Thursday, 2 October 2014

Eski Dostların Gizemli Mektubu... Camus ve Sartre...

Başkaldıran İnsan *
"Topun tahmin ettiğiniz taraftan asla gelmediğini hemen öğrendim. Yaşamda, özellikle de insanların dürüst olmadığı Fransa'da çok işime yaradı bu benim."
[Albert Camus]

"Ben yoksul ve dinsiz doğdum, mutlu bir göğün altında; insanın, karşısında düşmanlık değil, uyum hissettiği bir doğanın içinde. Dolayısıyla kopuşla değil bütünlük duygusuyla yola çıktım."

Stendhal: Bana göre tiranlar hep haklıdır; asıl onlara boyun eğenlerdir gülünç olan.

Plutarkhos 'Hayatlar' adlı kitabında, okuma yazmayı bilmeyen bir köylünün, Aristides'in sürgün edilmesi için oy kullandığını yazar. Aristides'in kendisine nahoş bir şey yapıp yapmadığı sorulunca, 'Hayır' diye yanıt verir köylü, üstelik onu hiç tanımam ama her yerde ona 'Doğru İnsan' dendiğini işitmek sinirime dokunuyor.

Montpensier Spor Derneği'nde futbola başladıktan sonra Racing Universitaire d'Alger'nin (RUA) genç takımına [kaleci olarak] girer.
"Pazardan antrenman günü olan perşembeye kadar ve de perşembeden maç günü olan pazara kadar sabırsızlıkla tepinirdim."
Futbolun beslediği, Cezayirlilere özgü şu değişmez kanı tam anlamıyla hiç bırakmayacaktır Albert Camus'yü:
"Topun tahmin ettiğiniz taraftan asla gelmediğini hemen öğrendim.
Yaşamda, özellikle de insanların dürüst olmadığı Fransa'da çok işime yaradı bu benim."

Camus, bir insanın kesinlikle suçlu olduğunu söyleyemediğimiz andan itibaren tam ceza kararına varamazsınız diyordu 'Defterler'inde. Yapıtı özellikle ölüm cezasının örnek oluşturduğu savını reddeder.
"Devletler idamların örnek oluşturduğunu düşünüyorsa, neden sanki utanıyormuşçasına gizlice infâz ediyorlar bu cezayı?"

Louis Guilloux:
Tek çare, acı. Acı yoluyla, katillerin en korkuncu bile insanlıkla bağını korur.

"Sanat benim gözümde yalnız başına yapılan bir eğlence değildir.
En fazla sayıda insanı, onlara ortak acıların ve sevinçlerin ayrıcalıklı bir resmini sunarak duygulandırma aracıdır."


"Benim bütün krallığım bu dünyadadır."


Albert Camus, Francine'le Cezayir'in başkenti olan Cezayir'de tanıştıktan 3 yıl sonra 1940'ta evlenecektir.
Francine, Camus'yü ailesine şöyle tanıtır:
Hasta, parasız, işsiz olduğunu, boşanmadığını ve özgürlüğü sevdiğini size söyleme görevini bana verdi.

"Bana bu çağı en iyi tanımlar gibi görünen şey, ayrılık.
Herkes dünyanın geri kalanından, sevdiklerinden ya da alışkanlıklarından ayrıldı."

Saçma duygusunun tam ortasında, başkaldırının gerekliliği bulunur. İnsana onurunu veren ve sanatsal yaratımı meşru kılan odur yalnız.

"Koy'un ortasındayız, dağlar çevremizde kusursuz bir çember oluşturuyor. En sonunda, daha kan rengi bir ışık güneşin doğuşunu haber veriyor, doğudaki dağların arkasından, şehre karşı beliriyor güneş, solgun ve serin bir gökte yükselmeye başlıyor. O zaman körfezde, dağlarda ve gökte oynaşan renklerin zenginliği ve görkemi bir kez daha herkesi susturuyor. Bir dakika sonra renkler aynı gibi görünüyor ama kartpostal.
Doğa çok uzun mucizelerden nefret ediyor."

