“Eğer Kafka değilseniz ve karakteriniz bir
böceğe dönüşmeyecekse, bir odada yalnız bir karakterle hikâyenize başlamayın.”
diyor Dennis Haritou. Oysa bu tavsiyeye Kafka dahi, ki önermenin yarı evrenini
–Kafka oluşu- sağlıyor olmasına karşın, uymaz.
Kafka’nın
Joseph K. ‘sından, Dostoyevski’nin Raskolnikov’una, hatta Hermann Hesse’nin
Bozkırkurdu’na pek çok büyük edebi eserde dar bir odadan yalnızlıkları adeta
taşan karakter imgeleri boy gösterir. Böcek meta(foru)(morfozu) şöyle bir
kenara, Haritou’nun tavsiyesi arka planında aslında bir meydan okumayı da
kendiliğinden imler. Öyle ki bir cüret meselesi haline gelir “yalnız oda
karakteri”. Ve Georges Perec bu cüreti “Uyuyan Adam” romanıyla gösterir.
Biçimsel ve kurgusal
sınırları zorlama, Perec’in eserlerinin şekillenmesinde, edebi yaşantısında
önemli bir amaç olmuştur. Sanatçı, yazar tarafından bilinçli olarak
yerleştirilen biçimsel kısıtlamaların, o esere kattığı sanatsal değer farklı
bir tartışmanın kapısını aralaya dursun, Perec’in yapıtlarının bu tür
sınırlamalar üzerinden farklı bir hayranlığı da peşi sıra sürüklediği su
götürmez bir gerçektir. Yoğun okuma kaygılarıyla hiçbir yazım işareti
kullanmadan yazdığı ve tek bir sayfada kitabının algoritmasını şematik olarak
çözümlediği romanı “Ücret artışı talebinde bulunmak için servis şefine yanaşma
sanatı ve biçimi!” bir yanda, Fransızcanın en çok kullanılan sesli harfi, é’yi
kullanmadan yazdığı ve Cemal Yardımcı’nın yine hiç “e” harfi kullanmadan
Türkçeleştirdiği La Disparition (Kayboluş) romanı ile farklı teknik
sınırlamalar altında yapıtlar veren Perec, Uyuyan Adam romanıyla artık biçimsel
değil, roman özelinde kurgusal ve insan yaşayışı özelinde varoluşsal bir cüret
gösterir. Tek bir diyalog dahi içermeyen roman, temelde tersinir bir varoluşun
imkânlarını sorgulamaktadır. Kafka’nın,
“Evinden
çıkman gerekmek. Masandan kalkma ve dinle. Hatta dinleme, yalnızca bekle. Hatta
bekleme bile, kesinlikle sessiz ve yalnız ol. Dünya, maskesini düşüresin diye,
gelip kendini sunacaktır sana, başka türlü olamaz; kendinden geçmiş bir halde
eğilecektir önünde.” sözleriyle başlayan roman; gündelik yaşam, dünya, varoluş,
zaman kavramı ve hissetmek üzerine adeta sessizlik zırhıyla örülmüş bir çığlık
misali çarpar gerçekliğin duvarlarına. Tıpkı Gregor Samsa’nın bir sabah çirkin
bir böceğe dönüşmesiyle sonuçlanan fiziksel metamorfozu gibi, Uyuyan Adam da
şiddetli bir algısal kırılma ile uyanır bir sınav sabahına. Ve böylece başlar
eylemsizliğin, durağanlığın, hissizliğin, zamansızlığın, olmayışın
hükümdarlığı.
“Yaşamanın,
harekete geçmenin, bir şey yapmanın pek sana göre olmadığını hissediyorsun;
sadece sürüp gitmek istiyorsun, sadece bekleyişi ve unutuşu istiyorsun.” (sy.
20)
Durağan,
eylemsiz, dalgalanmayan, tekdüze bir yaşantı kurma çabası içerisinde Uyuyan
Adam, fiziksel bir maddenin hem parçacık, hem dalga teorilerine uyması,
dolayısıyla dalgalanmayan bir maddenin fiziksel varoluşundan da söz
edilemeyeceği gerçeğini yadsıyarak, adeta tersinir bir varoluşu kurma
iddiasında bulunur.
“Gerçeği
yükseltmeye gücü yetmeyen düşünce, onu yansıtmakta karar kılar.” der Albert
Camus Sisifos Söyleni’nde. Oysa Perec, zayıflıktan doğan edilgen bir kabulü
değil, iradi olarak yaratılmış bir karşıt gerçekliği kurar romanında. Yer yer
Camus’nün “uyumsuz insanı”na da yaklaşır.
Bir yandan,
“Uyumsuz
insan böylece olası, yıkıcı ve donmuş, saydam ve sınırlı bir evren görür, bu
evrende hiçbir olasılık yoktur, ama her şey verilmiştir, bu evren aşıldı mı,
yıkılış ve hiçlik başlar. O zaman uyumsuz insan, böyle bir evrende yaşamaya ve
ondan gücünü, umut etmenin yadsınmasını, avuntusuz bir yaşamın yılmaz
tanıklığını çıkarmaya karar verebilir.” derken Camus, diğer yandan uyumsuz
insanın deterministik evrenine hareketsizlik (eylemsizlik)ilkesiyle müdahalede
bulunur Perec:
“Umut etmeyi,
girişimde bulunmayı, başarmayı, diretmeyi unutmalısın.” (sy. 42)
Yükselmeye
çalıştığı algısal boyutu ise şöyle tanımlar:
“ Yalnızsın.
