurtulması
için gizlice çalıştı.
Camus,
1955 ve 1956 yıllarında Fransız "L'Express" dergisinde yazdı.
Bunların ardından 1957 yılında Camus Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazandı. Genel
yaklaşım bu ödülün bir önceki yıl yayımlanan "Düşüş" için değil, idam
cezasına karşı yazdığı "Réflexions Sur la Guillotine" makalesi için
verildiğidir. Stockholm Üniversitesi'nde yaptığı bir konuşma esnasında Cezayir
konusundaki hareketsizliğini savundu; fakat daha sonra Cezayir'de yaşayan
annesinin başına ne geleceği konusunda meraklandığını bildirdi. Çelişkili
sayılan bu durum Fransız sol entelektüelleri tarafından tepkiyle karşılandı.
Ölümü:
Albert
Camus, 4 Ocak 1960'ta, Sens yakınlarındaki küçük Villeblevin kasabasında
"Le Grand Fossard" isimli bir yerde geçirdiği trafik kazası sonucu
hayatını kaybetti. Daha sonra mantosunun cebinde bir tren bileti bulunmuştur.
Büyük bir olasılıkla, Camus gideceği yere trenle gitmeyi planlamıştı; fakat
arkadaşıyla birlikte arabayla dönmeyi tercih etti. İronik biçimde, Camus daha
önce en absürt ölüm şeklinin ne olduğu sorulduğunda, araba kazasında ölmeyi
bunlardan biri olarak nitelendirmişti. Kazanın gerçekleştiği Facel Vega marka
otomobilin sürücüsü ve yayımcı dostu da Camus'yle birlikte hayatını kaybetti.
Camus Lourmarin Mezarlığı, Lourmarin, Vaucluse, Provence-Alpes-Côte d'Azur'de
gömülmüştür.
Albert
Camus, mezar taşı
Camus'nün
ölümünden sonra telif hakları Camus'nün çocukları olan, Catherine ve Jean
Camus'ye devredildi. Ölümünden sonra 1970'te "Mutlu Ölüm", 1995'te de
öldüğünde hala bitmemiş olan "İlk Adam" yayımlandı.
Camus`ye
göre saçma (absürt, uyumsuz) felsefesi
Camus'nün
felsefeye en büyük katkısı, insanların ne berraklık ne de anlam sunan dünyada
bunları aramalarının sonucu olarak oluşan "absürt" fikridir. Filozof
bu felsefesini "Sisifos Söyleni"nde açıklayıp "Yabancı" ve
"Veba" gibi romanlarında da işlemiştir.
Genelde
varoluşçulukla birlikte ele alınan "Absürdizm" (Saçma, uyumsuzluk
felsefesi) ile birçok yazar ilgilenmiş ve bu felsefi düşünce akımını kendine
göre yorumlamıştır, Camus "saçma"`nın kurucusu değildir fakat bu
düşünce akımında önemli bir yer tutar.
Camus,
makalelerinde okuyanı dualizmle tanıştırır. Mutluluk ve keder, yaşam ve ölüm,
karanlık ve aydınlık.. Hayatın çeşitli biçimlerde geçtiğini ve insanın ölümlü
olduğu gerçeği de budur. Sisifos Söyleni`de bu dualizm bir çelişki halini alır:
Bir yanda yaşayarak hayatlarımıza değer vermekte öte yandan eninde sonunda yok
olacağımız gerçeğini de bilmekteyiz. Bu çelişkiyle yaşamak
"Absürt"`ün ta kendisidir. Eğer hayatımızın anlamsız ve boşuna
olduğunu biliyorsak, kendimizi öldürmeli miyiz? Bu trajedik kısır döngü nasıl
aşılabilir? Camus saçma kavramını burada kurar: yaşamın beyhudeliğinin
bilincinde olan insan. Fakat Camus intihardan yana değildir, yaşamın
anlamsızlığının yok edilemeyeceğinin bilincindedir fakat bununla savaşmaktan
kaçınmaz.
Varoluşuluk
ve absürdizm hakkındaki görüşleri
Bazı eleştirmenler
Camus`yü kategorize etmeye çalışarak onun bir varoluşçu ya da absürdist
olduğunu söyler. Eleştirmenlerin mi ya da Camus`nün kendi ifadesinin mi doğru
olup olmadığı tartışılmakla birlikte, Camus etiketlenmeyi sevmediğini
belirterek varoluşçu olduğu tanımına karşı çıkar:
"Hayır,
ben bir varoluşçu değilim. Sartre ile isimlerimizin yan yana anılmasına hep
şaştık. Sartre ve ben kitaplarımızı birbirimizle gerçekten tanışmadan önce
yayımladık. Birbirimizi tanıdığımızda ise ne kadar farklı olduğumuzu anladık.