6 Ocak 1960 tarihli France Soir Gazetesi, Albert Camus'nün ölüm haberini şöyle veriyordu:
"Yol düz, kuru, ıssızdı. Kader böyleymiş."

Yazan:
Pierre-Louis Rey

Not:
* Tırnak (" ") içindeki özel sözler Albert Camus'ya aittir.


 [Milliyet Gazetesi -09 Ağustos 2013 ]

Eski Dostların Gizemli Mektubu...
Camus ve Sartre...


Dostlukları kadar kavgalarıyla da edebiyat dünyasına damga vuran ikilinin [Camus ve Sartre] birbirlerine yazdıkları mektuplardan biri Fransa’daki bir sahaftan alınan eski bir kitaptan çıktı...

Fransız yazar Albert Camus’nün 1952 yılında dostluğunu bitirdiği eski arkadaşı Jean Paul Sartre’a yazdığı gizemli bir mektup gün yüzüne çıktı.

Fransız yazar Sartre ve Camus’nun dostlukları bittikten sonra birbirlerine yazdıkları tüm mektupları yok ettikleri düşünülüyordu.

Camus’nün gizemli mektubu Fransa’nın Orleans şehrindeki bir sahaftan alınan kitabın arasından çıktı.

Üzerinde tarihi yok...

Tarih atılmayan mektubun 1943 ila 1948 arasındaki döneme ait olduğu varsayılıyor.

Mektupta:

{ “Sevgili Sartre, umarım sizin ve Castor’un (Simone de Beauvoir’ın lakâbı) çok işiniz vardır. Çünkü biz arkadaşlarımızla kötü bir iş çıkardık. O kadar kötü ki uyuyamıyorum.
Döndüğünüzde beni haberdar edin.
Rahat bir akşam geçiririz.

En iyi dileklerimle.

Camus” }

cümleleri yer alıyor.
Camus’nün mektuptaki, “Kötü bir iş çıkardık” cümlesini yazdığı oyunlardan birini sahneleyememesi nedeniyle kullandığı düşünülüyor.

ABD’de bulunan Wayne State Üniversitesi’nden Sartre konusunda uzman Ronald Aronson mektupla ilgili olarak:

[ “Bu mektup çok önemli. Sartre ve Camus’nun arkadaşça bir ilişkisi olduğunu gösteriyor” ]
yorumunu yapıyor.

Mektup, 3 ila 8 Eylül tarihleri arasında yazılmış olmalı.
Bu yeni bulunan mektup Camus’nun 7 Kasım 1913 tarihindeki doğumunun 100. yılını erken kutlamak üzere Lourmarin Kasabası'nda sergilenecek.

‘Başkaldıran İnsan’ aralarını bozdu...

Albert Camus ile Jean Paul Sartre 1944’te tanıştılar.
O yıllarda Fransa’da Alman işgaline karşı kurulmuş olan
'Karşı Koyma Hareketi' çevresinde toplanan aydınlar arasında Camus ve Sartre da vardır.

İkisi arasında 1952’ye kadar sürecek olan bir dostluk kurulur. Ancak dostluklarının bozuluşu, 1951’in sonlarında Camus’nün ‘Başkaldıran İnsan’ adlı eserinin yayımlanmasıyla başlar.

1957’de Nobel Edebiyat Ödülü kendisine sunulan Albert Camus ödülü kabul etti- Sartre ise ondan 7 yıl sonra kazandığı bu büyük ödülü reddetti.

Albert Camus, 1957’de Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanarak, Rudyard Kipling’den sonra bu ödülü kazanan en genç yazar ünvânını alır.
Jean Paul Sartre ise Camus’den 7 yıl sonra Nobel’e değer görülür.

Ancak Jean Paul Sartre Nobel ödülünü:
[“Ben eserimi yaratırken yeterince ödül aldım.
Nobel bana bir şey katmaz, tam aksine beni aşağıya çeker.
Nobel, tanınma peşinde olanlar içindir.
Ben yaptığım her şeyi severek yaptım, en güzel ödül buydu.. ” ]

sözleriyle reddeder.


http://gundem.milliyet.com.tr/eski-dostlarin-gizemli-mektubu/gundem/detay/1747577/default.htm


Albert Camus derdi ki ...