Yalnız bir adam gibi yürümeyi, aylak aylak dolaşmayı, sürtmeyi, bakmadan
görmeyi, görmeden bakmayı öğreniyorsun. Saydamlığı, hareketsizliği, varolmayışı
öğreniyorsun.” (sy.42)
Kendini
olasılıkların karmaşasından, gündelik yaşamın bağlamlarından, toplumsal
ilişkiler bütününden kurtarmaya, bir nevi “özgürleştirmeye” çalışan Uyuyan
Adam, toplumsal varoluşun boğucu dehşetinden bahsederken şöyle der:
“… Keşke
insan türüne ait olmak, o dayanılmaz ve sağır edici gürültüyü de beraberinde
getirmeseydi; keşke hayvanlar âleminden çıkıp aşılan o birkaç gülünç adımın
bedeli , sözcüklerin, büyük tasarıların, büyük atılımların o dinmek bilmeyen
hazımsızlığı olmasaydı!
…
Yaşam denen
bu kazan, bu fırın, bu ızgara, bu milyarlarca uyarı, kışkırtma, tembih,
coşkunluk, bu bitmek bilmeyen baskı ortamı, bu sonsuz üretme, ezme, yutma,
engelleri aşma, durmadan ve yeniden baştan başlama makinesi, senin değersiz
varoluşunun her gününü, her saatini yönetmek isteyen bu yumuşak dehşet.”(sy.
32)
Heidegger’in
“Belirlilikten yoksun ve hepimizden oluşan “herkes” alanı, insana günlük
varoluş biçimini dikte eder.” savına karşı şiarı yine eylemsizlik üzerinden
kurar Perec:
“Hayır. Sen,
yapboz oyunun eksik parçası olmayı yeğliyorsun. Tasını tarağını topluyorsun.
Şansını hiç denemiyor, hiçbir işe hiçbir umut bağlamıyorsun.
…
Çare nedir
diye sormayacaksın. Kendi yolunda yürüyüp gidecek, ağaçlara, taşlara, suya,
göğe, çehrene, bulutlara, tavanlara, boşluğa bakacaksın.” (sy. 34)
Mutsuz
değildir Uyuyan Adam, keza mutlu da. Peki güçlü müdür? Bir acıya göğüs germek,
dayanmakla; o acıyı hissetmemek bir midir? Bir insan, varoluşun sancısını
duyumsamıyorsa, bu ulaşılmazlık onu güçlü mü, yoksa duyarsız mı yapar? Örneğin
biyolojik olarak dilinde tat almaçları fazla olan bir insanın, acı tadı çok
daha derinlemesine hissediyor oluşu onun bir zayıflığı mıdır? Yazar Jean Paul
Richter tarafından literatüre kazandırılan “Weltschmerz” (Dünya acısı) kavramı
bu noktada çözümlemeyi kolaylaştıran bir işlev yüklenir. Eski zamanda hayatın
gerçekliğiyle insani düşlerin örtüşmemesi sonucu ortaya çıkan tatminsizlik
olarak belirtilen “weltschmerz”, modern zamanda dünyayı çepeçevre sarıp
sarmalayan bir acı olarak tasavvur edilir. Nasıl ki dilimizdeki tat almaçları
insandan insana farklılık gösterir, acıyı duyumsama hassasiyeti de yine
insandan insana değişir. Dünyada sürekli bir acı mevcuttur ve kimileri bu acıyı
kendi yaşantılarından ortaya çıkmış olmasa bile duyumsayabilir, uzak
coğrafyaların acılarını kendi içlerinde farkına varmaksızın hissedebilirler.
Oysa Georges Perec, Uyuyan Adam’ı, salt gündelik yaşantının hezeyanlarından
değil, weltschmerz olarak adlandırılabilecek bir acıdan dahi azade kılar.
“Gri rengin
üzerinde hiçbir boğucu his uyandırmadığı gri adam. Duyarsız değil, yansız.
…
Artık sen
dünyanın adsız efendisisin, tarihin üzerinde artık etki yapmadığı kişisin,
yağmurun yağdığını artık hissetmeyen, gecenin gelişini artık görmeyen kişisin.”
(sy. 67)
Peki mümkün
müdür gündelik dinamiklerden, insandan, zamandan, hissetmekten, acıdan,
umuttan, inişlerden ve çıkışlardan bağımsız bir özgürlük? İnsan, muktedir midir
böylesi bir varoluşa? Perec’in cevabı romanında saklı, peki bizim cevaplarımız?
Görkem
Şahinkaya – edebiyathaber.net (13 Aralık 2013)
http://www.youtube.com/watch?v=jEh59q6GGM0
No comments:
Post a Comment