Sartre bir varoluşçudur, benim yayımladığım tek fikir kitabı Sisifos
Söyleni`dir ve sözde varoluşçu filozoflara karşı doğrultulmuştur.
Bir
absürdist olup olmadığı hakkında da şunları söyler:
"Absürt
kelimesinin kötü bir geçmişi var ve bunun beni rahatsız ettiğini itiraf
ediyorum. Absürt`ü Sisifos Söyleni`de ele alırken, bir metod arıyordum doktrin
değil. Sistemli bir şüphe pratiği yapıyordum. Daha sonra bir şeyler inşa
edebileceği düşüncesiyle "tabula rasa" yöntemini kullanmaya
çalışıyordum. Eğer hiçbir şeyin bir anlamı olmadığı varsayarsak, dünyanın
absürt olduğu sonucuna ulaşmalıyız. Fakat gerçekten hiçbir şeyin hiçbir anlamı
yok muydu? Bu noktada kalabileceğimize hiçbir zaman inanmadım."
1-politik
özgürlük kavramı; insanda, insan kavramının gelişmesini sağlar.
2-özgürlük
olgusu, insanın özgürlük bilincine oranla gelişmemiştir. başkaldırı haklarının
bilincine varmış kişinin işidir.
3-kutsal,dinsel
yapı başkaldıran insanın önüne bir engel olarak çıkmıştır.
4-başkaldıran
insan, kutsalın öncesinde ya da sonrasında yer alan, bütün yanıtların insansal,
yani akla uygun olarak belirlenmiş olduğu bir düzen isteyen insandır.
5-kutsalın
ve salt değerlerin ötesinde bir davranış kuralı bulunabilir mi? başkaldırının getirdiği
soru budur.
6-insanların
birbirine bağlılığı başkaldırı edimine dayanır.
7-insan
varolmak için başkaldırmak zorundadır ama başkaldırının kendi kendinde bulunduğu, insanların üzerinde birleştikçe varolmaya başladıkları sınıra saygı
göstermesi gerekir. öyleyse başkaldırmış düşünce belleksiz edemez: o sürekli
bir gerilimdir.
8-başkaldırı
anlayışında dünyanın uyumsuzluğu ve görünüşteki kısırlığı vardır. uyumsuz
deneyimde, acı çekme bireyseldir.
9-başkaldırıyoruz,
öyleyse varız.
10-bazen
insan kendi durumu içerisinde kendine biçilene karşı çıkarken bazı insanlar
insan olarak kendisine verilene karşı çıkar yani ikincisinde insanı değersiz
kılan her şeye başkaldırı söz konusudur. Birincisinde bireysellik, ikincisinde
ise evrensellik söz konusudur.
11-insanlar,
herkeste herkesçe benimsenen ortak bir değere dayanamıyorsa, insan için insan
anlaşılamaz kalıyor demektir. ayaklanmış insan, bu değerin açıkça
benimsenmesini ister, çünkü sezer yada bilir ki, bu ilke olmazsa yeryüzünde
karışıklık ve cinayet egemen olacaktır.
12-dogaya
başkaldırmak, kendi kendimize başkaldırmakla birdir. Başını duvarlara
vurmaktır.
13-tutarlı
olan biricik başkaldırı intihardır
14-insanın
karşı çıkışına anlam veren tek şey, her şeyin yaratıcısı, dolaysıyla her şeyden
sorumlu olan kişisel tanrı kavramıdır. böylece çelişkiye düşülmeden
başkaldırının tarihinin batı dünyasında, hristiyanlık tarihinden ayrılamayacağı
söylenebilir. gerçekten de başkaldırının geçiş düşünürlerinden, hepsinden daha
derin bir biçimde de Epikuros ile Lukretius'ta dile gelmeye başladığını görmek
için ilk çağ düşüncesinin son anlarını beklemek gerekir.
15-insanların
bütün mutsuzluğu, kendilerini kalenin sessizliğinden koparan, kurtuluş
bekleyişi içinde surlara atan umuttan gelmektedir.
16-tanrıları
unutalım, hiç düşünmeyelim onları, o zaman " ne günün düşünceleri, ne de
geceki düşleriniz sıkıntı verir size."
-----------------------
1-en çok
kuşkuyu duyan ruh, en büyük yazgıcılağa sarılacaktır.
2-tanrının
bir insan olması için, umudunu kesmesi gerekir.