{Artık ne kölelelik ne de güç erişebilecek mutuluğa...
Efendiler hırçın, köleler asık suratlı olacak...}

{Bir kişi dünyayı değiştiremez, ama dünyayı değiştirecek mesajlar iletebilir.}

{Her şeyi yalnız başına yapma. Başkalarıyla el ele tutun ki, düştüğünüz zaman birbirinizi kaldırabilesiniz.}

http://realitsblog.blogspot.com/2013/04/albert-camus-ve-baskaldirma-felsefesi.html


Albert Camus'nün Çocukluğu ve Gençliği..

20. yüzyılın en güçlü Fransız yazarlarından biri olan Albert Camus, 1913’te Cezayir’in Mondovi kasabasında doğdu. Yoksul bir aileden gelen Camus'nün babası bir Cezayir Fransız'ı, annesi ise İspanyol'du. Birinci Dünya Savaşı sırasında, 1914'te babasını kaybetti. Annesi evlerde hizmetçilik yaparak oğlunu okutmaya çalıştı. Ancak Camus, daha bağımsız bir hayat sürebilmek için evinden ayrıldı. 1923'te liseye, ardından da Cezayir Üniversitesi'ne kabul edildi. Üniversite eğitimi sırasında sağlığı bozuldu ve 1930'da vereme yakalandı. Haslatığı yüzünden üniversite takımının kaleciliğini bırakmak zorunda kaldı. Bundan sonra çeşitli işlerde çalışmaya başlayan Camus, felsefe eğitimini ancak 1936'da tamamlayabildi.

1934'te Fransız Komünist Partisi'ne katıldı. Bu hareketinin kaynağı, Marksist-Leninist doktorinine desteğinden ziyade, İspanya'da daha sonra iç savaşla sonuçlanacak politik duruma duyduğu kaygıydı. Ancak üç yıl sonra, Stalinist komünizme yakınlığından kaynaklanan Troçkist suçlamasıyla partiden atıldı. Camus 1934'te Simone Hie'yle evlendi. Simone bir morfin bağımlısıydı ve Camus'yle evlilikleri, Simone'nun sadakatsizliğine bağlı olarak son buldu. 1935'de "İşçinin Tiyatrosu"nu (Théâtre du Travail) kurdu fakat bu tiyatro 1939'da kapandı. Aynı yıl, verem hastası olduğundan Fransa ordusuna kabul edilmedi.

1940'ta piyanist ve matematikçi Francine Faure ile evlendi ve 5 Eylül 1945'te Catherine ve Jean adlarında ikiz çocukları oldu. Aynı yıl Paris-Soir dergisi için çalışmaya başladı. Daha henüz "Sahte Savaş" olarak adlandırılan İkinci Dünya Savaşı'nın ilk zamanlarında bir pasifist olarak kaldı. Ancak bu tutumu Paris'in Alman ordusu tarafından işgali ve 1941'de, komünist gazeteci Gabriel Péri'nin gözleri önünde idam edilmesiyle değişti ve onun da başkaldırmasına neden oldu. Paris-Soir ekibiyle Bordeaux'ya gitti ve aynı yıl ilk kitapları olan "Yabancı" ve "Sisifos Söyleni"ni tamamladı. Camus, Bordeaux'yu 1942'de terkedip Cezayir'in Oran şehrine gitti ve ardından Paris'e döndü.

Edebiyat kariyeri:

Camus İkinci Dünya Savaşı sırasında Naziler'e karşı oluşmuş Fransız Direnişi'ne katıldı ve bu direnişin bir parçası olarak "Combat" adında bir gazete yayımlaya başladı. 1943'te gazetenin editörü oldu; fakat 1947'de "Combat" ticari bir gazete olunca buradan ayrıldı. Jean-Paul Sartre ile tanışması burada gerçekleşmiştir.

Savaştan sonra, Sartre ve de Beauvoir gibi kişilerin buluştuğu Boulevard Saint-Germain'deki Café de Flore'u ziyaret etmeye başladı. Bu yıllarda, aynı zamanda Amerika'yı turlayarak Fransız varoluşçuluğu hakkında dersler verdi. Politik olarak sol görüşlere yatkın olmasına rağmen komünizme karşı çıkması, ona komünist partilerde arkadaş kazandırmadığı gibi Sartre'dan da uzaklaştırdı.

Camus, 1949'da vereminin tekrarlaması yüzünden iki yıl inzivaya çekildi ve "Başkaldıran İnsan"ı yayımladı. Bu kitap, Fransa'daki birçok sol görüşe sahip arkadaşı ve özellikle de Sartre tarafından hoş karşılanmadı ve Sartre'la bütünüyle yollarını ayırdı. Kitabının tatsız yorumlarla karşılanması Camus'yü kitap yazmaktan tiyatro oyunları çevirmeye itti.

Camus, 1950ler'de kendini insan haklarına adadı. 1952'de Birleşmiş Milletler, Francisco Franco diktatörlüğündeki İspanya'yı üye olarak kabul edince UNESCO'daki çalışmalarını durdurdu ve kurumdan ayrıldı. Ayaklanmalarda insandışı bir sertlik kullanan Sovyet metodlarını eleştirdi. Pasifistliğini koruyan Camus, İdam cezasına karşı savaşını sürdürdü.

Cezayir Bağımsızlık Savaşı 1954'te başladığında, Camus kendini ahlaki bir ikilem içinde buldu. Bunun nedeni, Cezayir doğumlu Fransızlar'ı betimlemek için kullanılan bir sıfat olan "siyah ayak" olmasıydı. Ancak, sonunda, savaşta Fransa hükümetini savunuyordu. Kuzey Afrika'da başlayan isyanın, aslında Mısır önderliğindeki yeni-Arap emperyalizminin ve batıya saldıran Sovyetler Birliği'nin işleri olduğunu düşünüyordu. Cezayir'in özerk, hatta bir federasyon olmasını savunuyordu; fakat bütünüyle bağımsızlığını desteklemiyordu. Öte yandan, Araplar'la "siyah ayak"ların beraber yaşayabileceğini düşünüyordu. Bu kriz sırasında ölüm cezasına çarptırılan Cezayirliler'in kurtulması için gizlice çalıştı.

Camus, 1955 ve 1956 yıllarında Fransız "L'Express" dergisinde yazdı. Bunların ardından 1957 yılında Camus Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazandı. Genel yaklaşım bu ödülün bir önceki yıl yayımlanan "Düşüş" için değil, idam cezasına karşı yazdığı "Réflexions Sur la Guillotine" makalesi için verildiğidir. Stockholm Üniversitesi'nde yaptığı bir konuşma esnasında Cezayir konusundaki hareketsizliğini savundu; fakat daha sonra Cezayir'de yaşayan annesinin başına ne geleceği konusunda meraklandığını bildirdi. Çelişkili sayılan bu durum Fransız sol entelektüelleri tarafından tepkiyle karşılandı.

Ölümü:

Albert Camus, 4 Ocak 1960'ta, Sens yakınlarındaki küçük Villeblevin kasabasında "Le Grand Fossard" isimli bir yerde geçirdiği trafik kazası sonucu hayatını kaybetti. Daha sonra mantosunun cebinde bir tren bileti bulunmuştur. Büyük bir olasılıkla, Camus gideceği yere trenle gitmeyi planlamıştı; fakat arkadaşıyla birlikte arabayla dönmeyi tercih etti. İronik biçimde, Camus daha önce en absürt ölüm şeklinin ne olduğu sorulduğunda, araba kazasında ölmeyi bunlardan biri olarak nitelendirmişti. Kazanın gerçekleştiği Facel Vega marka otomobilin sürücüsü ve yayımcı dostu da Camus'yle birlikte hayatını kaybetti. Camus Lourmarin Mezarlığı, Lourmarin, Vaucluse, Provence-Alpes-Côte d'Azur'de gömülmüştür.