3-dinler
tarihinde, öldürmenin bir tanrı ayrıcalığı olduğu görülür.
4-doga, yaratmak
için yok etmek gerekir ilkesine göre işler.
5-sınırsızca
arzulamak, sınırsızca arzulanmayı da benimsemek demektir. yok etme serbestliği,
yok edeninde yok edilebilmesini içerir. öyleyse çarpışmak ve buyruk altına
almak gerekecektir. gücün yasasından başka bir şey değildir bu. dünyanın
yasası, dünyayı güç istemi yönetir.
6-hiçbir
şey yok edilemez, bir kalıntı mutlaka kalır.
7-cellatlar,
gözleriyle birbirini tartarlar.
8-başkaldıran
insan, kendini suçsuz bulduğundan kötülükle savaşmak için iyilikten vazgeçer ve
kötülüğü yeniden yaratır.
9-romantikler,
yalnızlıkta böyle güzel söz etmişlerse; yalnızlık gerçek acıları olduğu,
katlanılamayacak acı olduğu için söz etmişlerdir.
10-faşizm
ile Rus komünizminin ereklerini özdeşleştirmek doğru olmaz. birincisi celladı
celladın kendisinin göklere çıkarışını simgeler; ikincisi, daha acıklı bir
biçimde celladı, kurbanların göklere çıkarışını. birincisi, bütün insanları
kurtarmayı hiçbir zaman düşlememiş, ancak geri kalanları boyunduruk altına
alarak birkaçını kurtarmayı düşünmüştür. ikinci,en derin ilkesiyle bütün
insanları geçici olarak köleleştirerek hepsini kurtarma ereğini güder. yönelimindeki
büyüklüğü kabul etmek gerekir. buna karşılık, ikisininde seçtiği yolları
siyasal aldırmazlıkla özdeşleştirmek yerinde olur. her ikisi de aynı kaynaktan
aktöre yoksayıcılıgından çıkarmışlardır bu aldırmazlığı.
-------------------
1-bugün
yoksayıcılar tahtlarda, devrim adına dünyamızı yönetmeye kalkan düşünceler, boyun
eğiş ülküleri oldu, başkaldırı düşüngüleri değil. işte bu nedenle çagımız, kişileri
ve kitleleri yok etme tekniklerinin çağıdır.
2-devrim, yoksayıcılıga
boyun eğerken, başkaldırı kaynaklarının karşısına geçti. ölümden ve ölüm
tanrısından nefret eden kişi olarak, ölümden sonra yaşamdan umudunu kesen
insan, insan türünün ölümsüzlüğünde kurtuluşa ermek istedi. ama topluluk
dünyaya egemen olmadıkça, yine ölmek gerekir.
3-yaşamın
yüzü iğrençse ölümsüzlüğün gereği ne?
4-yıldırı,kin
dolu yalnızların insan kardeşliğine sundukları saygıdır.
5-her
devrimci ya ezen kişi yada sapkın olur sonunda. seçtikleri tümüyle tarihsel evrende,
başkaldırıda, devrimde aynı ikileme çıkar; ya polislik ya çılgınlık.
6-başkaldırı
ilk gerçekliginde, tümüyle tarihsel hiçbir düşünceyi doğrulamaz. başkaldırı
birlik ister, tarihsel devrimde tümlük. birincisi bir "evete" dayanan
"hayır"dan yola çıkar, ikincisi salt yok samadan yola çıkarak çağların
sonuna atılmış bir "evet"i yaratabilmek için bütün kölelikleri bağrına
basar.biri yaratıcıdır,öteki yoksayıcı. birincisi gittikçe daha çok varolmak
için yaratmaya adanmıştır, ikincisi daha iyi yoksaymak için üretmek zorundadır.
tarihsel devrim durmamacasına yıkılan şu bir gün varolma umudu içinde eyleme
yönelir.
7-bütün
başkaldırmış düşünceler bir söz sanatı ya da kapalı bir evren içinde
belirlenir.
8-sanatçı
kendi hesabına tekrar tekrar yeniden kurar dünyayı. sanatçı, doga kargaşalığından
kafa ve yürek için yeterli bir birlik çıkarır. her sanatçı bu dünya taslağını
yeniden yapmaya eksiğini tamamlayarak ona bir "biçem" katmaya
çalışır.
9-sanat gerçeğe
karşı çıkabilir ama gerçekten kaçamaz.
10-sanat
tüm çağların sanatı olamaz,tam tersine çağıyla belirlenir o.
----------------------
1-tarih
her türlü ilkenin dışında, devrimle-karşı devrim arasında bir savaştan başka
bir şey değilse, bu iki değerden birisini benimsemekten başka çıkar yol yoktur,
ölümde buradadır dirilişte.