Albert Camus, mezar taşı

Camus'nün ölümünden sonra telif hakları Camus'nün çocukları olan, Catherine ve Jean Camus'ye devredildi. Ölümünden sonra 1970'te "Mutlu Ölüm", 1995'te de öldüğünde hala bitmemiş olan "İlk Adam" yayımlandı.

Camus`ye göre saçma (absürt, uyumsuz) felsefesi

Camus'nün felsefeye en büyük katkısı, insanların ne berraklık ne de anlam sunan dünyada bunları aramalarının sonucu olarak oluşan "absürt" fikridir. Filozof bu felsefesini "Sisifos Söyleni"nde açıklayıp "Yabancı" ve "Veba" gibi romanlarında da işlemiştir.

Genelde varoluşçulukla birlikte ele alınan "Absürdizm" (Saçma, uyumsuzluk felsefesi) ile birçok yazar ilgilenmiş ve bu felsefi düşünce akımını kendine göre yorumlamıştır, Camus "saçma"`nın kurucusu değildir fakat bu düşünce akımında önemli bir yer tutar.

Camus, makalelerinde okuyanı dualizmle tanıştırır. Mutluluk ve keder, yaşam ve ölüm, karanlık ve aydınlık.. Hayatın çeşitli biçimlerde geçtiğini ve insanın ölümlü olduğu gerçeği de budur. Sisifos Söyleni`de bu dualizm bir çelişki halini alır: Bir yanda yaşayarak hayatlarımıza değer vermekte öte yandan eninde sonunda yok olacağımız gerçeğini de bilmekteyiz. Bu çelişkiyle yaşamak "Absürt"`ün ta kendisidir. Eğer hayatımızın anlamsız ve boşuna olduğunu biliyorsak, kendimizi öldürmeli miyiz? Bu trajedik kısır döngü nasıl aşılabilir? Camus saçma kavramını burada kurar: yaşamın beyhudeliğinin bilincinde olan insan. Fakat Camus intihardan yana değildir, yaşamın anlamsızlığının yok edilemeyeceğinin bilincindedir fakat bununla savaşmaktan kaçınmaz.

Varoluşuluk ve absürdizm hakkındaki görüşleri

Bazı eleştirmenler Camus`yü kategorize etmeye çalışarak onun bir varoluşçu ya da absürdist olduğunu söyler. Eleştirmenlerin mi ya da Camus`nün kendi ifadesinin mi doğru olup olmadığı tartışılmakla birlikte, Camus etiketlenmeyi sevmediğini belirterek varoluşçu olduğu tanımına karşı çıkar:
"Hayır, ben bir varoluşçu değilim. Sartre ile isimlerimizin yan yana anılmasına hep şaştık. Sartre ve ben kitaplarımızı birbirimizle gerçekten tanışmadan önce yayımladık. Birbirimizi tanıdığımızda ise ne kadar farklı olduğumuzu anladık. Sartre bir varoluşçudur, benim yayımladığım tek fikir kitabı Sisifos Söyleni`dir ve sözde varoluşçu filozoflara karşı doğrultulmuştur.

Bir absürdist olup olmadığı hakkında da şunları söyler:

"Absürt kelimesinin kötü bir geçmişi var ve bunun beni rahatsız ettiğini itiraf ediyorum. Absürt`ü Sisifos Söyleni`de ele alırken, bir metod arıyordum doktrin değil. Sistemli bir şüphe pratiği yapıyordum. Daha sonra bir şeyler inşa edebileceği düşüncesiyle "tabula rasa" yöntemini kullanmaya çalışıyordum. Eğer hiçbir şeyin bir anlamı olmadığı varsayarsak, dünyanın absürt olduğu sonucuna ulaşmalıyız. Fakat gerçekten hiçbir şeyin hiçbir anlamı yok muydu? Bu noktada kalabileceğimize hiçbir zaman inanmadım."


1-politik özgürlük kavramı; insanda, insan kavramının gelişmesini sağlar.
2-özgürlük olgusu, insanın özgürlük bilincine oranla gelişmemiştir. başkaldırı haklarının bilincine varmış kişinin işidir.
3-kutsal,dinsel yapı başkaldıran insanın önüne bir engel olarak çıkmıştır.
4-başkaldıran insan, kutsalın öncesinde ya da sonrasında yer alan, bütün yanıtların insansal, yani akla uygun olarak belirlenmiş olduğu bir düzen isteyen insandır.
5-kutsalın ve salt değerlerin ötesinde bir davranış kuralı bulunabilir mi? başkaldırının getirdiği soru budur.
6-insanların birbirine bağlılığı başkaldırı edimine dayanır.
7-insan varolmak için başkaldırmak zorundadır ama başkaldırının kendi kendinde bulunduğu, insanların üzerinde birleştikçe varolmaya başladıkları sınıra saygı göstermesi gerekir. öyleyse başkaldırmış düşünce belleksiz edemez: o sürekli bir gerilimdir.
8-başkaldırı anlayışında dünyanın uyumsuzluğu ve görünüşteki kısırlığı vardır. uyumsuz deneyimde, acı çekme bireyseldir.
9-başkaldırıyoruz, öyleyse varız.
10-bazen insan kendi durumu içerisinde kendine biçilene karşı çıkarken bazı insanlar insan olarak kendisine verilene karşı çıkar yani ikincisinde insanı değersiz kılan her şeye başkaldırı söz konusudur. Birincisinde bireysellik, ikincisinde ise evrensellik söz konusudur.
11-insanlar, herkeste herkesçe benimsenen ortak bir değere dayanamıyorsa, insan için insan anlaşılamaz kalıyor demektir. ayaklanmış insan, bu değerin açıkça benimsenmesini ister, çünkü sezer yada bilir ki, bu ilke olmazsa yeryüzünde karışıklık ve cinayet egemen olacaktır.
12-dogaya başkaldırmak, kendi kendimize başkaldırmakla birdir. Başını duvarlara vurmaktır.
13-tutarlı olan biricik başkaldırı intihardır
14-insanın karşı çıkışına anlam veren tek şey, her şeyin yaratıcısı, dolaysıyla her şeyden sorumlu olan kişisel tanrı kavramıdır. böylece çelişkiye düşülmeden başkaldırının tarihinin batı dünyasında, hristiyanlık tarihinden ayrılamayacağı söylenebilir. gerçekten de başkaldırının geçiş düşünürlerinden, hepsinden daha derin bir biçimde de Epikuros ile Lukretius'ta dile gelmeye başladığını görmek için ilk çağ düşüncesinin son anlarını beklemek gerekir.
15-insanların bütün mutsuzluğu, kendilerini kalenin sessizliğinden koparan, kurtuluş bekleyişi içinde surlara atan umuttan gelmektedir.
16-tanrıları unutalım, hiç düşünmeyelim onları, o zaman " ne günün düşünceleri, ne de geceki düşleriniz sıkıntı verir size."