2-adalet isteği
yüzyıllar boyunca devrim tutkusunu haklı çıkaran tek istek değildir devrim aynı
zamanda herkese karşı bir acılı dostluk gereğine dayanır. adalet için ölenler, bütün
çağlarda, birbirlerine "kardeş" demişlerdir. şiddet, hepsi için
ezilmişler topluluğu adına, yararına, düşmana yöneltilir. ama devrim tek değerse,
her şeyi ister, hatta hafiyeliği, dolaysıyla dostluğun kurban edilmesini bile. bundan
böyle şiddet, soyut bir düşünce yararına, dost-düşman demeden herkese
yönelecektir.
3-iki
insan ırkı. biri yalnız öldürür ve bunu canıyla öder. öteki binlerce cinayeti
dogrular, buna karşılık onurlandırılmayı benimser.
4-artık ne
kölelik ne de güç erişebilecek mutluluğa, efendiler hırçın, köleler asık
suratlı olacak.
5-eylem
adamları inançsız olunca, eylem devinisinden başka hiçbir şeye inanmamışlardı
Hitler'in savunulamaz çelişkisi de sürekli bir devinim ve bir yadsıma üzerine değişmez
bir düzen kurmak istemiş olmasıdır.
6-herşeyden
umut kesmiş olanlara inanç verebilecek olan şey uslamlar değil, yalnız
tutkudur.
7-tek değer
devrim oldu mu hak yoktur, görevler vardır yalnız.
8-gelecek,ateistlerin
biricik aşkınlığıdır.
9-çagdaş
nihilizmin iki ayrı yüzü; biri burjuva, biri devrimci.
10-yirminci
yüzyılın gerçek tutkusu köleliktir.
................................
(Albert
Camus' ye mektuplar)
Les Temps
Modernes'in Editörüne:
''Sevgili
Camus,
Arkadaşlığımız
kolay bir arkadaşlık değildi, ama onu çok özleyeceğim.
Eğer
arkadaşlığımıza bugün bir son veriyorsan, hiç şüphe yok ki bunun sonlanması
gerektiğindendir.
Pek çok
şey bizi biraraya getirdi, birkaç bir şey ise ayırdı.
Ne var ki
bu 'birkaç bir şey' bizi ayırmak için yeterince fazlaydı...
Jean-Paul
Sartre
...............................
***
Ölümünden
sonra "Mutlu Ölüm"(1970) ve bitmeyen otobiyografik romanı
"İlk
İnsan"(1995) yayımlandı.Varoluşçuluk ile birlikte ele alınan
"Absürdizm" ile ilgilenmiş ve bu alanın en tanınan yazarlarından
olmuştur.Bu düşünce akımının gelişmesinde önemli bir yer tutar. Makalelerinde
"Dualimz" göze çarpar.
Camus
varoluşçuluğu hakkında şunları söylemiştir.
"Hayır,
ben bir varoluşçu değilim. Sartre ile isimlerimizin yan yana anılmasına hep
şaştık. Sartre ve ben kitaplarımızı birbirimizle gerçekten tanışmadan önce
yayımladık. Birbirimizi tanıdığımızda ise ne kadar farklı olduğumuzu anladık.
Sartre bir
varoluşçudur, benim yayımladığım tek fikir kitabı "Sisifos
Söyleni"dir ve sözde varoluşçu filozoflara karşı doğrultulmuştur."
*
Hülya
Erdoğan, Albert Camus ile birlikte
"
Çekip gidene her şey mizah, kalıp bekleyene her şey şiirdir."
Albert
CAMUS
...
Les Temps
Modernes'in Editörüne:
''Sevgili
Camus,
Arkadaşlığımız
kolay bir arkadaşlık değildi, ama onu çok özleyeceğim.
Eğer
arkadaşlığımıza bugün bir son veriyorsan, hiç şüphe yok ki bunun sonlanması
gerektiğindendir.
Pek çok
şey bizi bir araya getirdi, birkaç bir şey ise ayırdı.
Ne var ki
bu 'birkaç bir şey' bizi ayırmak için yeterince fazlaydı... Jean-Paul Sartre
*
Yunus
Balığı Okyanusa sorar:
''-Sen
benim gözyaşlarımı nasıl fark ettin, Derya üç'reyim.. ıslak her yanım..''
''-Senin
gözyaşlarını nasıl hissetmem, Sen benim Gönlümdesin.. ''
der Okyanus...
[ De
Profundes ]
No comments:
Post a Comment