-----------------------

1-en çok kuşkuyu duyan ruh, en büyük yazgıcılağa sarılacaktır.
2-tanrının bir insan olması için, umudunu kesmesi gerekir.
3-dinler tarihinde, öldürmenin bir tanrı ayrıcalığı olduğu görülür.
4-doga, yaratmak için yok etmek gerekir ilkesine göre işler.
5-sınırsızca arzulamak, sınırsızca arzulanmayı da benimsemek demektir. yok etme serbestliği, yok edeninde yok edilebilmesini içerir. öyleyse çarpışmak ve buyruk altına almak gerekecektir. gücün yasasından başka bir şey değildir bu. dünyanın yasası, dünyayı güç istemi yönetir.
6-hiçbir şey yok edilemez, bir kalıntı mutlaka kalır.
7-cellatlar, gözleriyle birbirini tartarlar.
8-başkaldıran insan, kendini suçsuz bulduğundan kötülükle savaşmak için iyilikten vazgeçer ve kötülüğü yeniden yaratır.
9-romantikler, yalnızlıkta böyle güzel söz etmişlerse; yalnızlık gerçek acıları olduğu, katlanılamayacak acı olduğu için söz etmişlerdir.
10-faşizm ile Rus komünizminin ereklerini özdeşleştirmek doğru olmaz. birincisi celladı celladın kendisinin göklere çıkarışını simgeler; ikincisi, daha acıklı bir biçimde celladı, kurbanların göklere çıkarışını. birincisi, bütün insanları kurtarmayı hiçbir zaman düşlememiş, ancak geri kalanları boyunduruk altına alarak birkaçını kurtarmayı düşünmüştür. ikinci,en derin ilkesiyle bütün insanları geçici olarak köleleştirerek hepsini kurtarma ereğini güder. yönelimindeki büyüklüğü kabul etmek gerekir. buna karşılık, ikisininde seçtiği yolları siyasal aldırmazlıkla özdeşleştirmek yerinde olur. her ikisi de aynı kaynaktan aktöre yoksayıcılıgından çıkarmışlardır bu aldırmazlığı.

-------------------

1-bugün yoksayıcılar tahtlarda, devrim adına dünyamızı yönetmeye kalkan düşünceler, boyun eğiş ülküleri oldu, başkaldırı düşüngüleri değil. işte bu nedenle çagımız, kişileri ve kitleleri yok etme tekniklerinin çağıdır.
2-devrim, yoksayıcılıga boyun eğerken, başkaldırı kaynaklarının karşısına geçti. ölümden ve ölüm tanrısından nefret eden kişi olarak, ölümden sonra yaşamdan umudunu kesen insan, insan türünün ölümsüzlüğünde kurtuluşa ermek istedi. ama topluluk dünyaya egemen olmadıkça, yine ölmek gerekir.
3-yaşamın yüzü iğrençse ölümsüzlüğün gereği ne?
4-yıldırı,kin dolu yalnızların insan kardeşliğine sundukları saygıdır.
5-her devrimci ya ezen kişi yada sapkın olur sonunda. seçtikleri tümüyle tarihsel evrende, başkaldırıda, devrimde aynı ikileme çıkar; ya polislik ya çılgınlık.
6-başkaldırı ilk gerçekliginde, tümüyle tarihsel hiçbir düşünceyi doğrulamaz. başkaldırı birlik ister, tarihsel devrimde tümlük. birincisi bir "evete" dayanan "hayır"dan yola çıkar, ikincisi salt yok samadan yola çıkarak çağların sonuna atılmış bir "evet"i yaratabilmek için bütün kölelikleri bağrına basar.biri yaratıcıdır,öteki yoksayıcı. birincisi gittikçe daha çok varolmak için yaratmaya adanmıştır, ikincisi daha iyi yoksaymak için üretmek zorundadır. tarihsel devrim durmamacasına yıkılan şu bir gün varolma umudu içinde eyleme yönelir.
7-bütün başkaldırmış düşünceler bir söz sanatı ya da kapalı bir evren içinde belirlenir.
8-sanatçı kendi hesabına tekrar tekrar yeniden kurar dünyayı. sanatçı, doga kargaşalığından kafa ve yürek için yeterli bir birlik çıkarır. her sanatçı bu dünya taslağını yeniden yapmaya eksiğini tamamlayarak ona bir "biçem" katmaya çalışır.
9-sanat gerçeğe karşı çıkabilir ama gerçekten kaçamaz.
10-sanat tüm çağların sanatı olamaz,tam tersine çağıyla belirlenir o.

----------------------

1-tarih her türlü ilkenin dışında, devrimle-karşı devrim arasında bir savaştan başka bir şey değilse, bu iki değerden birisini benimsemekten başka çıkar yol yoktur, ölümde buradadır dirilişte.
2-adalet isteği yüzyıllar boyunca devrim tutkusunu haklı çıkaran tek istek değildir devrim aynı zamanda herkese karşı bir acılı dostluk gereğine dayanır. adalet için ölenler, bütün çağlarda, birbirlerine "kardeş" demişlerdir. şiddet, hepsi için ezilmişler topluluğu adına, yararına, düşmana yöneltilir. ama devrim tek değerse, her şeyi ister, hatta hafiyeliği, dolaysıyla dostluğun kurban edilmesini bile. bundan böyle şiddet, soyut bir düşünce yararına, dost-düşman demeden herkese yönelecektir.
3-iki insan ırkı. biri yalnız öldürür ve bunu canıyla öder. öteki binlerce cinayeti dogrular, buna karşılık onurlandırılmayı benimser.
4-artık ne kölelik ne de güç erişebilecek mutluluğa, efendiler hırçın, köleler asık suratlı olacak.
5-eylem adamları inançsız olunca, eylem devinisinden başka hiçbir şeye inanmamışlardı Hitler'in savunulamaz çelişkisi de sürekli bir devinim ve bir yadsıma üzerine değişmez bir düzen kurmak istemiş olmasıdır.
6-herşeyden umut kesmiş olanlara inanç verebilecek olan şey uslamlar değil, yalnız tutkudur.
7-tek değer devrim oldu mu hak yoktur, görevler vardır yalnız.
8-gelecek,ateistlerin biricik aşkınlığıdır.
9-çagdaş nihilizmin iki ayrı yüzü; biri burjuva, biri devrimci.
10-yirminci yüzyılın gerçek tutkusu köleliktir.

................................

(Albert Camus' ye mektuplar)
Les Temps Modernes'in Editörüne:

''Sevgili Camus,

Arkadaşlığımız kolay bir arkadaşlık değildi, ama onu çok özleyeceğim.
Eğer arkadaşlığımıza bugün bir son veriyorsan, hiç şüphe yok ki bunun sonlanması gerektiğindendir.

Pek çok şey bizi biraraya getirdi, birkaç bir şey ise ayırdı.
Ne var ki bu 'birkaç bir şey' bizi ayırmak için yeterince fazlaydı...

Jean-Paul Sartre
...............................
***


Ölümünden sonra "Mutlu Ölüm"(1970) ve bitmeyen otobiyografik romanı
"İlk İnsan"(1995) yayımlandı.Varoluşçuluk ile birlikte ele alınan "Absürdizm" ile ilgilenmiş ve bu alanın en tanınan yazarlarından olmuştur.Bu düşünce akımının gelişmesinde önemli bir yer tutar. Makalelerinde "Dualimz" göze çarpar.
Camus varoluşçuluğu hakkında şunları söylemiştir.

"Hayır, ben bir varoluşçu değilim. Sartre ile isimlerimizin yan yana anılmasına hep şaştık. Sartre ve ben kitaplarımızı birbirimizle gerçekten tanışmadan önce yayımladık. Birbirimizi tanıdığımızda ise ne kadar farklı olduğumuzu anladık.
Sartre bir varoluşçudur, benim yayımladığım tek fikir kitabı "Sisifos Söyleni"dir ve sözde varoluşçu filozoflara karşı doğrultulmuştur."
*
Hülya Erdoğan, Albert Camus ile birlikte
" Çekip gidene her şey mizah, kalıp bekleyene her şey şiirdir."

Albert CAMUS

...

Les Temps Modernes'in Editörüne:

''Sevgili Camus,
Arkadaşlığımız kolay bir arkadaşlık değildi, ama onu çok özleyeceğim.
Eğer arkadaşlığımıza bugün bir son veriyorsan, hiç şüphe yok ki bunun sonlanması gerektiğindendir.

Pek çok şey bizi bir araya getirdi, birkaç bir şey ise ayırdı.
Ne var ki bu 'birkaç bir şey' bizi ayırmak için yeterince fazlaydı... Jean-Paul Sartre

*

Yunus Balığı Okyanusa sorar:

''-Sen benim gözyaşlarımı nasıl fark ettin, Derya üç'reyim.. ıslak her yanım..''

''-Senin gözyaşlarını nasıl hissetmem, Sen benim Gönlümdesin.. ''
der Okyanus...

[ De Profundes ]


No comments:

Post a Comment